SEÇİM gününden beri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan sessizliğini koruyor. Bunun genel olarak memleket havasına iyi geldiğini düşünüyorum.
Bir süre kafamızı
dinlememiz bizler için iyi elbette.
Ama ortaya çıkan Meclis aritmetiği nedeniyle karmaşık koalisyon hesapları yapmak zorunda kalacak AKP yöneticileri için daha da iyi.
Ama bu tabii Saray’da bir köşeye çekilip oturduğu anlamına da gelmiyor.
“Yarı resmi yayın organı” sayılması lazım gelen havuz gazetesi aracılığıyla “kırmızı çizgilerini” ilan etmekte gecikmedi mesela.
Buna göre AKP yol haritasını belirlemiş, üç kırmızı çizgi ile koalisyon hükümeti kurmayı deneyecekmiş.
AKP’nin tek başına hükümet kurma olanağına sahip olamayacağı bir seçim sonucundan sonra artık kaçınılmaz olarak “koalisyon” arayışları başlayacak.
Gerçekçi olmak gerekirse, bu Meclis’ten AKP’siz bir hükümet çıkmaz, çıkamaz.
Ya gündeminde seçim olan bir AKP azınlık hükümeti kurulacak ya da AKP, üç muhalefet partisinden birisiyle koalisyon yapacak.
Seçim gecesi ve dün muhalefet liderlerinden gelen “Onunla koalisyon yapmam, bu parti şununla koalisyon yapsın” gibi açıklamalara aldırmayın.
Siyaset, esasen bir uzlaşma yeteneğini de içinde barındırır, bugün bir araya gelemeyecekler diye düşündüğümüz siyasi partiler pekâlâ ortak bir payda bulup koalisyon kurabilirler.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın dün yaptığı açıklamaya katılıyorum:
“Siyasette kapıları kapatanlar korkak kişilerdir.”
Orada olmak isterdim çünkü Recep Tayyip Erdoğan’ın yüz ifadesini görmek isterdim.Bu seçimin en önemli kaybedeni Recep Tayyip Erdoğan’dan başkası değil.
Ve siyasi hayatı boyunca ilk kez bir seçim kaybediyor.
Tarafsızlık yemini edip ama bu yeminini hiç hatırlamayıp, AKP için oy istemeye meydanlara çıkan kendisi.
Bütün ülkeyi iki kampa bölüp kendi kafasındaki ajandayı uygulamak için Anayasa’yı fütursuzca çiğneyen de ondan başkası değil.
Ve dün itibariyle başkanlık sistemi rüyası da böylece sona ermiş oluyor.
Türkiye’de seçmenin otoriter gidişten hiç hoşlanmadığını anlayarak kendisine yeni bir yol çizer mi?
Hiç zannetmiyorum.
YARIN sandığa gidip oylarımızı kullanacağız ve yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni seçeceğiz.
Çok garip bir kampanya dönemi geçirdik.
İlk kez bir Cumhurbaşkanı miting meydanlarına çıktı, bir parti için oy istedi.
Oy istemekle kalmadı, muhalefet partilerine de söylemediğini bırakmadı.
Ve bütün bunları bizlerin parasıyla yaptı. Seçimlerde iktidar partilerinin, hükümet olmaktan kaynaklanan avantajlarını kullanmakta tereddüt etmediklerini biliyorduk, görmüştük, ama bu kadarı ilk kez oldu.
Bütün vatandaşların vergilerini, vatandaşların bir bölümünü aşağılamak için kullandılar.
Cumhurbaşkanı, “namusu ve şerefi” üzerine tarafsız kalacağına yemin etmişti, yeminini tutmadı.
BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, bazen öyle şeyler söylüyor ki gerçeklikle tüm bağlarını kopardığını düşündürtüyor.
Kim bilir belki gerçeklikle bağı kopmamıştır da “Ben nasıl olsa profesörüm, söylediklerimi ciddiye alırlar” diye düşünüyordur.
Ama sorun şu ki artık ciddiye alınacak şeyler de söylemiyor.
Hayatının önemli bölümünü akademik yaşam içinde geçirmiş bir insanın bu duruma düşmesi ne kadar acı.
Bir süredir aynı şeyi söylüyor, bir kere söyleyip geçse, dili sürçmüştür belki diyeceğim ama belli ki bu bir dil sürçmesi de değil.
Söylediği şu: CHP ile DHKP–C paralel iki örgüttür!İlk duyduğumda ağzımdan çıkan kelimeyi yazmam doğru olmaz, iyi ki tek başımaydım, kimse de duymadı.
Zaten biz gazete yazarları dikkatli olmalıyız, onlar gibi her ağzımıza geleni söyleyemeyiz, bu gazeteyi çocuklar da okuyabiliyor çünkü.
AKP’nin, “Yeni Türkiye yolunda ikinci yarı başlıyor” sloganlı reklam filmini izledim.
Zaten bir süredir sokakta kafamı nereye çevirirsem aynı afişi görüyorum: Başbakan Davutoğlu beşuş bir çehre ile bakıyor, üzerinde yine aynı slogan: “İkinci yarı başlıyor!”
İkinci yarıdan neyi kastettikleri belli.
AKP’nin ilk on üç yıllık iktidarı birinci yarı oluyor, şimdi ikinci yarı seçimlerle birlikte başlıyor.
Maçın ikinci yarısı başlayacağına göre bir bitişi de olmalı ama zamanını söylemek için falcı olmak gerek.
“İkinci yarı” ile ilgili olarak AKP’nin bu seçimlerde seçmenin önüne koyduğu teklif, başkanlık sisteminden başka bir şey de değil.
Nitekim Başbakan Ahmet Davutoğlu da önceki gün açıkladı, “başkanlık modelini öngördüklerini” söyledi.
HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, geçtiğimiz pazar günü Hürriyet Ankara Bürosu’ndaki arkadaşlarımızla bir kahvaltı yaptı. Bu sohbet ile ilgili haber pazartesi günü gazetemizde yayınlandı.
Demirtaş, Kobani’nin IŞİD kuşatması altında olduğu günlerde Başbakan Ahmet Davutoğlu ile yaptığı bir konuşmayı aktarıyor:
“Başbakan Davutoğlu ile Kobani için görüştüğümde ‘Silah gönderin, gönderemiyorsanız da silah geçişine izin verin’ demiştim. Bana ‘Bu savaş suçu olur’ demişti. Biz bu görüşmeyi yaptığımızda Suriye’ye TIR’lar gitmeye devam ediyordu üstelik. Onlar için Kobani ‘Düştü düşecek’ bir yerdi. Şimdi hikâye anlatıyorlar.”Başbakan Ahmet Davutoğlu, ne de olsa profesör, Dışişleri Bakanlığı da yaptı ve ağzından çıkan sözün ne anlama geldiğini biliyor olmalı.
Nitekim eski AİHM Yargıcı ve CHP İzmir Milletvekili Rıza Türmen de Çağdaş Ses’e verdiği söyleşide buna dikkat çekiyor.
Konunun Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne gelebileceğini belirten Türmen, “Uluslararası Hukuk bakımından baktığımızda Türkiye’nin başka bir ülkenin içindeki silahlı gruplara yardım yaptığı ortaya çıkıyor. Yani Uluslararası Hukuk açık bir şekilde ihlal edilmiş oluyor” diyor.
Türmen şöyle devam ediyor:
“BM şartının 2. maddesinin 4. fıkrası bir devletin başka bir devletin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına karşı kuvvet kullanmasını yasaklar. Böyle bir silah gönderilmesi Suriye bakımından bu maddenin de ihlal edildiği anlamına gelir. Ama bunun yaptırımı ne olur onu bilemeyiz.”
DEVLETLERARASI ilişkilerde her şeyin “kitabına uygun” olarak yapılmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Devletlerin gizli örgütleri, istihbarat birimleri, bazı durumlarda yasal sınırları zorlayarak, yasal sınırları geçerek eylemler yapabiliyorlar.
Bunlar elbette “devlet sırrı” kapsamında değerlendiriliyor, bu faaliyetlerde görev alan kamu görevlileri bu sır perdesinin arkasında yasalardan korunuyor.
Ancak demokratik dünyada bunun sınırı “yakayı ele vermemekten” geçiyor.
Casusluk filmlerini seyredenlerin kolayca hatırlayacakları bir cümle var: “Yakalanırsan, seni tanımayacağız, artık tek başınasın.”
Nitekim bunun canlı örneğini yakın geçmişte yaşadık. Yarbay Oliver North’un başına gelenler bunun iyi bir örneğidir. Amerika, Nikaragua’da, Sandinistlere karşı gayrinizami bir savaş yürüten Contra milislerine mali kaynak temin etmek için, İran–Irak savaşı sırasında İran’a el altından silah sattı. O ticaretten kazanılan paralar ile Contra’lar finanse edildi. Bu işi yürüten devlet görevlisi de o tarihte yarbay rütbesindeki Oliver North idi. Ama sonunda bu iş basına sızdı. Yakalanacağını anlayan North, bilgisayar kayıtlarını silmeyi denedi ama tesadüf eseri bir arızayı tamir etmek isteyen bir teknisyen bu dosyaları ortaya çıkardı. North, artık “yalnız”dı, yargılandı, ordudan atıldı, hapis ve para cezalarına çarptırıldı.Suriye içsavaşına silah taşıyan MİT kamyonları ile ilgili haberlerin yayınlanmasından sonra devlet yöneticilerimiz bunun “casusluk” olduğunu, haberi yayınlamanın devlet sırlarını ifşa etmek olduğunu iddia ediyorlar.
Devlet sırrı kanunlara aykırı olamaz. Kanuna aykırı iş yapan, devlet görevlisi de olsa, bunu amirlerinin talimatıyla yapıyor da olsa, yakayı ele verirse kanunlardan kaçamaz. Kanunlarımızda açıkça yazılı: “Kanuna aykırı emir yerine getirilmez”.
Gizli görevlerde kanun dışına çıkanlar, onun için yakalanmamaya gayret ediyorlar çünkü biliyorlar ki yakalanırlarsa devlet onların sorumluluğunu üstlenmez.