Onun kadını olmak!
Aaaahhh!
Neler neler yüklüyor insana?
Tutkuyu…
Şehveti…
Nefreti…
Cesareti…
Ateşi…
İnsanların...
Zamanın…
Yaşamın…
Öyle bir tutuyorlar ki; akmak isterken sonsuza deli sel gibi, görünmez setlerle ruhumuzu, düşlerimizi çevreleyip durduruyorlar.
Tutan şeyler sadece bu ikisi mi?
Değil tabii.
Araba tutar.
Kar tutar.
Türkiye'nin kuzeyinde, güneyinde bir şehir merkezi ya da Anadolu'nun ücra bir köşesi…
1960'lı yıllar…
Delikanlılık, kanın kaynadığı…
Mahallenin kızlarına yan bakılmadığı…
İnsanoğlu olarak bizler, yaşamak için hayat mücadelesinde koşturaduralım, gün içinde yaptıklarımıza baktığımızda hep bir şeyleri yerine getirmekle yükümlü olduğumuzu görmek...
Bu sorumluluk bazında para kazanıp, ilişkilerimizi karşılıksız, çıkarsız yaşadığımızı hangimiz inkar edebiliriz?
Evet ilişkilerimizde bile sevgi boyunduruğu altında karşılıklı bir görev söz konusu!
E hal böyle olunca; gerek sosyal yaşamımızda gerek iş yaşamamızda daha iyiye ulaşmak için insanlarla karşılıklı hizmet alış verişinde bulunuyoruz!
Sonrasında da gelinen nokta; alan memnun, veren memnun olayı…
Bizi rahatsız eden durumla karşılaşınca bize vermekten çok alanlarla aramızdaki koparıyoruz, o ayrı tabii, haklı olarak.
Hoş bunun da çare olmadığını anlayarak.
Anlayarak evet.
Dile kolay…
Hayatla sanatı nakış inceliğinde 20 yıl işlemek…
Bunu gerçekleştirirken de geleneklerinden vazgeçmemek…
E, haliyle 20 yıllık bir aşk, 20. yılını dolduran özel bir mekanda…
Çırağan Sarayı’nda…
Daha ilk adımınızı atar atmaz sizi karşılayan renklerin ihtişamı oluyor.
Ve hayatın sesi…
Duyguların çoğalan halini anlatırcasına karşınıza çıkan narlar…
Kendinizle ya da yaşamınızla ilgili olan…
Hayattan aldığınız…
Karşınızdakilere verdiğiniz…
Ya da şöyle diyelim nedir alıp veremediğiniz…
Bir medeniyet yıkmak mıdır önemli olan, kılıç zoruyla almak mıdır yoksa?
Hayattaki duruşunuz – bakışınız olan karakter kılıcınızla yaşamınızı yerle bir etmek midir daha kolay gelen, yoksa o kılıcı gerektiği şekilde kullanıp yaşamınızı fethederek zaferini yaşamak mi?
Son günlerde bir fetih coşkusudur alıp başını gidiyor.
İstanbul’u yeniden keşfetmenin coşkusu…
İyi de nasıl bir inşaat bu?
Temeli çok sağlam olmayan, tuğlalarını; kırgınlıkların, pişmanlıkların, olumsuzlukların, karamsarlıkların, çimentosunu da un ufak olan kum tanelerini andıran anıların ve geçmişin oluşturduğu…
Ne dersiniz?
Yarım kalan bu inşaatı güzel bir yapıya dönüştürmek üzere kolları sıvayıp işe başlamayı kabul eder misiniz yoksa ‘Hayır’ diyerek işin kolayına mı kaçarsınız?
Böyle inşaatlarla çok karşılaşmıyor muyuz günümüzde?
Bu tür yarım kalmış inşaatlar, hayatımız.
Bizim hayatımız.
O yüzden tekrar soruyorum.