Bu devleti ele geçirme sürecinde devlet büyüklerimizin de katkıları oldu elbette ama sonra öğrendik ki Fetullahçılar bu büyüklerimizin hepsini birden kandırmayı da başarmış.
O günlerde söylediklerinden küçük bir derlemeyi Nazlı Ilıcak’ın mahkemeye verdiği savunmasında buldum.
Bakın, Fetullahçı çete kimleri kimleri kandırmayı başarabilmiş:
Bülent Arınç: “Milyonlarca insan, şu anda gözyaşı dökerek bizi izliyor. Bunların arasında biri var ki, gurbette, tek başına, hüzünle bizi seyrediyor. Televizyonun başında bizi izleyen o güzel insana teşekkür borcumuz var.”
Binali Yıldırım: “Türkçe sevgi dilidir, barış dilidir. Yunus’un dilidir. ‘Aç herkese sineni aç, onun gibi ilâç’ diyen Fethullah Gülen Hocaefendi’nin dilidir.”
Ahmet Davutoğlu: “Cemaat’in hedefleriyle, Türkiye’nin hedefleri tamamen örtüşüyor.”
Hüseyin Çelik: “Cemaat devleti ele geçirmiş, devlete sızmış filan, bunlar kargaları güldürür.”
Bekir Bozdağ:
Cumhurbaşkanı’nın söz konusu meydanın kapasitesi ile ilgili daha önce söyledikleri mi yanlıştı, Vali Bey’in açıklaması mı?
Gırgır geçilmesine itirazım yok ama ciddi ciddi konuşmaya gelince benim için son derece anlamsız bir tartışma bu.
Diyelim ki meydanda 175 bin kişi vardı. Ya da 2 milyon kişi. Kim bilir, belki de 375 bin vardı. Ya da hiç kimse olmayabilirdi, Kemal Kılıçdaroğlu o meydanda elinde pankartıyla tek başına kalabilirdi.
Ne önemi var? Bu, yaşadığımız adaletsizlik probleminin önemini azaltıyor mu? Adalet talebini görmezden gelmemize mi neden olacak?
Sayı azaldıkça, talebin önemi de azalacak mı? Tam tersine, bence sayı azaldıkça önemi artan bir şey olmalı zaten adalet talebi.
2 milyon ya da 175 bin kişinin adalet isteğini yüksek sesle söylemesi kadar önemli değil mi, bir tek kişinin bile adaletsizlikten yakınması?
Adalet Yürüyüşü’ne ve mitingine katılanları itibarsızlaştırmak, katılımı caydırmak için hükümet ve medyası elinden geleni ardına koymadı.
En hafifi katılımcıların teröre ve Fetullahçılara hizmet ettiğini söylediler.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kontrollü darbe iddiasını ortaya attığında da sanıyorum bunu ilk eleştiren bendim. (5 Nisan ve 6 Nisan 2017 günü yayımlanan yazılarım.)
Binbaşı O. K.’nın ihbarı yapması ile darbe girişiminin başlaması arasında geçen yaklaşık sekiz saatlik sürede nelerin yaşandığını, nelerin eksik ya da yanlış yapıldığını sormak, öğrenmeye çalışmak, gazetecinin işidir.
Nitekim bu konuda yazdığım yazılarda bunu sordum.
Genelkurmay Başkanlığı, ihbarın bir darbe girişimi ihbarı olmadığını söylüyor.
İhbar, MİT Müsteşarı’na yönelik bir askeri operasyon yapılacağı ile ilgili.
Merak ettiğim ve sorduğum soru bu: Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı, bir grup askerin helikopterler ve ağır silahlarla Hakan Fidan’ın hangi amaçla kaçırılacağını düşünmüştü?
Herhalde fidye isteneceğini düşünmüş olamazlardı.
Nitekim Genelkurmay Başkanlığı’nın TBMM’ye gönderdiği yanıtlarda, bunun
Hayır, başlık bana ait değil, bunu sihirli küreme bakıp uğursuz bir kehanet olarak ortaya atıyor değilim.
Bu başlık, Alain de Botton’un, 26 Mayıs’ta The New York Times’ta yayınlanan makalesinin başlığı.
Alain de Botton, bu makalesinde, bizde de “Aşk Dersleri” ismiyle yayınlanan kitabının ana fikrinden hareket ediyor. (Sel Yayıncılık, Çeviren: Özge Çelik.)
Makalenin tepesinde Marion Fayolle’nin çizdiği, beş ayrı kareden oluşan bir illüstrasyon var, önce onu anlatayım.
Birinci karede beyaz elbiseli bir genç kadın, kendi boyunda bir kâğıda bir erkek resmi çizmeye başlıyor. Kızın beyaz elbisesinden ve elindeki çiçek buketinden gelin ya da gelin adayı olduğunu çıkartıyoruz.
İkinci karede kız, çizdiği erkek resmini, dudaklarından öpüyor.
Üçüncü karede, tıpkı, prensesin kurbağayı öpüp kanlı canlı yakışıklı bir prense dönüştürmesi gibi kâğıdın arkasından kanlı canlı ama prense de pek benzemeyen bir erkek, resmi üstten kıvırmaya başlayarak ortaya çıkıyor.
Dördüncü karede, kızın çizdiği resim, erkeğin elinde buruş buruş bir kâğıt parçasına dönüşürken, kız elindeki çiçeği düşürüyor.
“Maltepe’de bir miting ile noktalayacaklarını söylüyorlar. Şiddet yaşanmadığı takdirde sonuna kadar izin veririm. En ufak hukuksuzluk olması halinde gereken müdahale yapılır.”
Cumhurbaşkanı’nın sözleri, her türlü yürüyüş ve toplantıya izin vermeyerek, polis gücüyle engellemeyi alışkanlık haline getiren kamu yöneticilerinin, valilerin, kaymakamların kulaklarına küpe olmalı.
Çünkü Cumhurbaşkanı’nın yürüyüş ve miting ile ilgili söylediği söz, esasen onun bu konuda çok yüce gönüllü bir davranış gösteriyor olmasından kaynaklanmıyor.
Cumhurbaşkanı böyle söylüyor, çünkü belli ki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni, Anayasa’yı, AİHM ve AYM kararlarını, Yargıtay içtihatlarını biliyor.
Onun bilip de diğer kamu yöneticilerinin bilmezden geldikleri şey şu:
Barışçı olduğu, şiddete yönelmediği sürece her türlü toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan her vatandaşın hakkıdır.
Bunun için herhangi bir makamın iznini almaları da zorunlu değildir, serbestçe kullanılması gereken bir haktır.
Şiddete yönelmediği sürece, kamu yöneticilerinin görevi, bu hakkın kullanımını kolaylaştırmak, bu hakkı kullanmak isteyenleri dışarıdan kaynaklanacak engellemeler ya da saldırılardan korumaktır.
Mayıs ayının sonunda meydana gelen bu olayda, polisler mehter marşı eşliğinde Varan’ın kopan saçlarıyla oynamışlardı.
CHP milletvekili Barış Yarkadaş, Başbakan Binali Yıldırım’a, yanıtlaması için bir soru önergesi verdi.
Sözlü ve yazılı soru önergeleri, “milli iradenin sembolü” TBMM’nin, idareyi denetleme yollarından biri.
Ve TBMM Başkanı İsmail Kahraman, soru önergesini Başbakanlığa iletmek yerine, Yarkadaş’a iade etti. Gerekçesi şu: “Bunlar özel yaşama ilişkin sorular.”
Kahraman’ın “özel yaşama ilişkin sorular” diye geri çevirdiği önergedeki sorular şunlar:
“Gençlerin saçlarını yolarak ve kökünden kopararak mı ülkeyi yöneteceksiniz? Gözaltına alınan kişilerin gözaltı gerekçesi nedir? AKP muhalifi olmak gözaltı sebebi midir?”
Soruları okuyunca Başkan İsmail Kahraman’ın “özel yaşam” anlayışının ne olduğunu gerçekten merak ettim.
Türkiye’nin tarafı olduğu uluslararası sözleşmeler (ki bunlar bizim için üst hukuk kuralıdır) ve ceza kanunumuz, işkence ve kötü muameleyi yasaklıyor, ağır cezalık bir suç olarak kabul ediyor.
“Demokrasi nöbeti” ne kadar sürecek söylemedi ama etkinliklerin bir hafta süreceğini açıkladığına göre, bunun da bir hafta süreceğini varsayabiliriz.
15 Temmuz’da Türkiye gerçek bir çöküşün eşiğinden döndü.
Bunda en büyük pay sahipleri de kuşkusuz ki o gece Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla sokaklara dökülen ve darbecilere direnen kitleler oldu. Şehitler verildi, birçok insan yaralandı.
Ama artık o aşamayı geride bıraktığımızı düşünüyorum.
ABD yöneticilerini uyarmayı da ihmal etmedi: “Türkiye’nin tecrübelerinden elde ettiği haklı uyarılarını dikkate almazsanız bu örgüt kendi milletine yaptığı ihanetin aynısını rahatlıkla size de yapar” dedi.
Bakan Bozdağ’ın bu bilgiye nereden ulaştığını, Hıristiyan tarikatlarında yuvalanan FETÖ’cülerin sayısının ne olduğunu bilmiyoruz.
Bakan olarak bunları söylediğine göre, uydurmadığını varsaymalıyız.
Ancak Bakan Bozdağ’a şunu hatırlatmalıyım ki FETÖ’cülerin, Türkiye’deki gibi bir devleti önemli ölçüde ele geçirebilmeleri için sadece tarikatlara girmesi yetmez.
Türkiye’deki gibi “verimli bir toprak” da bulmalılar ki Bakan’ın dediği tehlikeyi yaratabilsinler.
Bu “verimli toprağın” ne olduğunu biliyoruz: Her şeyden önce devlet yöneticileri bunlara bakarken “aynı amaca farklı yollardan gittiklerini” düşünüyor olmalı.
Bizde böyle olduğunu en yetkili ağız ifade etmişti, hatırlarsınız. Sonra devlet kademelerinde ilerlemelerinin ve yuvalanmalarının yolunu açacak bir siyasi irade de lazım.
ABD’de böyle bir siyasi irade zaman içinde oluşur mu bilemem ancak şunu söyleyebilirim ki böyle bir siyasi irade oluşsa bile “kurumlar” kendilerini bundan koruyabilirler.