İzzet Çapa

Güneşin Kızları light bir gençlik dizisi değil

21 Eylül 2015
Hatırlar mısınız bilmem, bir ay kadar önce “Törkiş dizilere dair istikşafi gözlemlerim” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. O gün “Güneşin Kızları” için de birkaç laf etmiştim. Berk Atan’a “vasatın altındaki oyunculuğu gözüme takılmıyor değil” diye yazmam onu kızdırmış. Buraya kadar her şey normal, zaten bu cümleden sonra sağlıklı bir insanın ellerini çırparak sevinmesi de beklenmezdi.

Oysa o yazıyı gençlerin hevesini kırmak için değil, aksine yolun çok başındaki insanların motive olup, işlerine daha iyi sarılmaları amacıyla yazmıştım. Boy pos tamam da, bu işi uzun yıllar yapmak, oyunculuk mesleğinde bir marka olmak istiyorsanız kendinizi geliştirmek için sürekli çalışmalısınız. Birileri sizi eleştirdiğinde de küsüp demoralize olmak yerine rolünüzü daha iyi yapabilmek için işe dört elle asılmalı, iyice kamçılanmalısınız. Mesele bir yere gelmek değil, orada uzun yıllar kalabilmektir...Velhasıl “dizinin dört atlısı” Nazlı, Selin, Ali ve Savaş’la röportaj istediğimi yapım şirketiyle paylaşınca, önce kabul edilmesine rağmen ertesi gün Savaş karakterini canlandıran Berk Atan’ın bahsettiğim cümle yüzünden benimle röportaj yapmak istemediği söylendi. Belli ki tek cümlelik eleştirim, genç oyuncuya ağır gelmişti. Anlaşılan burnundan kıl aldırmayan menajeri de, oğlunu şımartan anne misali Atan’ın eleştiriye tahammülsüzlüğüne destek vermişti. Bugüne kadar pek çok kişi röportaj teklifimi geri çevirmiştir; hiçbirine de takılmadım. Ama “küstüm oynamıyorum” kıvamındaki böyle bir gerekçe de açıkçası bana komik geldi.Acemiliklerine verip uzatmayalım ve öteki yıldızların hakkından çalmayalım; gelelim sadede... İşte bu mesele yüzünden Nazlı-Savaş hattını, Savaş’ın kendisi ve egosuyla olan savaşı nedeniyle tamamlayamadık efendim. Buyrun, “kas kontenjanından” yararlanmadan, tırnaklarıyla diziye dahil olan, Selin’in Aliş’i yani Tolga Sarıtaş’la muhabbetimize!

* Haydi gel Tolga’nın Harikalar Diyarı’nı anlatarak başlayalım sohbete...

- Valla diyar yaratacak kadar harikalar var mı hayatımda pek emin değilim (gülüyor). Aslına bakarsan hikayem gayet sıradan... Orta halli bir ailenin, üç çocuğundan en büyüğüyüm. Babam tekstilci, annem ise ev hanımı... Aslen Sivaslı olmamıza rağmen, İstanbul’da dünyaya geldim. Hâlâ ailemle yaşıyorum ve buna da bayılıyorum. 24 yaşındayım, yarışmaya İstanbul’dan katılıyorum ve yarışmacı arkadaşlara başarılar diliyorum (kahkahalar).
* Küçükken de böyle anasının kuzusu muydun peki?
- Öyle mi görünüyorum (gülüyor)? Tam tersine daha liseye giderken, hayatı öğreneyim diye annem beni mobilyacının yanına çırak olarak vermişti. Bir arkadaşımın babasına yardım etmek için pazarcılık yapmışlığım da var. Ben dışarı çıkıp oyun oynamaktan ziyade, içinde fazlasıyla hayata atılma isteği olan bir çocuktum. Bu yüzden de çok sosyaldim. Derslerim de gayet iyi olduğundan, her zaman üstesinden gelecek yeni uğraşlar arıyordum kendime...

Yazının Devamını Oku

Hande Erçel: İstanbul bana aşkı hem veren hem de alan şehir oldu

21 Eylül 2015
“Güneşin Kızları” bu sezon açık ara en çok sevdiğim yerli dizi! Ne yalan söyleyeyim, dolu dolu hayat hikâyeleri olduğuna inanmadığım için genç oyuncularla röportaj yapmayı pek sevmiyorum.

Ama diziyi izlerken Güneş’in kızı Selin’in intikam aldıktan sonraki bakışını görünce, içimden “Bu kızda ışık var” dedim. İki gün sonra da soluğu sette aldım ve seyircinin onu neden bu kadar sevdiğini anladım. Çünkü Hande Erçel gerçekten de dünyalar tatlısı! Buyrun muhabbetimize siz de katılın...

* Güneş’in kızı Selin olarak hayatımıza bir girdin, pir girdin. Peki Hande, Selin’le tanışıncaya kadar neler yaşadı?
- Benim hikâyem Bandırma’da başlar. Orada doğup büyüdüm. Beyaz eşya yetkili servisi babayla, ev hanımı annenin kızıyım. Bir de ablam var. Çocukluğum o kadar mutlu geçti ki, geriye dönüp baktığımda aklıma tek bir kötü anı bile gelmiyor. Bu yüzden aile konusunda çok şanslı olduğuma inanıyorum.
* Bu yeni nesil genç starlardan da, Küçük Emrah filmleri misali ‘acıların çocuğu’ hikâyesi hiç çıkmıyor...- İnan ki arabesk kategorisine girecek hiçbir yanı yok hayatımın. Dediğim gibi sevgi dolu ve keyifli bir çocukluk geçirdim.
* Madem Bandırma’da bu kadar mutluydun, İstanbul’a niye geldin?- Zaten baba tarafım İstanbullu olduğu için, şehri az çok biliyordum. 17 yaşında Mimar Sinan Üniversitesi Geleneksel Türk Sanatları Bölümü’nü kazanınca rotayı buraya çevirip, kız yurduna yerleştim. Ama bir sene sonra da “Bu böyle olmayacak” deyip Moda’da ev tuttum.

Yazının Devamını Oku

İngiliz basınına tiyatroyla değil, 1 Mayıs eylemiyle manşet oldum

19 Eylül 2015
Birçoğumuz onu “Leyla ile Mecnun”un Erdal Bakkal’ı olarak tanıdık... Ama aslında o, ODTÜ Fizik’i yarım bırakıp İngiltere’ye tiyatro okumaya giden bir oyuncu, ÖDP yöneticiliğinden Gezi Parkı’na uzanan müzmin bir solcu, her dönem halkın yanında duran bir aktivist... Bu aralar, geçen cuma günü vizyona giren “Kara Bela” filmiyle seyirciyi, Şener Şen’in tahtına aday gösterilen oyunculuğuyla selamlıyor. Cengiz Bozkurt’la üç saati aşkın bir sohbet yaptık. Müthiş esprileri, ince göndermeleri ve zeki gözlemleriyle beni bu bunaltıcı günlerdeki ağır havadan uzaklaştırdı. Umarım sizin de pazar gününüzü güzelleştirir...

* Duyduğuma göre çocukluğunda “Adım Adım Anadolu” programının ilk yapımcılarındanmışsın...

- Her memur çocuğu gibi taksit taksit büyüdüm, o yüzden de böyle kısa kalmış olabilirim (gülüyor). 9 yaşına kadar Nevşehir’de, 15’ime kadar da Adapazarı-Karasu’daydık. 80’de, liseye giderken Ankara’ya taşınıp orada kaldık. Babam Ziraat Bankası’nda şube müdürüydü. Anlayacağın lojmanlarda, paranın üzerinde büyüdüm (gülüyor).

* “Paraların üzerinde büyümek” de ne demek, yoksa sizin evde de ayakkabı kutuları mı vardı?

Yazının Devamını Oku

Atatürk’le sorunu olanların zekalarıyla sorunları var!

14 Eylül 2015
O bir hukuk profesörü. Ama öğrencilerine “Suskun hukukçulara benzediğim anda Ahmet Kaya’nın şarkısında olduğu gibi kafama sıkar giderim” diyecek kadar da şahsına münhasır.

Kızdığında, Yargıtay’ın önünde kendi kitabını yakacak kadar asabi. Ve “Türkiye bir hukuk devletiymiş gibi gösteriliyor ama değil. Hukuku ‘-mış’ gibi yaşıyoruz” diyecek kadar da farklı. Profesör Saba Özmen’le muhabbete kat mülkiyetinden girdik, Adalet Tanrıçası’ndan çıktık. Meğer doğru bildiğim ne çok yanlış, yanlış sandığım ne çok doğru varmış...


* Hocam size “deli profesör” deniliyor. Var mıdır bunun aslı astarı?
- Hayatımda duyduğum en güzel iltifat bana “deli” denilmesi. Bernard Shaw’ın “Bize birkaç deli lazım artık; şu akıllıların yol açtığı durumlara bakın” diye sevdiğim bir sözü var. İşte ben aranılan o deli olmaktan çok mutlu ve gururluyum.
* Beni kendine deli diyen bir hukuk adamı olarak şaşırtıyorsunuz... Biraz da küfürbazmışsınız galiba?
- Akıllıların bu kadar başarısızlığa koştuğu dönemde deli olmak iyidir. Pablo Neruda, bir şiirinde “Bilmek acı çekmektir” der ya, ben de bana acı çektirenlere karşı tepkimi böyle gösteriyorum.
* A-acayipsiniz yani...- Küfür ruhun yelpazesidir İzzet Bey kardeşim. Ayrıca aynı olmak da bana hakaretmiş gibi geliyor. Öğrencilerime “Suskun hukukçulara benzediğim anda Ahmet Kaya’nın şarkısında olduğu gibi kafama sıkar giderim” diyorum.

Yazının Devamını Oku

Yeşilçam tadında bir dizi 'Bir Deniz Hikayesi'

13 Eylül 2015
Yarın yepyeni bir dizi Kanal D ekranında perde açıyor...

Başrollerinde Begüm Birgören, Emre Kızılırmak ve Emir Berke Zincidi’nin yer aldığı “Bir Deniz Hikayesi”, tanıtımlarıyla bize Yeşilçam melodramlarının o tadı damağımızda kalan lezzetini hatırlatacağının işaretini daha ilk dakikadan verdi...
Sağ olsun ekip beni çekimlerin yapıldığı Bozburun’a davet etti. “Ooh ne güzel, röportaj için gitmişken sevgilimle baş başa iki gün tatili de aradan çıkarırım” diye düşündüm. Ama gel gör ki, zaman yönetimi konusundaki uzmanlığım bir kez daha uçağı kaçırmama sebep oldu.
O yüzden de ekiple, Skype üzerinden röportaj yapmak zorunda kaldım.
Bu nedenle fotoğraflarda bendeniz yokum efendim. Sizi o göbekli fotoğraflarımdan bugünlük mahrum bıraktığım ve görüntü kirliliği yaratamadığım için hepinizden özür dilerim...



BEGÜM BİRGÖREN

Türker İnanoğlu’nun adını duyunca koştum

Yazının Devamını Oku

Türkiye’de yaşanan bütçe açığı değil vicdan açığıdır!

12 Eylül 2015
Zor günler yaşıyoruz... Gazete manşetlerinden, haftalardır hepimizin yüreğini burkan şehit haberleri inmek bilmiyor...

Çözüm süreciyle birlikte “Çok şükür artık bitti” dediğimiz terör kabusu geri döndü. Peki ne oldu da üç yıla yakındır devam eden çatışmasızlık ortamı bir anda sona erdi? Ne değişti de küllenen hain tuzaklar yeniden alevlendi? Kafamdaki bu soruları, bilgisine ve içtenliğine inandığım; güvenlik ve strateji uzmanı, eski bir bordo bereli Mete Yarar’a sordum.

* Herkesin merak ettiği soruyla başlayalım, Dağlıca’da tam olarak ne yaşandı Mete Yarar?

- Dağlıca’yı anlamak istiyorsak, üç sene öncesine dönmemiz gerekiyor. Herkesin terör sarmalı diye nitelendirdiği bu olayları açıklamak için bazı detayları anlatmam lazım. Öncelikle şunu söylemeliyim ki, dünyadaki bütün terör parametreleri değişti. Onun için terörü yeniden okumak, yazmak ve anlamak gerekiyor. Sonuçta 100-150 kişilik silahlı gruplardan değil; ağır tanksavar, çok güçlü silahlar ve her türlü askeri ekipmana sahip 20-30 bin kişilik gruplardan bahsediyoruz. Artık terör örgütlerinden değil, terör tekniğini kullanan yarı devletleşmiş gruplardan söz ediliyor.
* Bizim terör olarak adlandırdığımız şey aslında devletlerarası bir savaştan farklı değil galiba...

- Öyle bir noktaya gelindi ki, artık IŞİD’e terör örgütü demek çok basit kaçar. Onlar aslında para kaynakları olan bir devlet... Günümüzde dünya, devlet gibi davranan terör örgütleriyle dolu... Zaten Suriye ve Irak coğrafyasına bakarsan, 50 milyon küsur insanın yaşadığı bu devasa alanda kendi güvenliklerini kendileri sağlayan ve devlet gibi hareket eden bir sürü grubun olduğunu fark edersin. Bunlar kendilerini farklı farklı isimlerle nitelendiriyorlar. Kimisi kendisine Irak Şam İslam Devleti derken, kimisi de kendisini Kanton olarak adlandırıyor. Onun için bunlara terör örgütü demek, olayı basitleştirir.


Yazının Devamını Oku

Seni hep böyle bileceğiz, Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinleyeceğiz!

6 Eylül 2015
Geçtiğimiz günlerde Etiler’de bir kafede takılırken, yanımdan yapımcı Murat Yıldırım, nam-ı diğer Moko Murat geçti. Beni görür görmez yüzünde kocaman bir gülümse belirdi.



Belli ki yine aklında yapacağı yeni işler, kalbinde de onların heyecanı vardı. Hiç vakit kaybetmeden “İzzet sana çok güzel bir haberim var” diye balıklama daldı muhabbete...
“6 Aralık’ta piyasaya çıkacak bir Zeki Müren’e saygı albümü hazırlıyoruz. İsmi de ‘İşte Benim Zeki Müren’!” Yaptığı işleri anlatırken gözleri parlayan insanlara bayılıyorum. İçimdeki tembel çocuğun tekrar kendine gelmesini sağlıyorlar. “Peki kimler var bu albümde?” diye sorduğumda Murat çoktan karşımdaki boş sandalyeye kurulmuştu bile...

Halit Ergenç babasının şarkısını seslendirecek

“Kimler yok ki abi! Muazzez Abacı, Emel Sayın, Göksel, Kıraç, Funda Arar, Sibel Can... İlk sürprizimiz ise Halit Ergenç, ‘Şeytana Uyduk Bir Kere’yi söyleyecek!”
Bir yandan “Muhteşem Yüzyıl”ın Kanuni’sinden bu şarkıyı dinlemenin bünyede yaratacağı etkiyi düşünüyordum, diğer taraftan da ünlü oyuncuyu nasıl ikna ettiklerini... Şarkının söz ve müziğinin babası Sait Ergenç’e ait olduğunu öğrenince taşlar yerine oturdu.


Yazının Devamını Oku

Ben kafamın dikine gitmenin projesiyim!

5 Eylül 2015
Onu tanıdığımızda kırlarda “Dünya çizgi çizgi değilmiş, öyle değilmiş ben gördüm” diye bağırıyordu. O günlerde, “Ben özgürüm” cümlesini sadece bir reklam sloganı sanıyorduk. Ama yıllar geçtikçe ne kadar özgür ve özgün bir ruh olduğunu defalarca ispatladı Nil...

Bir araya gelmeyecek bir sürü kelimeyi ardı ardına dizip, huzur içinde dans etmelerini sağladı. Şarkıları ve sesiyle hepimizin hayatına bir yerinden dokundu ve iyi ki de dokundu... Şimdilerde karnında yeniden ‘kelebekler’ uçuşuyor!Köşe yazılarından derleyerek çıkardığı yeni kitabının sayfalarını çevirdiğinizde, aslında onun bir kitap değil Nil’in ruhundaki ‘kelebek koleksiyonu’ olduğunu fark edeceksiniz. Biz de Nil’le kırlara çıkıp kelebeklerinin peşine düştük! İşte karşınızda pop şairi Nil Karaibrahimgil ve Kelebeğin Hayat Sırları...

* Herkes seni ‘Özgür Kız’ olarak tanıdı. Ama ondan önceki hikâyeni hiç bilmiyoruz. Gel Ankara Tunus Caddesi’ndeki evinizden ve çocukluğundan başlayalım...

- Misafirliğe gittiğimiz teyzelerin korkulu rüyasıydım (kahkahalar). Benim geleceğimi duyunca bütün kırılacak eşyaları kaldırırlarmış. Çünkü bulduğum ilk boşlukta, ortalığı karıştırmaya başlardım. Düşün o kadar yaramazmışım ki, annem haylazlıklarımdan ‘illallah’ deyip, sigaraya bile başlamıştı. Hatta “Senden sonra bir daha çocuk doğurmam” diye serzenişlerde bulunduğu bile olurdu.

* “Ankara sokaklarının dili olsa da konuşsa” diyorsun...

Yazının Devamını Oku