“Adalet özlemini bundan sonra sadece yürüyüşle değil, pek çok sivil itaatsizlik eylemiyle dile getirebiliriz, getirmek zorundayız.”
Her şeyden önce şunu söylemem gerekiyor ki Kılıçdaroğlu’nun “protesto yürüyüşü” bir “sivil itaatsizlik” eylemi değildir.
Bu eylem, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa tarafından tanınan temel insan haklarından birinin kullanımıdır.
Şiddete yönelmediği sürece, devletin kullanılmasını koruması ve kolaylaştırması da gereken bir haktır.
Düşünce ve ifade özgürlüğü ile doğrudan bağlantısı olan bir haktır.
Bunu tek başına da yapabilirdi, şimdi olduğu gibi gönüllü katılımcılarla birlikte de.
“Sivil itaatsizlik” ise bundan farklı bir durum.
Sivil itaatsizlik, ülkede geçerli olan bir kanunu, sonuçlarına katlanmayı da göze alarak, barışçı bir şekilde ihlal etme eylemidir.
“Adalet E–5’de aranmaz” diyen de var, “Niye yürüyor, hızlı trene binsin” diyen de.
Adaleti aramak için uygun olan yerin “parlamento kürsüsü” olduğunu söyleyen de var.
Tek tek isimler önemli değil. İktidarın, “Hak aramaya” yönelik genel bakışı böyle.
Hatırlarsınız, zeytinliklere sanayi tesisleri kurulmasına karşı çıkan Tarkan’a da “O şarkılarını söylesin, bu işe karışmasın” demişlerdi.
Geçmişte de sıkça duyardık. Bir akademisyen bir konuda hükümetin beğenmediği bir görüş mü açıkladı, yanıt
hazırdı: “Cübbeni çıkar, siyasete gir”.
Demokratik bir ülkede siyaset yapma yolunun sadece parlamentodan geçtiğine ilişkin temel bir kabulden kaynaklanıyor bu.
Demokrasiyi sadece seçimlere endeksleyen, güçler ayrımını, ifade özgürlüğünü ikinci plana iten bir bakış bu.
Sosyal medyada yaptığı paylaşım şöyle:
“Hukuk yoluyla demokrasi mücadelesi meşrudur. Hukuk düzeninin ilkelerine karşı yürüyüş gayrimeşrudur: Bkz: Kılıçdaroğlu.”
Kılıçdaroğlu’nun yaptığı iş AİHS ve Anayasa tarafından teminat altına alınmış gösteri yürüyüşü.
Vatandaşlar, herhangi bir konuda gösteri yürüyüşü yapabilirler, bu aynı zamanda düşünce ve ifade özgürlüğünün kullanımıdır.
Kılıçdaroğlu, bu ülkede yaşayan ve sayıları hiç de az olmayan birçok kişi gibi Türkiye’de adalet düzeninin bozulduğunu, mahkemelerin bağımsızlığını yitirdiğini, siyasi mülahazalar ile delillere bakmadan mahkûmiyet hükümleri verdiklerini düşünüyor.
Bu düşüncesini ortaya koyma yollarından biri olarak da yürüyüş yapmayı seçmiş.
Bundan daha meşru nasıl olunabilir, gerçekten merak ettim.
Üstelik barışçı bir gösteri yürüyüşü bu aynı zamanda.
Eğer böyle olmamış olsaydı, Berberoğlu’nun “casusluk” ve “devletin güvenliğini tehlikeye düşürmek” suçlamasıyla mahkûm edilmesi de mümkün olamazdı çünkü.
İnsani yardım götüren TIR’lar ile ilgili belge ve bilgilere sahip olmak, bunları açıklamak, neden suç olsun ki?
Tabii bu mahkûmiyetin yol açacağı başka birçok hukuki sorun var.
Bir komşu ülkenin isyancılarına silah ve mühimmat sağlamanın yol açacağı uluslararası hukuki sorunları şimdilik bir kenara bırakalım.
Bunun Türkiye’de iç hukuk açısından da sonuçları olmalı ama bu yargı düzeninde bu da kolayca üstü örtülebilecek bir durum sayılabilir.
Ancak, işin basın özgürlüğünü ve genel olarak Türkiye demokrasisinin durumunu gösteren sonuçları da var.
Birincisi, söz konusu belgelerin içerdiği bilgi, Berberoğlu’nun bunları Cumhuriyet gazetesine verdiği tarihte artık “açık bilgi” haline gelmiş bir bilgiydi.
Bu haber, zaten daha önce
Ancak bir mitingde görülebilecek kadar büyük bir kalabalık, sınır kapısına dayanmış, bekliyorlar.
Bunlar, yaklaşan Şeker/Ramazan Bayramı nedeniyle ülkelerine dönmek üzere sınır kapısına gelmiş Suriyeliler.
Sayılarının ne kadar olacağını şu anda bilemiyoruz ama öyle görünüyor ki on binlerce Suriyeli akrabalarıyla, eski komşularıyla bayramlaşmak için memleketlerine gidecekler ve 14 Temmuz’a kadar da Türkiye’ye geri dönecekler.
Şu anda ülkemizde 3.5 milyon Suriyeli göçmen var.
Ülkelerini kasıp kavuran savaş ateşinden kaçıp ülkemize sığındılar. Başka çareleri de yoktu, onlara sınırlarımızı kapatamazdık da.
Elimizden geldiği kadar onlara barınma ve yaşam olanağı sağladık, bunun için zaten kıt olan kaynaklarımızdan 25 milyar dolar harcadık.
Ama öyle görünüyor ki sınırlarımızın IŞİD’den temizlenmesinden sonra yakın köy ve kasabalarda hayat yeniden başlamış.
Aksi olsaydı, bu kadar insan bayramlaşmak için ülkelerine gidiyor olmazdı.
Böylece 2 milyon 200 bin kişinin yaşadığı bu ülkede, Katarlı sayısının 300 bin olduğunu öğrendik mesela. Geri kalanı nüfustan sayılmıyor, çünkü çoğu ücretten başka hiçbir hakka sahip olmayan yabancı işçiler.
Ülkenin uluslararası sanata büyük yatırımlar yaptığını da öğrendik. Bazılarımız bunu küçümsüyor olabilir ama unutmayalım ki Hermitage koleksiyonu da böyle başlamıştı. Çok uzun yıllar sonra meyvesi alınacak yatırımlar bunlar.
Hürriyet muhabirleri İpek Yezdani ve Sebati Karakurt krizin hemen ardından bu ülkeye gittiler ve izlenimlerini gazetede okuyoruz. Hürriyet’e yakışan, Hürriyet’in gazetecilik genlerine uygun bir iş yapıyorlar.
Dünkü gazetede Doha’da açılmış bir sergiden de izlenimlerini yazdılar.
32 yaşındaki kadın sanatçı Meryem Ahmet’in yaptığı “İstikrar” isimli bir resim ve heykelin fotoğrafları da vardı.
Ama Meryem Ahmet’in fotoğrafını ancak arkadan çekebilmişlerdi, çünkü sanatçı fotoğrafta yüzünün görülmesini istememiş. “Kocam ve babam kızar” diyerek!
Bir yandan heykellerin bu devirde bile “put” diye kırıldığı bir kültürde heykel yapabiliyor, diğer yandan kocası ve babası kızar diye fotoğraf da çektiremiyor.
Çektirse de zaten yüzü görülmeyecek oysa, peçeyle tamamen kapalı çünkü.
Ancak şunu söyleyebilirim ki mahkemenin kararını da eleştiremeyiz.
Mevcut delil durumu, ikametgâhının sabit olması, tutuklama ile sağlanacak faydanın adli kontrol tedbirleri ile de sağlanabiliyor olması, bir tutuklunun salıverilmesi için gerekli ve yeterli nedenler.
Sormamız gereken şey, aynı durumdaki diğer tutuklular için neden bu hukuk kurallarının işleyemiyor olmasıdır.
Tutuklu gazetecilerin hepsi bu duruma uyuyor.
Haklarındaki suçlamalardaki deliller yazdıkları yazılardan ibaret, onları artık değiştiremezler. Demek ki deliller toplanmış.
Hiçbiri dağ başında yaşamıyor, “evsiz barksız” değiller, hepsinin aileleriyle birlikte yaşadıkları bir evleri var. Demek ki ikametgâhları sabit.
Bir tek uymayan gerekçe, öyle görünüyor ki “tutuklama ile sağlanacak faydanın adli kontrol tedbirleri ile sağlanamıyor olması”.
Bu onların durumuna uymuyor çünkü gazetecilerin tutuklu olarak yargılanıyor olmalarının nedeni, tutukluluk yoluyla cezalandırmak.
Maçtan önce, Londra’daki terör saldırısında hayatını kaybedenlerin anısına bir dakikalık saygı duruşu yapılacağı bildirilmiş ama Suudi Arabistanlı yetkililer “Bizim kültürümüzde böyle bir şey yok” diyerek saygı duruşuna katılmayı reddetmişler.
Nitekim, maçtan önce hakem saygı duruşunu başlattığında Avustralyalı oyuncular orta yuvarlak çizgisi üzerinde saygı duruşunda bulunurlarken, Suudi futbolcular dağınık şekilde sahada geziniyorlar, birtakım hareketler yapıyorlar.
Suudilerin sözünü ettikleri kültür, İslam ise ölüleri saygıyla anmanın neresi bu kültürün içinde yer almıyor merak ettim.
Yok, Bedevi Arap kültüründen söz ediyorlarsa, onlar da ölülerini bir şekilde anıyor olmalılar, saygı duruşu sırasında onu yapabilirlerdi.
Ama hayır, tam tersine saygısızca hareket edip ortalıkta dolanıyorlar. Sanki “Sizin acınızdan, ölülerinizden bize ne” der gibi bir havaları var. İnternette videosu var, izleyebilirsiniz.
İslamofobi, ırkçı–dinci Batılı politikacıların fitilini ateşlediği bir durum ve Batılı bir kısım medya ile bazı Hollywood filmlerinin katkısıyla büyüdü.
Boğazı vahşice kesilen insanların görüntülerinin yarattığı dehşet duygusunu, her gün bir yerlerde İslam adına patlayan bombaları da ihmal etmeyelim.
İslamofobiyi böylesine yaygınlaştıran nedenlerden en önemlisi de bu zaten.