Her mesleğe saygım, hürmetim var. Ama herhangi bir mesleğin de kendini gereğinden fazla havalı bir yerlere konumlandırmasına bir noktadan sonra gıcık kapıyorum. Hangi havanın gereğinden fazla olduğuna kim karar verecek derseniz, ben vereceğim tabii ki!
Geçen haftalarda bu hususla ilgili çok sıkıntı yaşadım ve yaşattım. Böyle “Çorbaları çok güzel ama adam biraz ters”, “Makarnası müthiş fakat mekân sahibi huysuz” gibi şeylerin normalmiş ve hatta sempatikmiş gibi kabullenilmesi bana gelmiyor.
Örneğin adamın gerçekten çorbaları müthiş. Ama çalışanlarına alabildiğine hödükçe davranıyor. Müşterilerle ters ters konuşuyor. Böyle olunca bana gelenler geliyor. “Çorbalarınız gerçekten çok güzel ama dünyanın en güzel çorbasını bile yapsanız asgari ücret verdiğiniz çalışanlarla konuşurken üslubunuzu ayarlamama hakkına sahip olmuyorsunuz” demek durumunda kalıyorum. Karşımdaki konuyu uzatınca da yumuşak karnına tekme atmaktan geri duramıyorum: “Altı üstü çorba yapıyorsun birader, insanlığı yok olmaktan kurtarıyormuşsun gibi hallere girmeye gerek yok.”
Makarnacıya ayıp mı?
Böyle olunca ne oluyor? Bir mekâna daha bir daha gidemez hale geliyoruz. Olsun. Gastronominin yükselişine ben de seviniyorum ama bir daha yemezsem öleceğim bir yemek de yok.
Moda’da mimarı Zeki Sayar olan Batum Apartmanı var. Malum kentsel dönüşüyoruz ya...
Yıkılacakmış. Yerine, semti parselleyen iki inşaat firmasından birinin şablon binalarından yapılacak muhtemelen. Bir ay önce başka bir stil sahibi bina da aynı yola kurban olmuştu. Ondan önce bir başkası, bir başkası. Hatta 1800’lerin sonunda kilise lojmanı olarak yapılan başka bir güzel binanın da yıkılması gündemde. Zamanında koruma kararı çıkartılmamış. Şimdi mal sahiplerinin bir kısmı müteahhit bize fazladan bir daire verecek diye yıktıracak.
Batum Apartmanı daha önce de sosyal medyada paylaşıldı. Altına çok bilenler kulübü üyeleri gelip “Yeaa bir numarası yok zaten, dümdüz bina” falan yazdılar. ‘Benim estetik anlayışım çok süpersonik’ bakış açısıyla takılan insanların ortasında canın neyi, ne zaman isterse yıkarsın tabii. Zamanında AKM yıkılırken de kapısından bir kere bile girmemiş, binayla hiçbir ilişki kurmamış, Cumhuriyet dönemi mimarisinin de genel olarak çirkin olduğuna hükmetmiş vatandaşlarımız “Zaten çirkindi yeaaa” buyurmuşlardı. Bu bir vatandaş varyantı. Ben pek o kasa değilim.
Bir de bir şeylere başta ayar olup sonra mermer görünce “Aslında fena olmamış” diyen vatandaşlarımız var. Tarihi Karaköy Yolcu Salonu’nun ‘yanlışlıkla’ yıkılmasıyla sonuçlanan malum projede bunlardan çok görmüştük. Silüeti sefil etmiş, doku olarak her yeri kaplayan AVM dokusuna bürünmüş; adam bakıp mermeri gördü ya, “Aslında o kadar da kötü değil” diyor. Bunları ortalama bir banyoya sok, onu da beğenirler. Fayansı, mermeri varsa tamamdır. Antrasit favori renkleridir. Ben bu kasa da değilim.
Bütün bu sebeplerden dolayı yeni AKM’yi eskiyle alakasız bir şey olarak kafamda kodlamıştım ve gitmemek, görmemek için kırk dereden su getiriyordum. Ama artık bir noktadan sonra kaçarım kalmadı. Kentte büyük sahne yok. Güzel prodüksiyon da konmuş. Atladım, gittim.
Salon kısmı okey. Bir de dediğim gibi koca şehirde anlamlı sahne olmadığı için salon görmeye hasret kalmışız. Olmamış olsa da rakibi olmadığı için olmuş sayacaktık. Zaten yıktığınız da okey’di.
İşin kalan kısmı bana göre yine AVM spor. Salon var mı var, bina var mı var, ne yok dersen eskisinde olan ruh yok. Bir de onun yıllardan taşıyarak geldiği tarih yok. Ha bir de tuvalet yok. Var da az var.
Sabah vakitli kalktım. Köpeği aldım, çıktım. Yürüyüşün 10’uncu dakikası gibi bir anda bir aydınlanma geldi. ‘Ya’ dedim, ‘Kaç dakikadır yürüyorum. Hiç kaldırımdan inmem gerekmedi, bir tuhaflık var’. Kaldırımda bir tane elektrikli scooter kalmamış. Garip bir duygu.
Geçen günlerde Kadıköy Belediyesi bu cihazlara atarlanıp “Gerekirse toplarız” deyince ‘Yaparlarsa son 40 yılın en büyük belediye hizmeti olur’ demiştim. Ama ne yalan söyleyeyim, pek inancım yoktu.
Sonrasında bir kısmını belediye topladı. Bir kısmını ilgili marka gelip almış. İnanılmaz bir şekilde yürünebilir bir kaldırım ortamı oluşmuş. ‘İsteyince oluyormuş demek ki’nin mükemmel bir örneği.
Tabii tartışma sürüyor, onun farkındayım. Başat markanın kurucusu kızmış ve bir seri tweet atmış. Okuyunca ilgili taşıta olan antipatim daha da arttı, valla öyle bir marketing başarısı...
Diyor ki: “Her gün onlarca şikâyet gelse alabileceğiniz maksimum şikâyet 99x365gün=36.135 olur. Oysa son
12 ayda ‘Kadıköy’de daha fazla scooter istiyoruz’ diyen Kadıköylü sayısı 101.874. Paris referandumu Kadıköy’de yapılsa sonuç ortada.” Gerçekten bir teknoloji şirketi yöneticisi için mükemmel bir data okuma. İlçe nüfusu 400 bin. Yaş kırılımına göre yüzde 50’si 60 yaş üstü. Kendisi ilçe sınırlarından atılan her mesajın ‘Kadıköylü’ bireyler tarafından atıldığını ve tekil kullanıcı olduğunu kabul etmiş. Yani her 4 ilçe sakininden 1’i ki istatistiğe göre aralarında 60 yaş üzeri insanlar da olmalı, “Bize daha çok scooter bağla” diye ölüyormuş.
Engellilerin, bebek arabalarının ve normal yayaların kaldırım kullanım hakkının referanduma götürülebileceğini düşünmek de harika. Her şeyin ‘sandığa’ götürülebileceği düşüncesi tabii bir süredir toplumumuzun maalesef mantıklı zannettiği bir argüman. Yine de
Yılbaşından az önce bir gün, sabahın erken saatleri arkadaşla SGK’nın önünden geçiyoruz. Kapıda deli gibi kuyruk var, uzandıkça uzanıyor. “Yazık insanlara ya sabahın bu saatinde” dedi. “EYT’li onlar, eksik prim kapatmak istiyorlar yıl dönmeden” dedim. Bir celallendi, “Haaa ben de normal yaşlı emekliler mağdur oluyorlar sabah sabah diye üzülüyorum, bunlar genç zaten hepsi o zaman. Beklesinler, üç sene daha bekleyebilirler burada, bir şey olmaz; vakitleri de var fizikleri de” diye saydırdı.
Ben bazı konular için bunlar sosyal medyada kavga çıkarıyor ama normal insan hayatında bu kadar karşılığı yok diye düşünüyorum. Gördüğüm kadarıyla EYT konusu bunlardan biri değil. Toplumumuz içinde husumet yaratan konular arasına olanca hızıyla eklenmiş bile.
Berbere giriyorum. Berber emekli olmuş. Müşteri saydırıyor: “Hah bir de size bakacağız yani şimdi.” Berber korkmuş, “Hocam vallaha başvurmayacağım, ben korktum sizden. İşimin başındayım” diyor.
Müşterilerin sakinleşesi yok: “Yok bir de çalışmasaydın. 40 yaşında emekli mi olunur, çalıştığınızdan daha uzun süre maaş alın bir de, oh ne âlâ...”
Akşam arkadaşlarımla yemeğe gidiyoruz. Masadaki 10 kişiden 6’sı 40’larının ilk yarısında. Beşimiz emekliliğe hak kazanmış. Ben kazanmamışım bir tek, o da prim günüm tutmadığından. Kazananlar şaşkın. “Bizim böyle bir beklentimiz yoktu ama durduk yere emekli olduk, hadi bakalım” diyorlar. Bir arkadaşımız çalışmaya başladığı günden beri emeklilik için gün sayıyordu. Yıllardır da “Son 1.000 günüm, son 642 günüm” gibisinden tek tek sayıyordu şafağını. O çok mutlu. Ama onun da çeşitli WhatsApp gruplarına attığı coşku dolu mesajlar bir süre sonra geri tepmiş. Her bir grupta ayrı ayrı laf yemiş, terslenmiş, özetle “Git emekliliğini uzakta kutla, biz senden 1-2 sene sonra girdik diye zibilyon gün daha çalışmamız lazım” demişler.
Size iyi forumlar...
Bu masadan kalkınca arkadaş arası grubumuza bir mesaj düşüyor: “Gençler, aranızda emekli olan var mı? Varsa bir süre bu gruba girmesin, ağır konuşacağım.” Emeklilerimizse 1-2 gündür yedikleri dayaktan tecrübeli. “Biz ne gideceğiz, asıl sen git, Twitter’da İlker Canikligil ile beraber kutlu davanın peşine düş” diye defanstan uzun toplarla çıkmaya başlıyorlar. Ben hemen “Benim girişim tutuyor, primim eksik, genel olarak durumun çok da adil bir şekilde çözüldüğünü düşünmüyorum. Size iyi forumlar, hayırlı günler” deyip, konuyla ilgili söyleyebileceğim her şeyi söyleyip çekiliyorum. Neme lazım, birbirlerini döverken benim de üzerimden geçerler falan.
Aziz Nesin’in malum lafı, hani şu “Halkımızın yüzde şu kadarı şudur” dediği laf ara ara çeşitli vesilelerle hatırlanır ya. İşte ben o lafa katılmıyorum. Halkımızın ezici çoğunluğu süpersonik bir zekâya sahip. Çok küçük bir kısmı aptaldır. Aptalları da işi düzgün yapma, kurallara uyma konusunda yanlış ata oynamalarından ayırt edebilirsiniz. Çünkü zeki olan çoğunluk uyanıklıktan yana hiç geri kalmaz. Anlatmıştım, usta meseleleriyle uğraşıyordum. Ustalar gitti, şimdi arkalarından neyi ne kadar yapmadıklarını ve yapmamalarını kamufle etmeye yordukları cin akıllarının izlerini görüyorum.
Dolabı demonte eden arka suntayı kırmış. Ama “Ben bunu kırdım” derse yaptığı yanlışın bedelini ödemek zorunda kalacağından onu almış, başka bir parçanın altına sotelemiş. Parasını alıp gittikten sonra bulunsun, arkasından küfredilsin istemiş. Öyle de oldu. Diğeri duvarı yamuk yapmış. Onu kapatmak için lavabo dolabını hızlıca getirip önüne bağlamış. Ben de diyorum bir işi yapsın diye 52 kere rica etmek gerekiyordu, hangi dağda kurt öldü de bunu bu kadar hızlı taktı? Şimdi bu tabloda nefesimi tuttum; kardeşimizin yaptığı tesisatın başıma çıkaracağı sorunları bekliyorum. Bakalım alt komşum sizden su sızıyor diye ne zaman gelecek?
‘Dövüş kulübü’nün kuralı...
Başka akıllılık örnekleri de sayayım. Alt sokakta bir vatandaşımız kaldırıma park etmeyi engellemeyi amaçlayan demir babayı sökmüş. Hatta takılabilir sökülebilir hale getirmiş. Gelince söküp arabasını kaldırıma park ediyor, giderken ‘yerine’ başkası park etmesin diye geri takıyor. Bu milletin yüzde şu kadarı aptal diyorsunuz. Yüzde üçü beşidir o. O da biziz.
Beni genel olarak hep güldürmüş, gülemeyeceğim bir ortamdaysam da içime içime müstehzi bir ifade atmama sebep olmuştur ‘ustalık dönemi’ kavramı. Çünkü sanki matah, iyi bir şeymiş gibi söylenir. Ama Türkiye’de usta dediğin kişinin nasıl iş yaptığı göz önüne alındığında aslında insanın kendisine epey ağır bir laf etmiş olduğu sonucu ortaya çıkar.
Bu aralar ustalık dönemindeki ustalarla vakit geçiriyorum kapsamlı tadilatlara girmek zorunda kalmam hasebiyle. Ve açık konuşayım, ortada ustayım diye gezen biri varsa oradan uzaklaşmak, durumların yüzde 90’ında doğru karar olacaktır (Rahmetli ‘Büyük Usta’ Kayahan’ı ve sevenlerini tenzih ederiz).
Ben çırak mıyım?
Mesela şimdi benim elimdeki ustayla konuşurken işçilik artı belli bir rakama anlaştım. Belli bir rakam dediğim şey malzemeleri kapsıyordu. Çünkü ustanın tersine ben ustalık döneminde olmadığımdan yapı malzemelerinden anlamam. Kendisine de bunu dedim. O da olanca samimiyetiyle “Tabii abi, sen ne anlayacan zaten” dedi. Ustanın yapı malzemelerinden anlamayanları ötekileştirmeyen, kapsayıcı yaklaşımından son derece memnun olarak kendisine talep ettiği malzeme parasının bir kısmını verdim.
Bu yapı marketlerde iki tip çalışan birey var. Biri görevinin başında, motive, dükkân sahibi gibi, yardımsever, iş bitirici. Diğerinin çalışası falan yok. Duşakabinler bölümünde birinci model bir abiyle konuşuyorum. Mükemmel bir kişi. Neyi almayı düşünsem onu niye almamam gerektiğini harika bir şekilde izah ediyor.
* Abi bu dışarı açılanlar sıkıntılı. Menteşesi er geç bozulacak. Sonra o menteşeden bulamayacaksın bir daha.
* Şimdi bu camlar ortadan çekiçle vursan kırılmıyor ama köşeleri hassas. Bu modellerde köşeler açıkta kalıyor. Oraya bir şey çarparsa tuz buz olur.
* Bakın, bunların profilleri ince, dayanıksız, sık kırılıyor.
* Bu bölünmüş çerçeveli gibi görünen modeller çok tutuyor. Ama bu çerçeve görüntüsü aslında yapıştırma. Bunlar soyuluyor suyu yiyince.
Sonuçta zaten sağ olsun eleye eleye bana iki model bırakıyor. Zaten bunlardan aşırı sıkılan bir kişiyim, benim için seçimi başkasının yapıp işimi kolaylaştırmasından daha güzel bir şey olamaz. Bu arada yapı market bünyesinde en çok duyulan cümle “Abi aldın aldın, zam gelecek. Büyük zam gelecek. Çok fena gidecek fiyat”…
Bu tabii buraya has bir cümle değil. Köfteciye de girsen “Abi zam gelecek”, köpek mamasına da baksan “Abi zam gelecek”, eve su da söylsen “Abi zam gelecek”… Neyse duşakabini koyduk cebe.
Selamlar. Rusçanız ne durumda? Valla akıcı değilse şu sıralar İstanbul’un pek çok semtinde ev bulmanız biraz zor, ben size bunu baştan açık açık söyleyeyim. Bir kere emlak sitelerinde şöyle bir gezerseniz ciddi bir kısmının ‘Fully Furnished Flat with Balcony for Foreigners’ (Yabancıya balkonlu, möbleli daire) gibi ilanlarla çıktığını, bir kısmının ise doğrudan Kiril alfabesiyle yazıldığını görebilirsiniz.
“Ne olacak, yabancı için verilmiş ilanı biz tutamaz mıyız” diyebilirsiniz. Ben de size gülerim bu dediğiniz yüzünden. Çünkü emlakçı bireyler ya “Abi, o ev yabancıya” diyor ya da ‘bir yıllık peşin’ gibi ilginç şartlar koyuyor. “Bir yıllık mı peşin” diye sorarsanız da “Ruslarla o şekilde çalışıyoruz” diyorlar.
“E, ben Rus değilim” diyene de “O bizim problemimiz değil, olsaydın” demeye getiriyorlar.
Ortalamada ve yeri geldiğinde bu kadar milliyetçi olan bir toplumun iş bu tip hususlara geldi mi Katar’a Dünya Kupası satmaya çalışan FIFA gibi gözünün dönmesi de ayrıca bir manidar. Emlakçılar ayrı, ev sahipleri ayrı delirmiş. Size bir-iki enstantane anlatayım bu emlak diyaloglarından:
- Selamlar, sarı sitedeki ilan için aradım.
- Merhaba, o evi yabancıya veriyoruz.
- Biz de tanıdık değiliz zaten.