Daha önce TBMM’de bu anlaşma ile ilgili bilgi verilirken askeri üssün “ortak düşmanlara karşı kullanılacağı” açıklanmıştı.
Katar krizinin tam orta yerinde bu anlaşmaların aceleyle yürürlüğe sokulmasının sebebi nedir?
Şu an için bunun bir tek anlamı var: Türkiye, Katar’a uygulanan ablukada yerini Katar’ın yanı olarak seçmiş bulunuyor.
Oysa daha iki gün önce yöneticilerimiz, bu krizin aşılabilmesi için iki tarafa da sükûnet telkin ediyor, arabulucu rolü oynayabileceğini söylüyordu.
Suudi Arabistan ve Mısır’ın, ABD’nin de desteğiyle başlattıkları bu girişimin hedefi, Katar’ın Müslüman Kardeşler’e ve Hamas’a desteğini kesmesini sağlamak.
Bölgede bu desteğini ortaya koyan diğer ülke de Türkiye.
Anlaşmanın acilen onaylanmasının nedeni, Türkiye’nin bu desteğini sürdürmeye devam edeceğini mi göstermek?
Öyle görünüyor ki yöneticilerimiz Suriye krizine bodoslama dalmanın maliyetlerinin ne olduğunu unutmuşlar, şimdi de Katar krizinin ortasına girmeye çalışıyorlar.
“Yaptırımları doğru bulmuyoruz. Farklı bir oyun oynanıyor, oyunun arkasında kimler var tespit etmiş değiliz.”
Katar’a yönelik yaptırımlar öyle görünüyor ki hükümet açısından tam bir “sürpriz” olmuş.
Bölgeyle bu kadar içlidışlı olmuşken, bir de üstelik “bölgesel güç” olma peşindeyken böyle sürprizlerle karşılaşmak ezberleri bozuyor tabii.
Ezber bozulmamış olsaydı, sorumluyu teşhis etmek kolay olacaktı: Üst akıl!
Bu ülkede yargının ne kadar bağımsız olduğunu hepimiz biliyoruz.
Deniz Yücel ile ilgili suçlama dosyasını belli ki Bakan Bey’den saklamışlar. Okusa, suçlamaların sadece yazılan haberlerle ilgili olduğunu da görürdü.
Bakan Çavuşoğlu bir de şunu söyledi: “Son zamanlarda Avrupa gizli servisleri Türkiye’de gazetecileri ajan olarak kullanmaya başladı.”
Merak ettim, Deniz Yücel’e yönelik suçlamalara şimdi bir de “casusluk” mu eklenecek?
Tabii ilginç olan Bakan’ın bildiğini, MİT’in bilmiyor olması.
“Casus gazetecilerin varlığını” biliyor olsalardı, şu anda onlar ya sınır dışı edilmişti ya da hapiste olmalıydılar.
Gazetecileri casusluk ile suçlamak, kapalı rejimlerin ayırt edici özelliklerinden biridir.
İran’dan tutun, Suudi Arabistan’a, Rusya’ya, Çin’e kadar bütün kapalı rejimlerde hoşlanılmayan yabancı gazeteciler böyle suçlanırlar.
Gerekçeleri, Katar’ın bölgedeki terörist gruplara finansman desteği sağlıyor olması.
Bu girişimin aynı zamanda Trump yönetimindeki ABD’nin, İran’ı kuşatma politikasının da bir uzantısı olduğunu düşünmemiz için de çok neden var.
Katar, bir yandan Müslüman Kardeşler’e olan desteğiyle Suudi Arabistan ve Mısır’ın çıkarlarına aykırı hareket ediyor, diğer yandan Suudi Arabistan’ın aksine, İran ile daha dengeli ilişkiler kurulmasından yana.
Bu tabloda durumumuz ise tam olarak “Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” deyişiyle açıklanabilir.
Katar ile “ortak düşmanlara karşı” askeri üs kuruyoruz. Bir tümen taktik karargâhı kurulacak, 500–600 arası Türk askeri orada konuşlanacak, komutan yardımcısı da bir Türk tuğgeneral olacak.
Öte yandan Suudi Arabistan ile de Cumhurbaşkanı’nın deyişiyle “çok kapsamlı” askeri ittifak içindeyiz. Terörü destekleyenlere ve terör örgütlerine karşı kurulmuş bir askeri ittifak bu.
Şimdi ne olacak?
Ne yapmaya çalışacağımızın ilk işaretini Dışişleri Bakanı verdi, bu krizin aşılması için
Hatırlarsınız, bir dönem Türkiye’de de kumar serbestti.
Yönetmeyi başaramadığımız her işi yasaklamaya eğilimli olduğumuz da gerçek. Kumarhaneler işini de doğru dürüst yönetemediğimiz için, yasaklama yolunu seçtik.
“Kumar yüzünden yuvalar yıkılıyor” nutukları atmak da popülist politikacıların bu işten kendilerine çıkardıkları kazanç olmuştu.
Sözü uzatmayayım, Steve Wynn, rahmetli Turgut Özal döneminde, Türkiye’nin Akdeniz kıyılarında bir bölgede kumarhane ve eğlence tesisleri yapmaya niyetlenmiş.
Projeler hazırlanmış, kumar oynatmanın hukuki altyapısı için çalışmalar sürdürülmüş.
Uzun çalışmaların sonunda Wynn şu kararı vermiş: “Türkiye’ye yatırım yapmayacağım, çünkü bu ülkede hukuk sistemi işlemiyor. Kanunların sık sık değiştiği, kanunların uygulanmadığı yerde insan namusuyla para kazanamaz.”
Wynn, böyle söyledikten sonra yatırımlarını Hong Kong’a yakın Macau Adası’na taşımaya karar vermiş.
Bugün Macau, otelleri, eğlence merkezleri, alışveriş olanakları ve kumarhaneleriyle
Neden bu kadar beklendi, neden yazılı yanıt verildi de kafalardaki soruları yanıtlamaya daha kolay olanak verecek komisyon “dinlemesine” katılmadı, bunlar ayrı sorular.
Normal olanı, Meclis’e gidip, milletvekillerinin sorularını yanıtlamaktı. Demokratik bir ülkede olması gerektiği gibi!
Genelkurmay Başkanı, MİT’ten gelen ihbarın bir darbe girişimi ihbarı olmadığını, MİT Müsteşarı’na yönelik komplonun ise daha büyük bir planın parçası olduğunu değerlendirdiğini söylüyor.
Bir ülkenin bir grup askerinin, ülkenin istihbarat kurumunun başındaki kişiyi kaçırmak, rehin almak gibi bir eylem içinde olmasının “daha büyük bir planın parçası” olarak değerlendirilmesinde bir sorun yok.
Ama bu bir darbe girişiminden başka neye işaret ediyor olabilirdi?
Bütün kuvvet komutanları niye uyarılmadı?
Subayların ve astsubayların mesai bitiminde kışlalarından çıkıp gitmelerine ve ortalığı darbecilere bırakmalarına neden müsaade edildi?
Bu emir verilmiş olsaydı, kanunlara ve mesleğine bağlı subaylar, kalkışmayı kışlanın içindeyken bastıramazlar mıydı?
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı konuşmasını yaparken internet sitelerinde Şanlıurfa’da 5 kişinin “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçuyla tutuklandığı, 21 kişinin de adli kontrol ile serbest bırakıldığı haberleri vardı.
Eski anayasaya göre Cumhurbaşkanı, “tarafsız ve partisiz” bir kişilikti.
Bu yönüyle de devletin ve milletin birliğini temsil ettiği için yasalarımızda “Cumhurbaşkanı’na hakaret” diye bir suç var.
Devletin ve milletin birliğini temsil eden Cumhurbaşkanı yasalarla korunuyordu çünkü amaç aynı zamanda devletin de saygınlığını korumaktı.
Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin, bir yerel mahkemenin başvurusu üzerine verdiği kararda “Cumhurbaşkanı’na hakaret suçlarında Cumhurbaşkanı’nın kişiliği yanında devletin saygınlığı da korunmak istenmektedir. Sınırlama, ifade özgürlüğünün kullanılmasını zorlaştırmaz” deniliyor.
Ancak şimdi durum değişti.
Cumhurbaşkanı partili, tarafsız değil, bu yönüyle de diğer parti genel başkanlarından ya da siyasetçilerden bir farkı yok.
Anayasa Mahkemesi’nin Balıkesirli gazeteci
“Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz siyasi iktidarız ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var. Medyadan sinemaya, bilim teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda hâlâ en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin bulunduğunu biliyorum. Bu durumdan da büyük üzüntü duyuyorum. Dün hedefimiz belki sadece bir avuç inançlı, imanlı, bilgili, birikimli nesil yetiştirmekti. Bugün ise hem bulunduğumuz yer çok farklıdır, hem de hedeflerimiz çok çok farklıdır. Elimizde böyle bir imkân varken, hâlâ pek çok yeri boş bırakıyor olmamız aklın ve vicdanın kabul edebileceği bir durum değildir. Biz 80 milyon insanın tamamına ulaşmayı hedefleyen bir hareketiz. Bunun farkında olmamız gerekir.”
Cumhurbaşkanı, bir yandan “80 milyon insanın tamamına ulaşmayı” hedefliyor, diğer yandan “medyadan sinemaya, bilim teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda” başarılı olmuş kişileri “ülkesine ve milletine yabancı zihniyet” olarak ötekileştiriyor.
Önce şunu söylemeliyim ki İslamcı kadrolar içinde de yüksek entelektüel birikime sahip, yaratıcı kişiler var.
Ama belli ki Cumhurbaşkanı’na bu yetmiyor, hepsini istiyor.
O vakit şunu hatırlatmak isterim: Acaba, bunun nedeni İslamcı ideolojinin dayattığı biat kültürü ile sorgulamayı, tartışmayı erdem kabul eden evrensel kültür arasındaki fark olmasın?
Cumhurbaşkanı, “elindeki böyle imkânlara rağmen”, “sosyal ve kültürel iktidarı” ele geçiremediği için hayıflanıyor.
Buna hayıflanmak yerine sevinmeli, demek ki bu ülkede iktidar nimetlerine sırtını kolayca çevirebilecek, elinin tersiyle itebilecek karakterde kültür, bilim insanları var.
Öte yandan şu da bir gerçek ki Cumhurbaşkanı’nın, bu ülkede yapmak istediğini geçmişte dünyada deneyen çok lider oldu.