Onun kadını olmak!

Kalp atışı... Tutku… Şarap… Gül… Ruj… Gelincik… Ateş… Lale… Elma… Kiraz… Domates… Bisikletteki pas… Albinonun gözü… Güneşin doğuşu… Muhabbet kuşu… El Greco’nun bornozu… Mattise’nin ‘Kırmızı Stüdyo’ tablosu… Tavşanın burnu… Floransa mermeri… Noel Baba… Lav… Akrep… Istakoz… Tüm bunların ortak paydası götürüyor beni ona! Hele de beni tanıyanlar tarafından onun kadını olarak bilinip, lanse edilirken…

Haberin Devamı

Onun kadını olmak!

Aaaahhh!

Neler neler yüklüyor insana?

Tutkuyu…

Şehveti…

Nefreti…

Cesareti…

Ateşi…

Yanmayı…

Yakmayı…

Kül olmayı…

Çaresizliği…

Direnmeyi…

Vazgeçmemeyi…

Yeniden doğmayı…

Duyguları ortaya koymayı…

Onun kadınıysanız eğer; o size dokunduğunda ya da siz ona dokunduğunuzda her defasında yeniden doğar, duyguyla koşar, tutkuyla yaşarsınız.

Bunları bir tek o yapar size.

Sihirli değneğini dokundurduğu anda!

KIRMIZI!

Kızıldan gelen mi?

Koyu vişneden gelen mi?

Karaduttan mı yoksa erikten gelen mi?

Yoksa bordodan, küf pembesinden gelen kırmızı mı?

Ya da ya da şarap mı, akik mi, mercan mı?

Renkler…

Ah renkler…

Duygularımızı onlarla ifade ederek, tuvalde ahenkle dans ettirebilmek…

Kırmızıyı kullanarak tutkuyu, maviyi kullanarak huzuru, yeşili kullanarak canlılığı, griyi kullanarak hüznü, beyazı kullanarak saflığı, siyahı kullanarak ölümü anlatabilmek…

Ve de bunların daha da ötesi…

Haberin Devamı

O ahenkle dans eden baş döndürücü etkisine kapılarak renklerde kaybolmak.

Ve o dünyadan kendini bularak çıkmak…

Renkleri anlamak ve resim yapabilmek için; felsefe, edebiyat, şiir, dram, tarih, arkeoloji, müzik, antropoloji, mitolojiyle ilgilenmek gerek.

Fırçanı dokundurduğun tuvalin malzemesidir bunlar.

Tıpkı hayatı anlamak için de gerekli olanlar gibi.

***

GEÇMİŞİ AŞABİLMEK İÇİN ONU İYİ KAVRAMALISIN!

Hayatı yaşamak, anlamak gibi resim yapmak için de uygar olmak gerekiyor.

Öğrenmeden de uygarlaşılmıyor.

Yazılanları okumakla, sanata hediye edilen yapıtları öğrenmekle açılıyor uygarlığın kapısı.

Öncesinde neler yapıldığını ve dünyayı kavramakla…

Malum, geçmişi aşabilmek için onu iyice kavramak işin ilk kuralı.

RESMİN YÜZDE DOKSANI DÜŞÜNMEKTİR, BOYAYI TUVALE SÜRMEK YÜZDE ONU!

Bir resme bakarken neler düşünürsünüz?

Neler geçer aklınızdan?

Bir resme bakmak; renklere bürünerek o resimle bütünleşip orda bir şey bulabilmek midir?

Ya da imgelere dalıp, tefekküre girebilmek midir?

Ne dersiniz?

Resmin % 90’ı düşünmektir.

Peki ya boyayı tuvale sürmek?

O, işin % 10’u.

Gerisi de beklemektir.

Mark Rothko, Willem de Kooning, Jackson Pollock, Robert Motherwell, Bannet Newman gibi isimlerin önce saygı duyup sonra çökerttikleri Kübizm’den Soyut Expresyonizm’e geçtiği dönemdeki olgularla dünyaya bakışları…

Haberin Devamı

Yaptığınız her işte var olandan bir adım daha öteye gidebilmek, vardığın yeri tanımlayabilmek ve sonrasında da küçücük de olsa bir iz bırakabilmek.

İşte o an, bu noktada William Butler Yeats’in ‘Buradan geçmiş; ne geçiyor, ne geçecek!’ dediği gibi…

Bazı resimler vardır ki; bakan gözlere ihtiyacı vardır, ‘mış’ gibi durmazlar. Hareket halinde ve statik değildir. Değişiyorlar, nabız gibi atıyorlar. Tıpkı hayat gibi… Hayata karışmak ve anlamak için hareket halinde olmak, zamanla değişmek, yaşamak gerekiyor.

Oysa temsili resimler değişmez. Louvre Müzesi’nde gülümseyen Mona Lisa gibi…

‘Tüm bunları sana yazdıran nedir’ diye soruyorsunuzdur şimdi.

Soyut Expresyonizm’in öncülerinden ‘Mark Rothko’nun yaşamının bir kesitini ele alan, John Logan’ın yazdığı, Eray Eserol’un çevirisi ve İskender Altın yönetmenliğinde, geçtiğimiz günlerde izlediğim; Nihat İleri ve Turan Günay’ın rol aldığı ‘Kırmızı’ adlı tiyatro oyunu…

Haberin Devamı

Mark Rothko’nun ‘Kırmızı’yı arama tutkusu, şunu fark ettirdi bana; beyazı ve siyahı ne kadar biliyorsak, kırmızıyı da o kadar arama çabasına giriyoruz aslında.

Öyle değil mi?

Yaşadığımız hayatımıza, mutluluklarımıza, hüzünlerimize baktığımızda gördüklerimiz…

Sahi bizler yaşam tuvalimizin fonunda kırmızıyı mı arıyoruz, siyahı mı bekliyoruz?

***

Ressamlar; duygularını felsefe ve bilgiyle harmanlayarak renklendirirler ya.

Burada şöyle bir soru takılıyor aklıma.

Duygularının para karşılığında satılması bir sanatçıyı yaşatır mı yoksa öldürür mü?

Ne dersiniz?

Peki ya bizler?

Duygularımızı, yaşadıklarımızla harmanlayarak hayat tuvalimize nasıl bir renklilikle aktarabiliyoruz?

Haberin Devamı

Ve bu tabloyu izleyenlere, bakıp gördükleri imgeyi en doğru şekliyle hissettirip, en net en gerçekçi şekliyle anlamalarını sağlayabiliyor muyuz?

Modern sanatın ilk adımı olarak görülen Francisco Goya ‘Aslolan gerçektir’ diyor ya.

Peki bu noktada hangisi asıl gerçek?

Kalp pınarımızdan coşkuyla çağlayan, kırmızı tutkusuyla yaşayıp paylaştığımız duygularımızı anlayarak, yaşatarak bizi aydınlatanlar mı yoksa kar, beyaz, ışık saydamlığındaki içtenliğimizi, coşkularımızı bizden alıp yaşam tuvalimizi karartanlar mı?

Yoksa yoksa duygularımızı, sevinçlerimizi tam ortasından hançerleyerek ‘KIRMIZI’ya boyayanlar mı?
           
KIRMIZI

24 Mart 2012 Cumartesi 15:00 – Küçük Sahne – İSTANBUL

Haberin Devamı

24 Mart 2012 Cumartesi 20:00 – Küçük Sahne - İSTANBUL

25 Mart 2012 Pazar 15:00 – Küçük Sahne - İSTANBUL

 

Yazarın Tüm Yazıları