Türkiye’de eğitimin modernleşmesine devletin kendisi karar vermiştir. 18. asırdan beri savaşa yarayan mektepler “Mühendishane” adı altında; topçuluk, fen, matematik, fizik öğreten ve hakikaten Fransızların “génie militaire” dedikleri “askeri mühendislik” okulları, Bahriye ve Tıbbiye’deki eğitim ister istemez devletin muhtevasına göre düzenlediği dallar olmuştur.
19. yüzyılda lisan eğitimi dolayısıyla Müslüman ve gayrimüslim nüfusun yöneldiği misyoner okulları (ki bunlar 1/10’i bile ayakta değildir; 20. yüzyıl başında sadece İstanbul’da 33 İtalyan okulu vardı) zamanımızda başka bir mecraya yönelmiştir. Devlet Fransızca eğitimin zaruretini anlar anlamaz daha Sultan Abdülaziz devrinde ilgili mektep Mekteb-i Sultani ismiyle; yani Lycee Imperial Ottoman de Galata-Serai, Galatasaray Lisesi kurulmuştur. Bu okul kendisinden aşağı yukarı 60 yıl kadar genç olan, şimdi St. Petersburg civarındaki Tsarskoe Selo’dan (Puschkin Gymnasium) sonraki ilk örnektir. Batılılaşmanın gereklerini de biz yerine getiririz felsefesine dayanır. Benim neslimin okuduğu dönemde yabancı dil eğitimi İstanbul’da misyoner kökenli yahut yabancı devletlerin laikliğe yakın özel liselerinde yoğunlaşmıştı. Galatasaray istisnaiydi, devlet okuluydu.
O yıllarda İstanbul Erkek Lisesi yoğun Almanca eğitime döndü, Almanya’dan öğretmenler getirtti. Şüphesiz ki işlem Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndaki kurala uymuştu. Sosyal dersler Türk öğretmenler tarafından Türkçe okutulacak Milli Eğitim kurallarına göre matematik ve doğa bilim dersleri Almanca, Fransızca veya İngilizce yapılacaktı. British High School kapandı. Bence devletimizin Britanya’nın bütçe kısmasını yüklenmesi ve birlikte okulu kontrol altına almamız lazımdı. Çünkü İngilizcenin çok iyi okutulduğu bu okulda Milli Eğitim Bakanlığı’nın kontrolünü arttırarak eleman yetiştirmek mümkün olurdu.
DÜŞÜNMEMİZ GEREKEN KONULAR
İstanbul Lisesi giderayak Almanya, Avusturya’ya öğrenci göndermeye ve Beykoz’da kurulan Türk Alman Üniversitesi’ne yöneliyor. Bir de Saint George Avusturya Lisesi ve Alman liseleri var. Bunların talebe dağılımına ve yüksek tahsildeki yönelimine dikkat etmek gerekir. Alman Lisesi’nin bu yıldaki dağılımına baktığımız zaman Robert Kolej benzeri olarak kurulan Hisar Lisesi’nin ağırlıkla Amerika’ya yönelişi gibi bir durum var. Bunu düşünmek zorundayız.
Liseyi bitirene kadar Almancanın öğrenilmesi, tedrisatta kullanılması öğrencilere bir avantaj sağlar. Fakat yüksek tahsilde aynı biçimde Almanca konuşulan ülkelere yönelmesi arzu edilecek bir durum değildir. Türkiye’de eğitim gören insanların söz konusu olan yabancı dilse iyi İngilizce öğrenmeleri gerekir. Bunun mesela İngiltere gibi yerlerde sağlanması gerekir.
Türk gençliği her yere yöneliyor. Dış üniversitelerde Almanya’da seçkin kurumlar olduğunu iddia etmek zor. Karlsruhe ve Aachen gibi yerlerdeki teknik üniversiteler iyi kurumlardır. Hukuk fakülteleri ve eczacılık dalı için de benzer şey söylenebilir ama gençlerimizin Bochum’daki Ruhr Üniversitesi’ne dahi yönelmesi bir kayıptır. Alman üniversitelerinin kendileri seçkin öğrencilerini ABD’nin doğusundaki ve İngiltere’deki okullara gönderiyorlar. Sosyal bilimler dalında Alman üniversitelerinin öğrenci sayısı aşırı derecede kalabalıktır. Bunları çoğunda da kütüphanenin düzeni, bırakınız ABD üniversite kütüphanelerini, İsrail’deki kütüphanelerle ve memleketimizdeki Bilkent yahut Koç Üniversitesi gibi kuruluşların kitaplıklarıyla dahi mukayese edilemez.
Her Alman şehrinin tiyatro, müzik, opera, sergiler konusunda büyük Alman merkezleri gibi hizmet vermesi mümkün değildir. Küçük şehir küçük şehirdir. Türk üniversite gençliği liseden gidenler ve Almanya’da büyüyenlerin kaynaşma durumuna bakmak gerekir. Amaç Almanya’daki Türk grubunun gençlerinin dahi Avrupa’nın başka ülkelerine yönelmesi, başka dilleri iyi öğrenmesi olmalıdır.
İtalya’nın 1920’lerin başında Mussolini’nin Roma’ya yürüyüşüyle faşist rejime adım atışının önemli nedenlerinden birisi de göç sorunuydu. O dönemde Avustralya’ya, Kanada’ya, Güney Amerika’ya ve Birleşik Amerika’ya yönelen göçlerin dönüşü olmadığı malum. Kıtalararası gezmeler ve ziyaretler bugünkü kadar ucuz ve kolay değildi.
İtalyanlar, gözleri yaşlı insanlardan oluşan, mektup ve fotoğraf bekleyen bir millete dönüşmüştü. İtalya’nın güya birleştiği 1860’larda “Risorgimento” hareketi ortaya büyük bir devlet çıkarmakla birlikte Güney ve Kuzey arasındaki fark, nüfusun artan fakirliği, bilhassa Güney ve Orta İtalya’dan, Sardinya’dan, Sicilya’dan göçleri artırmıştı. Roma Risorgimento Müzesi’ndeki kayıtlardan da anlaşılıyor ki ülke, 1860’lar ve 1920’ler arasındaki 60 yılda 30 milyon erkek nüfusunu yurtdışına yollamıştı. Bu kitlelerin gittikleri yerde kendi aralarında bir kültürel diaspora yaratmalarının ötesinde hiçbir parlak sonuç yoktu. İtalyan Devleti’nin bunlarla uğraşma kabiliyeti ve enerjisi de yoktu. Güney Amerika ve ABD doğu sahillerindeki metropollerde bir İtalya yaratıldı; kültürü ve mafyası ile.
ÇİFTE PASAPORT OYUNU
Gençlerin eğitimi kilisenin elinde kalmıştı. Laik bir eğitim ve propaganda da ancak 1920’lerden sonra faşist dış ilişkiler için kurulan ofis tarafından yürütülüyordu. Bizzat Türkiye bile bu tarihler arasında önemli bir İtalyan nüfus barındırmıştır. Ressamından, müzisyeninden tutunuz da hekimine, duvarcısına, liman işçisine kadar birçok İtalyan burada geçinmiştir. Zamanla daha parlak gördükleri başka ülkelere göç ettiler. Padişah Abdülmecid Han bile çok sıkıntı çekenlerin Amerika’ya göçüne yardım etmiştir. Buradakiler de yavaş yavaş Ortodoks Rum nüfusun içinde eridiler ama anavatan İtalya’ya dönen muhacir İtalyan pek azdı. Türkiye’den göç eden bizim milyonların da buraya geleceğini pek sanıyorum. Bütün bu rey verme gösterileri, siyasi miting numaraları geçicidir. Çifte pasaport gibi bir oyuna Türkiye’nin girmesi bürokrasinin tembelliği kadar elden kaymakta olan dıştaki Türk nüfusun kazanılma ümidini ifade eder; çaresiz ve boştur.
Biz burada çok objektif olarak düşünürsek, bizi ilgilendiren, kalifiye nüfusu kaybetmemizdir. İkinci Dünya Savaşı sonundan itibaren ABD ve Kanada’ya başlayan doktor hücumunu döndürmek kolay değildi hatta ilk anda mümkün olmadı. Tek istisna, Türkiye bürokratlarının ve akademisyenlerinin içinde pratik zekâsı ve maharetiyle ortaya çıkan rahmetli Profesör İhsan Doğramacı’nın Hacettepe Üniversitesi’ni kurması, teşkil ettiği vakıflarla maaşlara yetenekleri kadar zam vererek birtakım kıymetli talebelerini ve meslektaşlarını yeniden Türkiye’ye kazandırmasıdır. O yüzdendir ki Türkiye tababeti o tarihte 100 yıldır sahip olduğu yüksek kaliteyi hayata geçirebildi. Durum düzeliyordu.
Bu uygulamayı bir ölçekte başarılı hastaneler takip ettiler. Profesör Mehmet Haberal’ın Başkent Hastane ve Üniversitesi bu fasıldandır. Ama üçüncü bir dalga geldi. ‘Biz rey alırız’ diye halk dalkavukluğu yapan, işini yapmadığını iddia ettiği hekimlere, hemşirelere veya kendine saygısızlık (!?) yaptığını iddia ettiği güvenlikçilere saldıran deliler. Bu deliler, Anadolu’nun yanlış erkek çocuk terbiyesinden ileri gelmekle kalmıyor; bir ritüel haline dönüştü. Bazı bölgelerden gelen insanlar 80 yaşındaki dedeleri öldüğü vakit duasını okur gibi öldüğü hastanenin hademelerine, hemşirelerine, doktorlarına saldırmayı, kapanan kapıların camlarını kırmayı âdet hâline getirdiler. Bu garip ritüel gün geçtikçe arttı. Adamın birinin kafası atıyor, doktora saldırıyor, yaralıyor, öldürüyor, sakat bırakıyor.
İşin kızgınlığın ötesinde bir organizasyon olduğu anlaşılıyor.
Haziran 1934, Türkiye’nin kültür tarihinde önemli bir noktadır. Diplomat ve tarihçileri ilgilendiren kayıtların dışında bunun okul eğitiminde ve toplumun aydın sınıflarının hafızasında yer etmesi pek kolay değildir. Onun için olaylar bütünü içinde ele almalıyız. İran şahı Muhammed Rıza Pehlevi ne Batı Avrupa’nın ne de Ortadoğu’nun monarkları arasında şahsi eğitimiyle dikkati çeker ama zekâsı ve direnişi itibarıyla önderimizin sadece dikkatini çekmekle kalmamış saygısını da kazanmıştır. İran Şahı uzun bir Türkiye gezisi yapar. Demiryoluyla ulaşılacak her yere gitmiştir. Karabük’te kurulan demir çelik tesisine, İzmir ve Bursa’nın tekstil tesislerine, tabii ki İstanbul ve Anadolu’daki mühim şehirler gezildi.
Mustafa Kemal Atatürk 16 Haziran 1934 yılında İran Şahı Rıza Pehlevi ile birlikte İstanbul’da.
OPERETİ ORTADOĞU’YA EMPOZE ETMEK İSTEDİ
Gazi Paşa’nın hedeflerinden biri Türkiye’de opera kurmaktı. Türkler operayı ilk defa Cumhuriyet devrinde görmüş değiller. İstanbul, İzmir, Selanik gibi merkezlerde opera temsilleri dışardan gelen ecnebi truplar vasıtasıyla zaman zaman izlenirdi. Operet türü ise hiç yabancımız değildi, hatta tiyatro Yıldız Sarayı’na girdi. Bu tiyatro stadın inşaatı yüzünden yıkılan Dolmabahçe’deki Saray tiyatrosu, operetler için sarayda tesis edilen tesislerdi. Beyoğlu yabancı truplar gibi bazen de yerlilerden de misafir operet temsilleri görebiliyordu.
Gazi’nin isteği operet denen sanatı Ortadoğu’ya empoze etmekti. Nitekim Rıza Şah döndükten sonra Tahran’da operayı kurdurdu. Gazi’nin operayı kuruşu ise gecikti. 1934’te Adnan Saygun’un bestelediği “Özsoy” tarihi Turan ve İran savaşlarını ve birlikteliğini anlatan tek perdelik bir temsildir. Senaryoyu yazan galiba Münir Hayri (Egeli)’ydi. Reisicumhur temsilden pek tatmin olmadı. Bu işler için de üniversite gibi dışarıdan uzman getirmeliyiz, diye düşünüldü.
Carl Ebert
Sevgili okurlarımız, bayramınızı tebrik ederek başlamak istiyorum. Bu bayramda tabii ki yine gezeceksiniz. Bazılarınız sadece belirli bir noktaya gidecek ve tatil yapacak. Türk halkının gerek yurtiçinde gerek yurtdışında gezileri aslında son 30 senedeki gelişmedir. Bir zamanlar seyahat rehberi kitapları çıkmaya başladı. Tabii bu alanda Batı’daki Almanca konuşan, İngilizce konuşan, hatta turizme geç başladıkları halde Rusça konuşan milletlere göre literatürümüz çok zayıf. Ancak bazı iyi örnekler de var, bunlara zaman zaman değindik. Bayram vesilesiyle müsaadenizle size bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum.
TÜRKİYE’Yİ TANIYAN BURADAN KOPAMAZ
Türkiye’de bundan 30-40 yıl evvel insanların birçoğu 2-3 yerden fazlasını bilmezdi. Hatta yurtdışına entelektüel göçte bile bu bilgisizliği nedenlerden biri olarak görüyorum. Mesela Ankara’da doğan, okuyan, meslek edinen gençler dünya çapında bir mesleğe de geçebilirler fakat Ankara ve haydi haydi İstanbul dışında o da satıhtan görmek şartıyla pek bir yer tanımazlardı. Bu nedenlerdir ki icabında ABD’nin Midwest (orta bölgesi) denen eyaletlerindeki basit ilişkilerden beslenen bana göre oldukça renksiz ve etrafındaki tabiattan başka hiçbir güzelliği görülmeyen yerlerde bayılarak kalmayı tercih edebilmişlerdir. Para ve rahat her şey değildir. Doğduğunuz memleketin havası, kültürel zenginliği sizi cezbedebilir. İtalyanlar İtalya’dan göç etseler bile kolay kopamazlar.
Türkiye’nin güzel tabiatını, zengin kültürel yapısını, adım başındaki ilginçliklerini tanıyan ve seven bir gençliğin buradan kopması pek mümkün değildir.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeyken Tarık Zafer Tunaya Hoca’nın ismini duyardım. 1960 devriminden sonra teşkil edilen ilk anayasa komisyonunda üyeymiş. Galiba Lütfi Duran ve ikisi, saygı duyduğumuz Sıddık Sami Onar ile bir çatışma dolayısıyla komisyondan ihraç edilmişler. O vakit fark etmediğimiz ve bilemediğimiz bu meselenin sonradan daha çok farkına vardık. Çatışma ne bilgisiz bir adamla ondan daha bilgili genç profesörlerin arasındaydı ne de dürüst bir adamla politika bataklığında yanlara sapan kişilerindi. Üç tane mükemmel insanın çatışma nedeni; iftiharla belirteyim; eski müesseseleri, devlet yapısını, imparatorluğu, hukuktaki hükmi şahsiyet kavramını ve kurumlarını çok iyi tanıyan Sıddık Sami ile anayasa tarihimizde birtakım kalıplaşmış hukuki normlar ve bilgilerin dışında Osmanlı tarihini tetkikte adımlar atan, başvekalet arşivine de üniversitedeki günlerinin bir kısmını ayırmayı iş edinmiş bir meslektaşı arasındaydı.
‘GOGOL’ÜN PALTOSU GİBİDİR’
Zekice nitelendirmeleriyle tanıdığımız Mete Tunçay, Tarık Hoca için, “O Dostoyevski’nin tabiriyle Gogol’ün paltosu gibidir. Rus edebiyatının büyükleri nasıl o paltonun cebinden çıktıysa biz de Tarık Hoca’nın paltosunun cebinden çıktık” demişti. Bu bilgin kişinin aynı zamanda sevecen bir büyük, sadık, vefakâr bir dost olduğunu ve değer verdiklerini himaye etmekten çekinmeyen bir centilmen olduğunu tanıdım. Ankara’dan Mülkiyeli Zafer Toprak onun benimsediği yakın bir çalışma arkadaşıydı. Kendi fakültesinde değil yandaki İktisat Fakültesi’nden çıkma Şükrü Hanioğlu için de aynı şey geçerliydi ve mektepten talebesi ama ilginç araştırma ve buluşları olan Erol Sadi de o gruptandı. Nihayet şunu itiraf edeyim; 1976 yılındaki bir anayasa 100. yıl seminerinde tanıştığımız hocayla da o günden sonra çok yakın bir irtibat içine girdik. Tarık Hoca beni çok cesaretlendirdi.
Tarık Hoca
Zamanımızda diplomasi dediğimizde önce Henry Kissinger’ı hatırlamak gerekiyor. Zira Birinci Dünya Savaşı’ndan önce ismi geçen bütün diplomatlar savaşı önleyemediler. Bazılarının gülünç derecede planları, stratejileri oldu. Bu durum sonraki arşiv kayıtları ve nakillerle ortaya çıktı. İki büyük savaş arası Avrupa’da da barışı sadece sınırları içinde değil komşu bölgelerde de korumak için gayret eden Kemalist Türkiye ve bir ölçekte Eleftherios Venizelos’un dışında akıllıca hareket eden dış politika ustası yoktur.
AVRUPA SAVAŞI ÖNLEYEMEDİ
Bir dönemi değerlendirirken esas unsur; büyük devletlerin örgüt ve iktidarı, büyük diplomatların ortaya koydukları esaslar ve başarılı yöntemleridir. Bu anlamda iki büyük savaş arası Avrupa’nın savaşı önleyemedikleri, demokrasilerden bahsettikleri halde NAZİ’lere karşı başarılı bir direniş ve önleme gösteremedikleri görülür. Maalesef Sovyetler Birliği’nin NAZİ’lerle olan işbirliği de savaşa hazırlıklı olmama dolayısıyla bir oyalama söylemi dışında genişleme politikasını yürütmek için başvurulan bir antlaşma (Molotov-Ribbentrop Saldırmazlık Paktı; 23 Ağustos 1939) oldu. Bu, Sovyetler Birliği’ne Alman saldırısına karşı önemli bir zaman kazandıramadığı gibi ülkenin dışındaki sol hareketlerde de yer yer sukutuhayal ve parçalanma yaratmaya neden oldu.
Her halükârda İkinci Dünya Savaşı’nın çıkardığı ünlü politikacı Winston Churchill’dir. Diplomatlar ve devlet adamları yetiştiren bir soy -ki onun soyunda da bir dük Marlborough vardır- başarısının ardında imparatorluk geleneğini ve tebaaya yayılmış bir ulusal onur duygusunun rol oynadığını gösteriyor. Uzun Soğuk Savaş yılları boyunca NATO müttefiki ülkelerde daha bağımsız bir politika güden de Gaulle Fransası’nda ve Sovyetler Birliği’nde çıkan tecrübeli politikacıların dahi büyük gücün temsilcisi olmanın ötesinde, içlerinde stratejileri başarıyla değiştirenin, kuvveti yönlendirme yolunda öncülük yapanın varlığını görmek zor. Mamafih, Kennedy-Kruşçev etrafındaki Küba krizinde Sovyetlerin bu sistemi yara aldı ve ardından Kennedy’yi yiyen ABD iç sistemi de bu kendi başarılı politikalarını götüremedi.
Belki de şartların olgunlaşması ve ABD’nin artık eski pozisyonunu devam ettirememesi dolayısıyla Henry Kissinger ortaya çıktı. 1975 yılında Güney Vietnam pes etti, Amerika’nın Hindiçin politikası askeri anlamda geçerliliğini kaybetti. Fakat bundan birkaç yıl önce artık durumun nasıl gelişeceği belli oluyordu.
NIXON’LA YILDIZI PARLADI
Kissinger, 1960’daki başkanlık seçimlerini kaybeden Richard Nixon’ın 1968’ten itibaren etrafında topladığı takımdaki Harvard’ın genç profesörlerinden biriydi ve yıldızı da bundan sonra parladı.
Sayın Erdoğan’ın 30 yıldır girdiği her seçimi kazandığı ve yandaş basında bu gerçeğin bilhassa vurgulandığı malumdur. Bu vurgulamada yanlış da yoktur. Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi partisinde gençlik kollarından başlayan yükselmesi, 1980’deki ara verme, nihayet İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı (Mart 1994) bu yükselmenin ilk parlak safhasıdır. Erdoğan’ın bu dönemde büyükşehir seçimini kazanması, varoşlardaki partililerinin halkı örgütlemesi kadar Cumhuriyet Halk Partisi çevrelerindeki lider olacak insanlara yol vermeme politikasıyla da ilgilidir.
1997 yılında askere hitaben yazılmış Ziya Gökalp’ın şiirini okuması, Erdoğan’ın Pınarhisar Cezaevi’ndeki dört aylık mahkûmiyetini çekmesiyle sonuçlandı. Bu mahkûmiyet Türkiye toplumunda sadece kendi taraftarları değil, o görüşte olmayan insanlar tarafında da tasvip edilmedi. Bunu herkes hatırlamalı. Nihayet ardından Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluşu. 2003 yılında Cumhuriyet Halk Partililerin de katıldığı bir koalisyonla, TBMM affıyla siyasi hayata döndü ve 9 Mart 2003’ten itibaren Türkiye’nin uzun yıllar başbakanlığını ve ardından cumhurbaşkanlığını yaptı. Bütün bu süre içinde CHP’nin çıkardığı temsilciler dahil aldığı rey yüzde 2.5 farkı geçmemiş. Hiçbir toplumda, siyasi rekabette bu kadar matematik asla istikrar görünmez. Bu doğrudan doğruya adayların, partilerin bağlılığın ötesinde geniş kitleleri etkileyecek yapıda olmamasıyla ilgilidir.
MUHALEFETİN LİDER SORUNU
Besbelli ki Türkiye’de muhalefet, lider adayında ön şart olan karizmatik; yani doğuştan öncü karakteri tespit edemiyor. Türkiye demokrasisinin bu yönü gittikçe de zayıflıyor. Bugün Türkiye, liderlerini tespit etmekte 1950, 1960 ve 1970’lerin seçmeninden çok daha becerisiz ve atıldır. Bir toplumun gözünün bu kadar kapalı olmasının nedeni siyasi partilerin hayata intibak edemeyişi, kadrolarını yetiştirmeyişi ve kitleleriyle bağdaşamamasıdır. Türkiye inatçı iki kampa bölündü. Buna sınıf savaşı değil kültürel savaş deniyor. Her iki kampın içinde de içtimaî, ekonomik ve eğitim durumu farklı kitleler var. Türkiye çok ilginç denebilecek bir yapısal aksaklığa sahip. Hiçbir ülkede yurttaş kitlesinin bir yarısı öbür yarısına bu kadar uzak görüşe sahip değildir. Bize benzer yapıda olan İsrail’de de solcular vardır, dini kuralları ikinci plana atan Siyonistler vardır ve tabii ki keskin Ortodoks cemaatler halinde yaşayan gruplar vardır ama orada dahi çatışmanın bu kadar kesin ve ikiye bölünmüş halde devam ettiği söylenemez.
Türkiye seçim olayını 19. yüzyılda Tanzimat Devri’nden beri tanıyor. Birtakım mahalli kurulların üyeleri açık seçimle tespit edilirdi. İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi tek partili veya serbest seçimle geçti. 1946’dan beri çok partili sandık demokrasisini tanıyoruz; yani bugün artık çok küçük bir azınlığın dışında Türk insanı başka bir seçim düzeni hatırlamıyor. Bunun üzerinde ısrarla duralım. Bu çok az ülkeye mahsus bir lükstür. Bu tarihi lüks mirası kullanamamak şüphesiz ki problem yaratır. Onun için her şeyden mühim olan ne ekonomidir ne iktisadi düzendir, seçim güvenliğidir.
1980’lerden beri Türkiye köylüsü sübvansiyona alıştırıldı.
Yüzölçümü itibarıyla Türkiye’nin 1/4’i kadardır (192 bin 752 km2). Bugünün Azerbaycan’ı, İran Şahlığı’nın tam idaresinde değildi ama nüfuzu altındaki hanlıklardan oluşurdu. 1828 ve 1829 yılları Osmanlı İmparatorluğu ve İran için bir felakettir. Azerbaycan bölgesinin en bereketli kısmı Türkmençay Antlaşması ile Rusya’ya verildi, diğer kısım ise İran’da kaldı. Şurası bir gerçektir; İran’da kalan Azerbaycan’ın siyasi, toplumsal ve kültürel hayatı üzerine bu tip bir bölünmenin olumsuz sonuçları olduğunu söylemek abartma olur. Çünkü kendilerini eski isim Türk ve Türkmen olarak adlandıran bu takımın İran’ın siyasi idaresindeki, bilhassa ordusundaki, iktisadi hayatındaki rolü her zaman başat olmuştur.
FARS KÜLTÜRÜNÜ SEVEREK BENİMSEDİLER
Fars kültürü zorunlu bir kabul ettirmeden çok 11. miladi asırdan beri; yani Gazneli ve Selçuklu devrinden beri Türk unsurun okumuşları tarafından sevecenlikle benimsenmiştir. Azerbaycan ve Horasan’ın Türk ahalisi içerisinde İran’ın meşhur şairleri, edipleri, yazarları vardır. Rusya Azerbaycan’ı ise bazı iddiaların aksine Batı medeniyetine Rusya sayesinde girmekten evvel tıpkı güney kısmı gibi Avrupa ve bilhassa İtalya ile temas halinde olduğundan Batı kültürüne Rusya İmparatorluğu’nun Rusya halklarından evvel nüfuz eden ve bunu devam ettiren kesim olmuştu.
19. asrın Azerbaycan edebiyatı, düşünürleri, sanatçıları içinde öncü durumda olanlar yüksek sayıdadır. Bakülü bir entelektüelin Farsça ve Rusça yanında Fransızca veya Almanca bilmesi nadir rastlanan bir olgu değildi. Musiki zevklerinde bir çifte yön vardı. Tebriz ve Bakü arasında bu kültürel rekabet ve iletişim hep devam etmişti. Sovyet iktidarı kurulmadan evvel Azerbaycan Müstakil Cumhuriyeti’nin harf devriminden başlayarak birtakım konularda öncü olduğu gerçektir. Kısa süren bu dönem Sovyet iktidarıyla bitti.