National Geographic belgesellerindeki avını gözüne kestiren aslanlara benzer görüntüleri izlediğimde, “Şu hale bak ya, hiçbir şey bu kadar kalabalığın arasında itilip kakılmaya, ezilmeye değmez” dedim. Meğer büyük konuşmuşum!
Efendim pazar günü mükellef bir kahvaltının ardından rotayı, kardeşim Semih Çalışkan’ın Bir Bar Filozofu kitabının imza günü olması münasebetiyle TÜYAP’taki 34. İstanbul Kitap Fuarı’na çevirdim. “İstanbul’un merkezine 10 dakika uzaklıkta” diye pazarlanan sitelere yakın olduğunu umarak başlayan yolculuğumuz 1,5 saat sürerek, Beylikdüzü’nün apayrı bir gezegen olduğuna beni bir kez daha inandırdı.Trafik, güneşli bir günde Bebek’teki pazar sabah kahvaltısı keşmekeşine taş çıkaracak cinstendi! “Bu nedir yahu, herhalde insanlar yazlık evlerine falan gidiyorlar” diye dırdır söylendim durdum. Ama yanılmışım!
BEBEK’İ BIRAK, KOLAYSA TÜYAP’TA 3-5 TUR AT
Meğer onca insan benim gibi kitap fuarına gidiyormuş. Abartısız söylüyorum, etraftaki sitelerin otoparkları bile ücretli hale çevrilmiş olmasına rağmen hiç yer kalmamıştı. Yüzlerce insan sanki Madonna konseri girişi gibi sıralar oluşturmuştu. Yok yok daha açık konuşayım, H&M’in özel gecesine taş çıkaracak bir kalabalık vardı. Hem de Balmain değil, kitap almak için sıradaydı bu kadar insan. Üstelik beleşe değil, cüzi de olsa bir ücretle! Çoğunluğu gencecik, pırıl pırıl bu insanları gördükçe içim açıldı. Helal olsun kitap için onca yolu göze alan herkese! Neyse efendim... Kalabalığı yara yara, ulaştım sonunda Semih’in standına... “Bir Bar Filozofu”na ilgi büyüktü doğrusu. İmzalı kitabımı aldıktan sonra kendisini “izdihamı” ve “havasıyla” baş başa bırakıp, fuarda turlamaya başladım.750 yayınevinin binlerce kitap ve yazarla katıldığı bu organizasyonu ilk gününde ziyaret edenlerin sayısının 60 bini aştığını duyunca kulaklarıma inanamadım. O sırada önümdeki iki genç kızın konuşmalarına kulak kabarttım. “Ya dün Büşra Yılmaz’ın imza gününde insanlar birbirlerini ezmiş, hatta en sonunda kızın üzerine stand düşmüş” sözlerini duyunca gerçekten böyle insanların varlığına şükrettim. Keşke ruhlarımızı, marka tutkunu sosyetikler yerine yazarlardan imza almak için birbirleriyle yarışan yeni nesile dönüştürebilsek!
Ayşe Özyılmazel hararetli hararetli saydırıyordu birilerine. “Hayırdır inşallah” dedim içimden, “Bu hiç de bizimkinin alıştığımız halleri değil”...
Neyse efendim, başladım jeneriğin ‘vaat ettiği’ şok açıklamaları beklemeye...
Ve derken o an geldi çattı, Ayşe Kız aldı sazı eline...
Lafın gelişi değil, gerçekten ağzım açık izledim olaylı ‘demeci’. Gözlerim fal taşı gibi açıldı, artık ne uykusuzluğumdan eser kalmıştı ne de sabah mahmurluğumdan...
“Ben iyi insan olmaktan çok yoruldum. Genç kızlığım elimden alındı. Hayatımın içine edildi. Çok büyük depresyona girdim.
Bugüne kadar sustuysam kendime olan saygımdan sustum. Hâlâ susabilirim kimse elini benim üzerimde temizleyip mutlu hissetmesin her şey bir yere kadar.”
Eski eşi Ali Taran’a bu serzenişleri, yaşadığı travma sonrası stres bozukluğunun habercisiydi adeta. Belli ki biriktirdikleri kalbini aşıp, patlama haline gelmişti.
Gençlik hayallerinde ise astsubay olup, bir öğretmenle evlenip huzurlu, mutlu bir yuva kurmak varmış. Ama kader onu bambaşka bir mecraya, oyunculuğa ve ekranlara atmış. İyi ki de öyle yapmış. Şunun şurasında gördüğümüzde içimizi ısıtan, yüzümüze keyifli bir gülümseme yayılmasına neden olan kaç kişi var ki? İlker Ayrık, müthiş pozitif enerjisi, neşesi ve yeteneğiyle bunların en başında gelen isimlerden. Şu sıralar 13 Kasım’da Kanal D’de başlayacak yeni yarışması “İlker Ayrık’la 1-0”ın hazırlıkları için koşuşturuyor. Ben şimdiden uyarayım, bu yarışma da bağımlılık yapabilir...
* Maşallah “tek kişilik dev kadro” gibisin. Bu başarılı, enerjik ve matrak halin genetik mi?
- O kadarını bilemem ama eğer aileme çektiysem ne mutlu bana... Anne tarafım muhacir. 1958’de, ellerinde ne var ne yok satıp Makedonya’dan Edirnekapı’ya gelmişler. Dört dayımın hepsi de sanattan nasibini almış adamlardı. Biri heykeltıraşlıkla uğraşmış, diğeri memleketinde aktörmüş, öbürü tiyatro yapmış, dördüncüsü ise halk danslarıyla haşır neşirdi. Türkiye’ye gelince maddi şartlardan dolayı bunları bir yana bırakıp, sanatı rafa kaldırmışlar. Otellerde tercümanlık, fabrikalarda işçilik falan yapmaya başlamışlar.
* Melodrama bağlayacaksan mendilimi hazırlayayım...
İlk olarak dizinin “Don Corleone”si Bahri Umman’ı canlandıran Musa Uzunlar ile oturduk muhabbete. Öylesine ağırbaşlı ve vakur bir adam vardı ki karşımda, “Çocukken de mi böyleydiniz?” diye sormaktan kendimi alamadım. Uzunlar, gülerek, her çocuk gibi haylaz dönemlerinin olduğunu söyledi. Meğer ailesi onun doktor veya mühendis olmasını istemiş zamanında. Fakat o, aslında üniversiteye gitmek bile istemiyormuş. Nasıl olduysa evde Alain Delon’u taklit ederek başlayan aktörlük hevesi Mimar Sinan Devlet Konservatuvarı’na kadar devam etmiş ve bugünlere getirmiş kendisini.
“Biz yıldızlık peşinde koşan insanlar değiliz. Eğer sokakta birçok kişiyle fotoğraf çektirmek yıldızlıksa, biraz öyle olabilirim” diyor gülerek. Onun için en önemli şey oynadığı karakterleri doğru ve güzel bir şekilde ortaya çıkarmak.
Israrla magazin değeri olmadığını söylüyor “Poyraz Karayel”in Bahri Baba’sı. Kendisi gibi oyuncu olan eşiyle sakin ve tiyatro dolu bir hayat sürdürüyor.
Bir de Boğaz sevdası var ki sormayın! Bir yakadan diğerine yüzerek geçmeyi kafasına taktığı için, Boğaz Olimpiyatları sırasında yarışmacı olmamasına rağmen diğer yüzücülerle birlikte atmış kendini serin sulara... Güzelliğini seyre daldığı, rakı balık keyfi yaptığı Boğaz’ın, bir de yüzerek tadını çıkarmakmış amacı... Soramadım ama içimden “Az biraz deli misiniz yahu, niye vapura binmediniz?” demek gelmedi de değil...
“Sevgili İzzet, en az senin kadar deli bir arkadaşının psikiyatri divanındaki sayıklamaları...” notuyla adıma imzalanmış kara kaplı kitabın üzerinde Ertuğrul Özkök, hemen altında da büyük harflerle Annus Horribilis veya Script Mortem Post yazıyordu.
“Nasıl yani Ertuğrul Bey yeni bir kitap mı çıkarmış?” diye geçirdim içimden...
Ama bu soru kafamı fazla meşgul edemedi çünkü kelimelerine, fikrine, yaptıklarına hayran olduğum adamın; bir süredir içinde biriktirdiği cümleler okunmak üzere beni bekliyordu.
Kahvemden bir yudum alıp ilk sayfayı çevirdim.
HAYDİ GEL OTURUP YILDIZLARDAN BAKALIM DÜNYADAKİ NESLİMİZE
Türkiye’nin kaderini ‘mahşerin dört atlısı’ belirleyecek!
O, sosyal medyanın fenomen astrologlarından. Takipçileri,
neredeyse onun burç yorumlarına bakmadan sokağa adım atmıyor.
Global içecek firmalarından yerli moda şirketlerine kadar birçok marka onunla
işbirliği yapıyor. Posta’daki yazı dizileri ve Vogue’daki yazılarıyla adından sıkça söz ettiriyor.
Türkiye için çok önemli bu günde, astrolog Zeynep Turan’a “Haydi gel oturup yıldızlardan bakalım dünyadaki neslimize” dedim. Geçmişi ve geleceği, gezegenlerin verdiği işaretlerin diliyle yorumlamaya çalıştık. Zeynep, “mahşerin dört atlısı” Plüton, Uranüs, Neptün ve Satürn’ün penceresinden olan biteni anlattı. Bana da “Allah’ım sen ülkemi, gezegenimizi ve aklımı koru” demek kaldı.
Mehmet Aslan’la çocukluğundan milletvekilliği adaylığına kadar pek çok şey konuştuk. Bundan sonra “söz milletindir!” Ufak bir hatırlatma, pazar günü sandığa gidip oy kullanmayana bir daha “merhaba” bile demem, bu böyle biline!
*Tam da Yeşilçam filmlerindeki gibi Gazinocular Kralı babanın, yakışıklı ve şımarık oğlu profili çiziyorsun... Gerçekten öyle mi geçti çocukluğun?
- İşin aslı çok farklı. Herkesin düşündüğünün aksine, gazinodaki sanatçılardan da, oradaki dünyadan da çok uzakta büyüdüm. Annemin katı kuralları nedeniyle hayatım son derece disiplinli geçti. Evde televizyon açmak için bile izin alırdım.
*Ben seni Kazanova zannediyordum, ana kuzusu çıktın iyi mi!
- (Gülüyor) Ama o da kendince haklıydı, zor bir hayatı vardı. Balkan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak, vatanından uzakta büyümüş. Onların vatan hasretini dinleyerek geçti çocukluk yıllarım. Yatıp kalkma saatimizden kılık kıyafetimize kadar her şeye de dikkat etmek zorundaydık.
*İstanbullular babanın mekanlarında eğlenirken, sizin ev pek de neşeli değilmiş.
Yok saygısızlık yapmışım, yok şu, yok bu! Yahu İzzet, Kemal Bey gibi zarafet, nezaket dolu bir insana saygısızlık nasıl yaparım? Fakat bakıyorum da, bunu söyleyenlerin pek büyük bölümü programı izlememiş bile.
Sosyal medyadan, sağdan soldan duyup sallıyorlar. İki şeye takılmışlar. Bir oturuşum, bir de yaptığım bir şaka...
Oturma konusunda vallahi de, billahi de kabahatim yok. Programı İzmir’de yaptık. Belediye’ye ait şahane bir opera salonu inşa etmişler, orada. Yani anlayacağın, biz misafiriz. Sahneye de iki koca koltuk koymuşlar.
Oturunca içine gömülüyorsun. Kenarına ilişmeye kalksan da eğreti duruyor. Zaten belim sakat, arkama yaslanınca garip bir görüntü çıkmış ortaya. Ama inan ki hiç farkında değilim. Kızdıkları şakam ise şu; Kemal Bey’e ‘Urfa’da sizi tanıdılar mı?’ dedim.
Fatih Altaylı, 21 Ekim’de yayınlanan “Teke Tek” programında Kemal Kılıçdaroğlu’nu konuk etti.
KILIÇDAROĞLU TARZINA VE TAVRINA HAYRAN OLDUĞUM BİR ADAMDIR