Unutarak uyansam!

BİR grup ak saçlı erkek, geçen gün Beyoğlu’nda bir meyhaneye gittik, “tek kişilik orkestra” Tanju Okan’ın bir şarkısını çalıyordu: “Öyle sarhoş olsam ki!”

Haberin Devamı

Masalardaki kadınları da, erkekleri de melankolik bir ruh durumu içinde şarkıcıya eşlik ederlerken yakaladım.
“Seni gördüğüm günü / sevdiğimi unutsam / bir başka dünya bulsam / içinde sen olmasan / öyle sarhoş olsam ki / bir daha ayılmasam / her şey bir rüya olsa / unutarak uyansam.”
Öyle kolay değildir tabii, istediğin kadar “unutarak uyansam” de, uyandığında, bir de bakmışsın kaldığın yerdesin.
Geçen hafta aşka âşık olmak durumu ile ilgili yazmıştım, devamlı okuyucular hatırlayacaktır.
Aşkı, aşk için yaşamaktan” söz ediyorduk. Meyhanede Tanju Okan’ın bu şarkısını dinlerken, aşka âşık olma durumunun başka boyutları olabileceğini de düşündüm.
Aşkımızı yönelttiğimiz insan, aslında bizler gibi sıradan bir insandır.
Ama aşkın doğası gereği biz onu kafamızın içinde bambaşka bir yere yerleştiririz.
Ona belki de hiç sahip olmadığı, olamayacağı değerler atfeder, deyim yerindeyse “tapmaya” başlarız.
O bizim kuzey yıldızımızdır, yol gösterir; güneşimizdir, dünyamızı aydınlatır; rüzgârımızdır, ruhumuzu önüne katıp savurur.
Ayrılık kaçınılmaz olduğunda, böyle değerli bir şeyi kaybetmenin acıları içinde kalırız.
Uyumak ve unutarak uyanmak isteği bundan kaynaklanır.
Çünkü gece yarısı beynimizde bir şimşek çakmasıyla uyandığımızda aklımızda sadece o vardır, unutarak uyanmayı beceremediğimiz için de artık uyku tutmaz zaten.
Kafamızın içinde dönüp dolaşan cümlelerin tek bir amacı vardır.
Onu artık bu değerlerle düşünmeye devam edemeyeceğimizi biliriz, onu zihnimizde hiçlik düzeyine indirgeyecek bahaneler, gerekçeler üretiriz.
Birlikteyken yücelttiğimiz, olağanüstü değerler atfettiğimiz insanı içi boş bir nesne haline getirmeye çalışırız.
Bir kadındır ya da bir erkek, fark etmez.
Bunu, beynimiz artık ondan vazgeçmemiz gerektiğini bize emrettiği için yaparız.
Ama bu arada “yas” hemen bitmez tabii. Hatta çok çok uzun da sürebilir.
Yasımızı, aşkın yüce duyguları içinde eritmeye çalışırız. Kaybettiğimiz kişiye değil, yitip giden ve kolayca geri gelmeyeceğini bildiğimiz aşk için yas tutarız.
Aşka âşık olmak böyle bir durumdan kaynaklanır.
Özneyi değil, eylemi içselleştirir, bu yolla özneyi unutmaya çalışırız.
Ama hayat, bize her zaman istediklerimizi vermez, bu konuda hiç vermez!
Bu çabanın sonuçlarından biri de insanın kendisini suçlamaya başlamasıdır.
Onu kolayca bıraktığımız için suçlarız kendimizi.
Kendimizi çile çekmek için inzivaya girmiş bir keşiş gibi acıya mahkûm ederiz bu nedenle.
Artık ortada özne de kalmamıştır, ama elde “aşk” ile ilgili duygularımız vardır, ona yöneliriz.
Vardığımız yer yine aynıdır, aşka âşık oluruz.
Sonuna kadar yaşanmadan bitmiş ilişkileri de buradan anlarız zaten.
Biten ilişkinin taraflarından biri ya da ikisi de dönüp dolaşıp konuyu o ilişkide yaşadıklarına getiriyorsa bilin ki ocakta küllenmesi çok zaman alacak köz duruyordur.
Bu, yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi karşısındakini içi boş bir nesne haline dönüştürme sürecidir.
Terk edip gittiği düşünülen kişinin suçlanması olağan bir durumdur.
Zaten o da tersini kendisi açısından yapıyordur.
Gazetelerin magazin eklerinde arada bir boy gösteren ve eski sevgiliyi yerin dibine sokmayı amaçlayan davranışların, tutumların nedeni budur.
Oysa aşkı insan evet tek başına yaşayabilir ama bir ilişkiden söz ediyorsak bu iki kişinin yer aldığı bir durumdur ve taraflardan sadece biri suçlu, diğeri masum olamaz.
Aşk bir dengesizlik işidir ama o kadar da değil!
Böyle düşünenler için Baudelaire’in bir şiirini hatırlatmak isterim:
“Hem yarayım hem bıçak! / Hem şamarım hem yanak! / Hem gerilenim hem geren! / Hem kurbanım hem cellat!”
Peki ne olacak, bir kere âşık olduk ve sonunda sepetlendik diye hayatımızın sonuna kadar Tanju Okan şarkıları dinleyip kadehlerdeki dudak izlerinde giden sevgiliyi mi arayacağız?
Bir toplum içinde yaşıyoruz ve herkesin olduğu gibi ayrılan âşıkların da arkadaşları, dostları oluyor.
Ve bu konulardaki arkadaş tavsiyesi de genellikle “Çivi çiviyi söker, başkasını bul” oluyor.
“Çivi çiviyi söker” düsturunun takipçilerini çevrenizde çokça görebilirsiniz, dikiş tutturamadıklarını da fark etmişsinizdir.
Çünkü şu kadar milyar insan içinde, “ruh eşim” diyebileceğiniz milyonlarca insanın olabileceği bir gerçektir ama onlar ile karşılaşma olasılığınız, milli piyangoda büyük ikramiyeyi yakalamaktan olsun olsun biraz fazladır.
Oysa Bram Buunk ve Wim Mutsaers isimli iki araştırmacının çalışmasından haberdar olsalardı böyle bir şey önermezlerdi, çivi sökmek için yeni çivi peşine düşenler de ne yaptıklarını iki kere düşünmek zorunda kalırlardı.
Araştırma, başarısızlıkla sonuçlanan bir ilişkinin tüm izleri silinmeden girişilecek yeni ilişkinin uzun ömürlü olamayacağını ortaya koyuyor.
Çünkü o silinmemiş izler, yeni sevgilinin her hareketinin yargılanmasına yol açıyor, en küçük bir tartışmada bile bir uzlaşma yolu bulunmasını güçleştiriyormuş.
Gökçe’nin şarkısı, bir pop şarkısı ama sözlerine dikkatinizi çekmek isterim:
“Tuttu fırlattı kalbimi / ezdi üstünü, çiğnedi / zamanla geçer dedi / zamanla zamanla”!
“Zaman” ile “aşk” arasında böyle tuhaf bir ilişki var.
Bir yandan aşkın zaman içinde yok olabileceğine, zamanın aşk ilişkisini başka şeylere (arkadaşlık, alışkanlık gibi) dönüştürebileceğine inanmak, genel bir tutum.
Öte yandan “aşk acısının” ilacı da yine genel inanışa göre “zaman”dan başka bir şey değil.
Yine başa dönüyoruz: İhtiyaç duyacağımız zamanı bize sağlayacak olan şey, geçmişte yaşadığımız duyguya âşık olmaktır.

Yazarın Tüm Yazıları