Paylaş
“Adalet E–5’de aranmaz” diyen de var, “Niye yürüyor, hızlı trene binsin” diyen de.
Adaleti aramak için uygun olan yerin “parlamento kürsüsü” olduğunu söyleyen de var.
Tek tek isimler önemli değil. İktidarın, “Hak aramaya” yönelik genel bakışı böyle.
Hatırlarsınız, zeytinliklere sanayi tesisleri kurulmasına karşı çıkan Tarkan’a da “O şarkılarını söylesin, bu işe karışmasın” demişlerdi.
Geçmişte de sıkça duyardık. Bir akademisyen bir konuda hükümetin beğenmediği bir görüş mü açıkladı, yanıt
hazırdı: “Cübbeni çıkar, siyasete gir”.
Demokratik bir ülkede siyaset yapma yolunun sadece parlamentodan geçtiğine ilişkin temel bir kabulden kaynaklanıyor bu.
Demokrasiyi sadece seçimlere endeksleyen, güçler ayrımını, ifade özgürlüğünü ikinci plana iten bir bakış bu.
Halkın siyasete katılımını seçimden seçime oy vermekle sınırlamak isteyen, bir kez seçilenin herhangi bir kısıtlamaya tabi olmadan istediği gibi ülkeyi yönetebileceğini düşünen, siyasete profesyonel siyaset dışında bir alan tanımayan bir anlayış!
Oysa gerçek demokrasilerde siyaset, sadece politikacıların işi değildir.
Hükümetlerin eylem ve işlemlerinden şu ya da bu şekilde etkilenenlerin de politikaya katılma ve söz söyleme hakları vardır.
Bunu kullanmanın etkin yollarından biri de toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak.
Bu aynı zamanda ifade–düşünce özgürlüğü ile birlikte değerlendirilmesi gereken bir hak, onunla doğrudan ilişki içinde.
Bunun önünün açılması, Türkiye’de demokrasinin “çoğunlukçu” olmaktan çıkıp, “çoğulcu” olmaya doğru yönelmesi demek.
Çağdaş bir demokrasi böyle olabiliyor çünkü.
Ancak demokrasinin “çoğunlukçu” bir anlayışla baskıcı bir rejime doğru yönelmesinden rahatsızlık duymuyorsanız, buna karşı çıkabilirsiniz.
Siyasetin sokağa çıkmasından rahatsızlık duyuyorsanız yapmanız gereken şey bunun nedenini anlamaya çalışmaktır.
Nedeni de çok açık. Türkiye’de artık adalete güven kalmadı.
Mahkemelerin politik kaygılarla kararlar verdiklerine inanan çok geniş bir kesim var.
Son HSK seçimleri de gösterdi ki parlamentodan, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı için bir girişimde bulunmasını beklemek olanağı yok.
Bu durumda siyasetin geniş kitlelerin katılımıyla yapılmasından başka bir çare de kalmıyor zaten.
DAVUTOĞLU’NU DİNLEYEN VAR MI?
ESKİ Başbakan Ahmet Davutoğlu, Konya’da bir iftar yemeğinde konuştu ve “Bir bürokratın nerede doğduğu, hangi aileden geldiği, hangi topluluğa ait olduğu değil, sadece liyakati konuşulduğu sürece devlet ayakta durur. O benim yakınım, akrabam, şu benim ilerde işime yarar diye bürokrasiyi başka kriterlerde inşa ederseniz, devlet ayakta kalamaz” dedi.
Belli ki Davutoğlu’na başbakanlıktan ayrıldıktan sonra bir zihin açıklığı gelmiş.
Keşke, en yetkili makamı temsil ettiği dönemde de böyle düşünmüş ve gereklerini yerine getirmiş olsaydı.
Ama hâlâ geç değil.
Devlet içinde yuvalanmış Fetullahçı çete temizlenirken bari buna dikkat etsinler
ama hiç de ümit var görünmüyor durum.
Mesela adli ve idari yargı hâkim ve savcılık sınavında 70 puan barajı kaldırıldı ve sınavı aslında kaybetmiş olması gereken bazı avukatlar da “açıktan atama usulüyle” yargıç ve savcı oldular.
Daha sonraki sınavlarda da yüksek puan alan adaylar, mülakat sırasında elendi.
Bu “acil ihtiyaç” gerekçesiyle açıklanıyor ama daha mesleğe girerken yeterli hukuk bilgisine sahip olmayan hâkim ve savcıların, gelecekte ne gibi sorunlara yol açabileceklerini tahmin etmek de zor değil.
Açıktan atananlarda ne özelliklerin arandığını da tahmin edebilirsiniz. HSK seçimlerinde de benzer bir durum ortaya çıktı. HSK’ya üye seçilenlerin hemen hepsinin aynı sayıda oy alabilmiş olması, liyakatten daha çok siyasi tercih ile açıklanabilir.
Merak ediyorum, Davutoğlu bu seçimde oyunu kullanırken neye baktı: Parti yönetiminin işaret ettiği isimlere mi, adayların liyakatine mi?
Devletin diğer kadrolarındaki tayin ve terfiler için de aynı sorun halen devam ediyor: İmam hatipli olmak ve iktidar partisinden bir referans bulmak yeterli. O işi ehliyetle yerine getirip getirmeyeceğinizin bir önemi yok.
Böyle bir devletin gelecekte ayakta kalmasının zorlaşacağını söyleyen de ben değilim, Ahmet Davutoğlu.
BU DA BENİM ROMAN LİSTEM
HÜRRİYET Pazar, bence çok önemli bir iş yaptı ve bir büyük jüriye Türkçede yazılmış en iyi 100 romanı seçtirdi.
Listeye bakınca jüriyi kutlamak istedim, çünkü son derece başarılı ve tutarlı bir seçimdi.
Yıllar önce, Yasemin henüz liseyi bitirmemişken ona ve arkadaşlarına bir liste yapmıştım.
Hayata atılmadan önce okunması gereken romanlardan oluşan bir listeydi bu.
Çünkü gerçek hayatı ve ülkemizi tanımanın etkili yollarından biri roman okumaktır.
İşte benim listem:
Halit Ziya Uşaklıgil: Aşk–ı Memnu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Yaban. Ahmet Hamdi Tanpınar: Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Peyami Safa: 9. Hariciye Koğuşu. Kemal Tahir: Yorgun Savaşçı. Orhan Kemal: Bereketli Topraklar Üzerinde. Sabahattin Ali: Kürk Mantolu Madonna. Yaşar Kemal: Orta Direk. Attilâ İlhan: Bıçağın Ucu. Sevim Burak: Yanık Saraylar. Sevgi Soysal: Yenişehir’de Bir Öğle Vakti. Adalet Ağaoğlu: Ölmeye Yatmak. Selim İleri: Aynalı Dolaba İki El Revolver. Füruzan: Parasız Yatılı. Oğuz Atay: Tutunamayanlar. Yusuf Atılgan: Anayurt Oteli. Bilge Karasu: Troya’da Ölüm Vardı. Latife Tekin: Sevgili Arsız Ölüm. Mehmet Eroğlu: Issızlığın Ortası. Orhan Pamuk: Kara Kitap.
Paylaş