Her ne kadar OHAL ilk ilan edildiğinde, “Bakın 6 aylık ilan etme yetkimiz olduğu halde üç aylık ilan ettik, bir an önce OHAL’den normal hale geçmek istiyoruz” dendiyse de OHAL’in uzatılması beklenen bir şeydi; önümüzdeki günlerde Meclis’te büyük olasılıkla AK Parti ve MHP’nin oylarıyla uzatılacaktır.
Neden beklenen bir şeydi OHAL’in uzaması?
Bir temel sebeple: Aradan iki buçuk ay geçtiği halde 15 Temmuz darbe girişiminin davası bile açılmadı; FETÖ ile mücadele kapsamında hâlâ soruşturmalar devam ediyor, hâlâ devlet memurları memuriyetten çıkarılmaya devam ediyor.
Yani FETÖ ile mücadelenin daha ilk aşamalarındayız hâlâ.
Mücadelenin idari ve adli boyutları ister istemez devletin elinde.
Yani, kamu kurumlarındaki FETÖ’cülerin ayıklanması, gerekirse onların adliyeye teslim edildiği idari soruşturmalar ile darbe teşebbüsü başta olmak üzere FETÖ’nün yasadışı faaliyetlerine katılanların suçlandığı adli soruşturmalar ister istemez ilgili ve yetkili kurumlarca yürütülüyor.
Ama FETÖ ile mücadele sadece bunlardan ibaret değil ve olmamalı.
Örneğin FETÖ’nün önemli bir parçası olan ve bu örgütün yurtdışındaki gücünün kaynağını oluşturan okullar konusu. Dünyanın dört bir yanında bu örgüte ait okullar olduğunu biliyoruz.
Bu analize göre Cumhuriyet rejimi bir elit tabaka yaratmış ve bütün imkânlar bu tabakanın emrine sunulmuş, geniş kalabalıkların aynı imkânlardan yararlanması zorlaşmıştı.
Bu analizin çok yanlış olduğu kanısında değilim. Ama Cumhuriyet’i kuran kuşağın bu ayrımcılığı kasıtlı yaptığını düşünmüyorum.
Fakat yine de zaman içinde ‘elit’ diye adlandırılan (Şimdilerde ‘Beyaz Türk’ deniyor) tabaka, sadece ekonomik güç itibarıyla değil, kültürel, sosyal ve siyasi açıdan da kendini halkın geri kalanından ayırdı ve bu elit tabakaya mensubiyete geçiş şartları ağırlaştı.
AK Parti iktidara geldiğinde, işte bu dışlanmış kesimleri temsil iddiasındaydı ve kurucuların neredeyse tamamı da bu dışlanmış kesimlerden geliyordu.
Bu araştırmaya göre, ülkemiz nüfusunun 2015 yılında en çok gelir elde eden yüzde 10’luk bölümüne girebilmek için kişi başına ayda ortalama 4 bin 264 lira gelir elde etmek yeterli.
Aynı TÜİK’e göre 2015 yılı sonunda nüfusumuz 78 milyon 741 bin 53 kişi olduğuna göre, aylık ortalama geliri 4 bin 264 lira olan 7 milyon 874 bin 100 vatandaşımız var demektir.
Bir de en zengin olmasa da en çok geliri elde eden ikinci yüzde 10’luk dilim var. Bu gruba baktığımızda aylık ortalama kişi başı gelirin 2 bin 130 lira olması yeterli.
En zengin 7.8 milyon ile onu izleyen 7.8 milyon kişi arasındaki ortalama gelir farkının yarı yarıya olması bilmem dikkatinizi çekti mi?
Eğitim söz konusu olduğunda bu ülkede Cumhurbaşkanı’ndan başlayıp dağın başındaki çobanına kadar şikâyet etmeyen birini bulmak çok zor.
Üstelik bütün bu şikâyetler de haklı şikâyetler.
Pazartesi sabahı, 2010-11 doğumlu bir milyondan fazla çocuğumuz okula başladı. Bunların yüzde 70’i anaokuluna gidemediği için okulla ve öğretmenle pazartesi sabahı ilk kez tanıştı.
Bu çocuklar 12 yıl sonra, 2027-28 öğretim yılının sonunda liseden mezun olacak. Eğer şikâyet etmeye devam eder ama bir şey yapmazsak, onların sadece 100 bin kadarı gelişmiş ülkelerdeki yaşıtlarıyla rekabet edebilir temel becerilerle liseyi bitirecek. 300 bin kadarı ‘Türkiye için iyi’ diyebileceğimiz bir temel beceri seviyesine sahip olacak. Kalan 600 binden fazla çocuğumuz maalesef kendi anadilini okuyup anlama ve kendini o dilde ifade edebilme dahil hiçbir temel beceriye yeterince sahip olamayan insanlar olarak hayata karışacak.
Özdemir Bayraktar ve oğulları tarafından kurulan Baykar, yetersiz sermayesine ve yol üzerinde karşısına çıkan ve çıkarılan engellere rağmen başarılı olmuş bir şirket.
Ama öte yandan, Baykar’ın ilerlediği yoldan geçen ve geçmekte olan iki insansız hava aracımız (İHA) daha var.
Bunlardan birini Vestel üretiyor, adı Karayel. Vestel’in Karayel’i de bütün uçuş testlerini geçti, silah taşıyabilir hale geldi ve öğrenebildiğim kadarıyla halen bu araçlar kiralık olarak kullanılıyor.
Bir üçüncü İHA’mız ise Anka adını taşıyor ve TUSAŞ öncülüğünde devlet tarafından yapılıyor. Ankalar henüz görevde değil, üretim aşamasında.
Buradan nereye doğru evrileceğimizi büyük ölçüde bu yıllarda alacağımız kararlarla kendimiz belirleyeceğiz. Çok iyi bir yere de gidebiliriz; bulunduğumuz yerden çok gerilere de düşebiliriz.
Bize bu değişim imkânını sağlayan şey, tarımdan geçinmekte olan nüfusun toplam nüfus içindeki payının çok ama çok azalması. TÜİK’e göre Türkiye’de nüfusun yüzde 92’den fazlası şehir ve ilçe merkezlerinde yaşıyor.
Zaten batıdan doğuya Anadolu’nun dört bir yanında yapılacak basit bir gözlem bu gerçeği doğruluyor: Köyler boşalmış durumda, pek çok köyde artık neredeyse yaşayan kalmamış.
Oysa, ülkemizin ekilebilir toprakları (bir miktar azalsa da) hâlâ çok büyük ve artık bu toprak üzerinde yaşayan insanları besleyebilir, hatta onların Anadolu’nun binlerce yıllık tarihinde ilk defa tarımdan sermaye biriktirmesine bile yardımcı olabilir.
Biz, nedense devletini çok seven, onu kutsal gören bir kültüre mensubuz ve her mahkeme salonuna da ‘Adalet mülkün temelidir’ yazmayı marifet sayarız.
Doğrudur da, adalet sahiden devletin temelidir. Adalet dağıtmayan, adaleti adil dağıtmayan bir sisteme ‘devlet’ denmez.
Ama gelin görün ki, bu topraklarda ‘adalet’ arzusu da bitip tükenmez. Boşuna değildi 60’lı ve 70’li yılların iktidar partisinin adının Adalet Partisi olması.
Bugün, 14 yıldır iktidarda olan partinin adında ‘adalet’ kelimesinin yer alması da şans eseri bir durum değil.