Kim istemez ki…
Çok sevdiğiniz kişiden aşk sözleri duyduğunuzda; o duygu yoğunluğunu iliklerinizde hatta hücrelerinizde hissederek, bulutları bile geride bırakarak uçan…
Aşk!
‘Eveeeeeeettttt…’ diyenler elini kaldırsın ya da bir adım öne çıksın.
Ya da mail atın diyeceğim.
Ama sizi Cannes’a götürecek olan ben değilim.
Kim peki?
Ama öyle süt tozuyla yapılmış nescafe değil, halis muhlis Türk kahvesi…
Nescafenin bıraktığı yapay tat gibi değil tam tersi kavrulmuş çekirdeklerinin çekilerek unufak hale getirilip, suyla harmanlanıp kaynatılarak, önünüze koyulan, içtiğinizde ağzınızda bıraktığı gerçek ve kalıcı…
Hissedilen, hoş tat bırakan, tiryakilik yaratan, yokluğunda aranan…
İçinizi, kalbinizi ısıtmakla kalmayıp, hoş duyguları ruhunuza nakışlayan…
Şimdi olacak önünüzde bir fincan kahve.
Şöyle bol köpüklü, dumanı tüten…
Mis kokan, kokusuyla bile alıp götüren…
O koku ki; gözünüzü kapatıp içinize çektiğinizde dinginleşir, sakinleşirsiniz. Başka diyarlara gidersiniz. Ruhunuz boyut değiştirir adeta.
‘Ben mi kendimi anlatamıyorum?’
Kendinize bu iki soruyu sorup, cevabını aradığınız oluyordur ara sıra.
İnsanlara verdiğiniz değere bakın. Bir de onların size verdiği değere…
Arada uçurumlar var değil mi?
Bu, tabii ki insanı üzen, yaralayan bir durum ama bunun karşısında bir şey de yapamıyorsunuz ki…
Boşa koysanız olmuyor, doluya koysanız almıyor.
Mağaza vitrinlerinin kalplerle süslendiği ve kırmızıya boyandığı o gün geldi yine…
14 Şubat Sevgililer Günü!
Oysa sevginin, aşkın bir güne sığmayacağı, bu yoğun duyguların tek günle yaşanmayacağı, tek günle ödüllendirilemeyeceği hepimizin bildiği bir gerçek.
Tıpkı aşkın başlangıcındaki anlatılmaz heyecanlar, bitişindeki dibe çeken hüzünler kadar…
Bunu hangimiz inkar edebiliriz?
Sevginin, aşkın daha da pekiştirildiği sanılan, yapay hediye dayatma günü olan 14 Şubat’a inat; aşk her gün, her an dolu dolu yaşanmalı. Hayat savaşını kazanmak için onun sevgisini kuşanmalı. Ki galip gelebilelim bu maratonda.
Sevgiliye her bakışınızda içiniz erimeli, onunla beraberken yıldızlar ayaklarınızın altına serilmeli.
Öyle bir tutkuyla yaşanmalı ki…
Dünyayla bağını bir süreliğine koparıp, yazı yazmaya kaptırmıştı kendini. Kısık sesle çalan radyodan odaya yayılan ve kalbini bir anda darmadağın eden, dokunaklı bir şarkıyla hayata döndü. Parmaklarının tıkır tıkır, hızla dokunduğu bilgisayar klavyesinden ellerini çekip, sandalyenin kenarına dayadı önce.
Şarkının sözlerine eşlik ederken, çalıştığı masanın başında gözlerini kapadı sonrasında da.
Mutsuz olduğunu düşündü. ‘Neden acaba’ diye geçirdi aklından. Bu düşünceyle gözlerini açıp, başını pencerenin bulunduğu sol tarafa çevirdi. Lapa lapa yağmakta olan karı gördü.
Sandalyesini geri itip, ayağa kalktı. Pencerenin önünde durdu, eşsiz görüntüyü izlemeye başladı. Ne güzel, ne muhteşemdi. Bir anda mutlu olduğunu hissetti döne döne yağan karı izlerken.
İki dakika önce mutsuzken kar taneleri mutlu olmasına sebep olmuştu. Tuhaf…
Uzun sürmedi mutluluğu. Az önceki mutsuzluğu geldi aklına yeniden.
Durup düşünmeye başladı.
Aslında mutlu sayılırdı. Yani ailesi hayatta, açıkta değil, karnı doyuyordu. Arada sırada işsiz kalsa da sevdiği işi yapıyordu. Yani bu şartlardaki bir insan mutlu olmalıydı.
Görüntülerden başlayalım.
Görüntülerden başlayalım.
Gerçi ilk değil bu.
Yılda birkaç kez karşılaştığımız kareler bunlar. İzlerken ‘Cık cık, yok artık bu kadar da olmaz!’ dedirten, içimizi acıtan…
Üstelik bunlar demokrasinin merkezinde yaşanan…
İlk cümleyi okuyanlar şu cümleleri geçiriyordur şimdi içinden.
Ne! Ne! Neeeee!
Nasıl yani?
Bildim değil mi?