Bir müddet usul gereği naibe olarak valide sultan devleti idare etti. Çocukluktan 18 yaşına kadar başkaları onun adına ortalığı karıştırdı. Ancak 10 sene imparatorluğu idare etse de kan ve ateşle toplumun içine düştüğü anarşiyi önledi.
10 Eylül 1623’te, yani bundan tam 400 yıl önce bugün Sultan IV. Murad Han tahta oturdu. 17. yüzyılın muamma tarihi portresi Sultan Murad Han, bir bakıma son muzaffer ve cihangir padişahtır, aslında kendisinden sonraki kuşaktan sefere çıkan II. Mustafa’dır. O, bildiğimiz gibi Zenta’da Prens Eugene karşısındaki hazin yenilgiyi temsil eder. Bundan sonra da Osmanlı padişahları sefere çıkmadılar.
ÇALKANTILI YÜZYIL
27 Temmuz 1612’de doğdu. Geçiş dönemi olan 17. yüzyılın seyri içinde her yerde karışıklıklar, değişim sancıları duyuluyordu. 17. yüzyılda İngiltere Cromwell olayını, iç savaşı yaşadı. Fransa’da Fronde hareketleriyle ortalık altüst oldu. Rusya tarihiyse onun doğduğu yıl en karmaşık dönemlerini yaşıyordu. Sahte Dimitri; Çar Korkunç İvan’ın (IV. İvan) öldürüldüğü iddia edilen oğlu olduğu iddiasıyla taraftar toplamıştı. Yanına Polonya’nın desteğini de alarak Rusya içlerine yürüdü ve Moskova’yı işgal etti. Rusya ilk olarak hem aristokratların hem esnafın hem de halkın birleştiği bir mukabil direnme hareketiyle onu ve Polonyalıları çıkardılar. Bir sene içinde de saltanat Romanovlar hanedanın eline geçti.
Bunların üzerinde şunun için duruyoruz. 17. yüzyıl Osmanlı tarihi içindeki kargaşayı tarihçiler duraklama devri diye izah etmişlerdir, oysa 17. yüzyıl her yerde 16. yüzyıl saltanatlarının kaydettiği büyük ilerleme, despotça da olsa kurdukları düzenin bir biçimde sarsıntı geçirdiği, sancılandığı bir devirdir.
IV. Murad tahta çıktığı zaman babası I. Ahmed genç yaşta ölmüştü. Gözdesi ve sevgili hasekisi Kösem Sultan âdet üzere ‘Eski Saray’a kapatılmıştı. Osmanlı hanedanın hakikaten meczup olan tek üyesi I. Mustafa tahttaydı. İki kere tahta çıkarıldı. Genç Osman’dan evvel ve Genç Osman’ın ‘hal’inden; yani feci bir şekilde utanmazca hakaretlerle idamından, Osmanlı hanedanının ve Türk siyasetinin daha üç asır dehşetle hatırladığı meşum olaydan sonra... Lakin devletin deli tarafından idaresi mümkün değildi. Herkes müştekiydi. Çaresiz I. Ahmed’in küçük oğlu şehzade Murad, IV. Murad olarak Osmanlı tahtına oturdu. Abdülkadir Özcan Hoca’nın kaleme aldığı biyografide bu dönemin teferruatıyla hikâyesi yer alıyor (VI. Murad Şarkın Sultanı, Kronik Kitap).
Çocuk da olsa yeni padişahın tahta çıkışı bir nefes alma ve kurtuluş olarak göründü. Halk ve yeniçeriler sanki büyük bir adamın geldiğini hissetmişlerdi. Ancak büyük adamın büyüklüğünü göstermesi için yaşı henüz çok küçüktü.
Yaz sonu geliyor. Okullar açıldı. Çocuklu aileler geri dönüyor. Üniversiteler ise her zaman olduğu gibi ekim ayı başlarında faaliyete geçecek. Üniversite gençliği için bulunmaz bir zaman. Mali yükü az, hareket kabiliyeti çok yüksek bir gezi düşünebilirler. Türkiye tıpkı İtalya gibidir. Yakın mesafelerde inanılmaz tarihi zenginliklere ve tabiat harikası köşelere el’an rastlanabiliyor. Bunların arasındaki ulaşım da bütün artan fiyatlara rağmen henüz normal ödeme düzeyinde.
YETERİNCE KULLANILMAYAN BÜYÜK İMKÂN: MÜZEKART
Bütün ülke sathına yayılan yüzlerce müzemiz Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olduğu için buralara giriş “müzekart” ile neredeyse bedava düzeyde (müzekart tam fiyat 60 Türk Lirası talebelere indirimli fiyat, engelli ve 65 yaş üstü vatandaşlarımıza da ücretsiz). Bu kartla istediğiniz müzeye istediğiniz kadar girebilirsiniz. Üstelik de iyi ve tasdikle hazırlandığı için kimlik yerine geçiyor. Oysa yurttaşlarımız bu olanağı henüz yeterince kullanmıyorlar. Bize müzelerin pahalılığından şikâyet ediyorlar; pahalı değil ucuz bile. Mevcut turist akınını göz önüne alırsak daha da artırılmasını düşünmelisiniz; vatandaşlık imtiyazından yararlanırız. Çünkü Kültür ve Turizm Bakanlığı müzekartı son zamanda çıkan kararname ile Millî Sarayları da içeriyor, hatta bazı özel müzeler de buna katılmaya başladı.
Memleketimizin her yerinde pahalı oteller olduğu gibi otellerin şimdi çok şikâyet ettiği özel pansiyonlar da var. Bu pansiyonların kontrol edilmesine evet, fakat son tedbirlerle aşırı vergi uygulanmasına karşı çıkmamız lazım. Mevcut düzen yeterlidir. Türkiye’nin konaklama ihtiyacını mücessem otel bloklarıyla karşılayamayız. Bu tip oteller usulsüz olarak tabiatı tahrip ediyor ve çevre kirliliği yaratıyor. Bunu önlemek için otel yapımına izin vermemek yerine insanlarımızın hesaplı otel, pansiyon tercihini desteklemek durumundayız.
Eylül ayında gezeceğimiz yerler en başında tabii ki Ege ve Akdeniz’dir. Antalya’nın batısı ve Muğla civarı sayısız harabelerle ve romantik görünümlerle kaplı. Antalya’nın doğusundan İskenderun’a kadar ise antik dünyanın önemli merkezleri görülür. Henüz Orta Anadolu’nun önemli Hitit merkezi Boğazköy, Alacahöyük, Van civarındaki Urartu merkezleri, Ahdamar gibi Ortaçağ Ermeni katedralleri de iklim bakımından gezmeye müsaittir. Türkiye eylül ve ekim aylarında yaşaması ve gezmesi kolaylaşan bir yer çünkü iklimin normalleşmesi yanında kitle turizmi de oldukça hafifliyor.
Dünyada eski eser kaçakçılığı aslında aşağı yukarı 17. yüzyıldan beri çok yaygındır ve bu eser taşımanın klasik dünyanın âşıkları tarafından yapıldığı ileri sürülür. Oysa bu dönemde oluşan koleksiyonların en önemlisi İtalya’dadır. İtalya ahalisi başta Papalık olmak üzere çevre bölgelerden eser yağmalamaktan çok, bazı Roma-Yunan buluntularını özellikle Laocoon (orijinali Rodoslu üç heykeltıraş Agesander, Polydoros ve Athenodoros tarafından yapılmıştır) gibi Klasik Yunanistan’ın eski Roma ustaları tarafından iyi yapılmış taklitlerini saklamışlardır.
KLASİK ESERLERE HOYRAT DAVRANILDI
II. Pius yeryüzüne dünyanın ilk kamusal müzesini hediye etmiştir. İtalya’da buna rağmen klasik eserlere hoyrat davranıldığı bellidir. Bu hoyratlık şüphesiz ki bazı ülkelere benzemez ama daha çok irredantist Birleşik İtalya’nın getirdiği milliyetçilikle klasik dünyanın değerlendiği görülür. 18. asır boyunca İtalya’ya inenlerin de sistematik toplayıcılıktan çok değerli malzeme elde ettikleri açıktır. Johann Joachim Winckelmann (1717-1768) Almanya’nın ilk ciddi arkeolojik Roma eserlerini, özellikle sikkeleri, koleksiyoner zihniyeti ve sistematik bir tasvirle toplamıştır.
Mısır dünyasının tahribi ise çok daha hazindir. İnsanların hiyeroglifin çözüldüğü zamanda bile bu medeniyete saygı göstermekten ziyade Londra salonlarında meraklı amatör bir kitle tarafından mumya teşhir ettikleri, parçaladıkları malum. Edepsizlik o dereceye varmıştır ki sağdan soldan piramitlerin dışındaki mezarlardan bile devşirilen eserler ve mumyaların Kahire’de ve Asvan’da sokakta işportada satıldığı görülmüştür.
Kütüphaneleri toplamak daha eski bir meraktır. Hiç şüphesiz bu toplamanın ilmi tarafı vardır ama kitap toplayıcılığı bugün bile daha başka problemler arz ediyor. Toplanan yazmalar veya nadir baskılar (incunabel) diyebileceğimiz Şark eserleri çoğu zaman Batı’da veya Japonya gibi bu dallara merak duyan ülkelerde sadece birkaç binin bakabileceği koleksiyonlarda tutuluyor. En hazini 18. asırda Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün eyaletlerinin yağmalanmasıdır. Türklerin bu işten anlamadığı söyleniyor. Yağmacılar ve hırsızlık Osman Hamdi Bey’in kazılar yaptığı, müze kurdurduğu, müze müdürü olduğu zamanda bile görünür, hatta daha arsızca hırsızlıklar da yapmışlardır. Ayasofya haziresinde II. Selim türbesinin çinilerini değiştirmek gibi...
Lord Elgin bütün Parthenon’un kabartmalarını götürmüştür. Bugün görülen tahribat onun taşımasına aittir. Son senelerde Parthenon’un eteğinde açılan modern Parthenon Müzesi’ni müteveffa Profesör Bandırmalidis ile gezmiştim. Hazin bir manzaraydı, alınlığın monte edildiği bölgede eldeki eserler bütünün yarısını bile bulmaz. Bu arada Almanya’nın bir kabartmanın elinin üçte birini hediye etmesi de trajikomik bir görünümdü.
Parthenon Müzesi’nin (Akropolis Müzesi) aydınlık, mükemmel teşhire müsait yapısı dururken British Museum’un ne lüzumu vardır.
Türkİye’nin üç taraflı denizlerle çevrili bir kara olduğu çok tekrarlanır. Bu tekrar ilkokul müfredatından başlayarak bütün hayatımızca benimsetilen bir mütearifedir ve çoğu zaman bizim denize karşı hoyrat davranışımızın da gerçek sebebidir.
Üç tarafımız denizle çevrilidir; sıradağların hükmettiği kuzey ve güney kıyılarının ortasında aslında bir “caldera”, dipsiz bir derinlik olması gerekir. Celâl Şengör ve arkadaşlarının teorisine göre jeolojik oluşumda bu bölgede, yeryüzü madenlerinin kaynayarak üste çıkması, çökerek soğuması ve tekrar kaynayarak üste çıkmasıyla oluşmuş bir yayla vardır.
Bu yayla Ukrayna ovaları gibi verimli değildir. Madenler bakımından zengindir ama kaliteli madenlerden çok, çeşit söz konusudur. Tarım bakımından şüphesiz Orta Asya steplerine benzer, İran’ın ortasındaki çöl mıntıkasıyla çok az ilgisi vardır fakat Balkanların verimliliği de söz konusu değildir. Yani dikkatle çalışılması, işlenmesi, yeraltı su kaynaklarının ölçülü kullanılması gerekir.
Sınırsız sandığımız kıyılar Ege adalarından hiçbirinin elimizde olmaması nedeniyle kıyı zenginliğimizin (uzunluğumuzun) sınırlılığını getirir. Bu sınırlılığı turizm sektörümüzün öncülerinden Mukadder Sezgin, Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde çılgın turizmin, kıyılardaki binalaşma ve otelleşmesine karşı vurguladığı bir gerçektir. O günden beri çok az insanın zihninde yer eder, etmediği için de kıyılarımızın ne hale geldiği gördük.
GUDUBET OTELLERİN YÜKSELİŞİ
Türkiye koyları tıpkı İspanya gibi dikkat edilmesi gereken bir zenginliktedir. Her yerine rastgele bina yapamazsınız; yani Antalya’nın doğusundaki Belek denen bölgede pinus (fıstık çamı) ormanının yok edilmesiyle sözde görgüsüz golf sahalarını, kıyıları kapatan garip gudubet otellerin yükselmesiyle nasıl bir kirlilik meydana geldiği açıktır. Aynı kirlilik Batı Antalya’da da söz konusudur hatta başlamıştır.
Ege Bölgesi’nde ise bu tip yatırımlar hiç de o kadar imkân bulacak durumda değildir. Ege’nin su kaynakları kısıtlıdır. Artan nüfusu hesaba katarsak Türk milletinin denize girebilmesi, deniz tatili yapması için araziyi ve deniz kıyılarını çok dikkatli kullanmak gerektiği açıktır. Yani bu kıyılarda kitle turizme açık oteller yapılamaz. Birtakım insanların yılda 15-20 gün ancak kullanacakları yüksek binaların içinde geniş meskenler meydana getirilemez. İnsanların Ege Bölgesi kırsalındaki yapıları ancak mütevazı binalar ve mümkün mertebe kıyının dışında olmalıdır.
Zira bir tehlike daha var; Ege Bölgesi dünyanın en zengin ve kaliteli zeytin rezervlerine sahiptir.
ESKİ çağlar ve orta çağlar tarihinin merkezi Küçük Asya’dır. 11. ve 12. asırlarda atalarımızın bu ülkeye gelişiyle biz buraya Roma İmparatorluğu; Rumî dedik. İtalyanlar ise buraya Türkiye dediler çünkü Küçük Asya’nın baştan başa dağları, köyleri ve şehirlerinin yoğun bir Türk nüfusuyla dolduğu anlaşılıyordu. Evet, ilk defadır ki dağlık bölgelere bile Türkler yerleşiyordu. Hellenistik ve Roma devirlerinde dağ şehirlerinin sayısı çok azdır. Ancak denize çok yakın Likya ve Pisidia gibi yani bugünkü Antalya’nın Batı ve Kuzeybatı bölgelerinde Sagalassos ve Termessos gibi şehirler vardı.
Türkiye’nin Türkler gelmeden evvel son derece zengin bir tarihe sahip olduğu belli; bu artık açık bir şekilde ortada. Roma İmparatorluğu’nun bile en zengin bölge ve şehirleri burada. Bütün İtalya’da Roma vardı, öbür şehirlerin sayısı, hacmi ve nüfusuna göre Küçük Asya; Ephesus ve Antiochia’nın yanında 2. ve 3. derecedeki şehirleriyle bu konudan da çok zengindi. Bugün sadece bir Roma garnizon şehri Galatia’nın merkezi olan Ankara (Ancyra) bile önemli bir antik alandır. Başkentte kazıların yapılması gerekir; yani Ankara’nın Çankırı Caddesi, İsmetpaşa Mahallesi, ta yukarı kaleye kadar kazılara konu olmalıdır. Ortaya çıkacak eserlerle bu görülecektir. Zira Augustus Mabedi’nin yapılması ve kült merkezi olarak gelişmesi için bereketli bir şehir gerekir. Kalemiz Roma’dan evvelki devre aittir, Galatialılar tarafından yapılmıştır. Orta çağlar boyunca zaten Bizans’ın ama asıl önemlisi Selçukluların stratejik bir merkeziydi.
TARİH DOLU TOPRAKLAR
Hiç şüphesiz ki Bizans’ın sahip olduğu Küçük Asya, donanım bakımından bilhassa İstanbul (Konstantiniyye) bütün şehirleri geçecek durumdadır. Aynı talih Selçukî Türkiyesi ve ardından Osmanlılar için de söz konusudur. Böyle bir yerde arkeolojinin millî bir sanat olması, arkeolojik kazıların akademik heyetlerin dışında geniş vatandaş kitlesini ilgilendirmesi gerekir. Bu düzeye erişmekte bir hayli sorun yaşıyoruz.
Türk arkeologlar bu bölgenin sadece Yunan, Roma değil zengin İranlı geçmişiyle de ilgileniyorlar. Mesela iki arkeoloğumuzun bu alandaki eserleri çığır açıcı bir yenilik; Sevgi Sarıkaya’nın Anadolu’da Persler: Daskyleion Satraplığı ve Şehrazat Karagöz’ün İngilizce yazdığı Anadolu’daki Yerel Halklar ve Kültürler Üzerindeki Ahamaniş Etkisi kitapları iftiharla övüneceğimiz monografilerdir. Evet, Ahamanişler devri İranı’nın en zengin eserleri Daskyleion gibi, Behramkale gibi eski satraplık merkezleridir. Bunlar bazı hâlde İran’daki miras ile yaraşılabilecek durumdadır.
HER ŞEY YERİNDE AĞIRDIR
Avrupa müzelerindeki Anadolu’dan ve Yunanistan’dan kaçırılan eserlerin bir bütünlük göstermediği ve bir uygarlığı anlamak bakımından pek bir şey ifade etmediği açıktır.
Türkiye bu sene zeytin rekoltesinde (yani dünyada) Akdeniz birincisi oldu. Akhisar’ın inatçı çiftçilerine bir kere daha saygımı sunuyorum. İki yıl evvel, “Biz yakında İspanya’yı geçeceğiz” diyorlardı. Rumeli’nin bu çalışkan insanları tütün işçiliğindeki dinamizmlerini zeytinciliğe çevirmişlerdi. Akhisar’ın zeytinciliği hem eski hem de bu patlamış haliyle oldukça yenidir. Modern sıkma teknikleri uygulanan değirmenler kurdular. Prenses Colonna’nın sakatlanmaya başlayan İtalyan zeytin üretiminin açıklarını Akhisar’dan tamamladığını biliyoruz.
Gençliğimde hatırlıyorum, orta sınıf Amerikalılar da olive’den (zeytinden) söz etmek için “Encyclopedia Americana”ya müracaat ederlerdi. Rusya’daki ansiklopedilerde daha komik ifadeler vardı: “Biraz eski tarihte; Efendimizin son yemeğini yediği Zeytindağı’ndaki ürünün yağından söz ederlerdi.” Şimdi Çinliler zeytinyağı kullanıyor. Ruslar zeytinyağı arıyor. Amerikalılar bu işte de kullanım ve pişirim şampiyonu olduklarını iddia etmeye başladılar. Şurası bir gerçek ki ağız tadının ötesinde insan sağlığı için altın değerinde bir sıvı. Obeziteye, sindirim güçlüklerine, hatta ciltteki bazı sorunlara karşı en etkili yiyecek ve hakikaten lezzetli.
Zeytinde bazı yıllar öngörülen kıtlıktır; bu yıl da öyleydi ama öngörülmeyen derecesi iklim, çevrenin kirletilmesi, zeytinliklerin hödük inşaatçılar tarafından işgali, otel meraklılarının zeytinliklere girmesi bunda etkin oluyor. Bu sene feci bir yıl geçiriyoruz. Zeytinin yıllık bereketsizliğinin yanında gerek ticaret ve pazarlamada gerekse ülke zeytinliklerinin hoyratça tahribinden doğacak kötü neticeler ortaya çıkmaya başladı. Son olarak Milas’ın Akbelen’indeki facia gibi, koca sarıçam ağaçlarının tahribi gibi... Sözde bir termik santralı iki buçuk yıl ancak idare edebilecek linyit havzasını elde etmek için Akbelen ormanlarının tahribi gibi, uzun zamandır zeytinliklerin de beş para etmez kömür madenleri açımı için yok edildiğini biliyoruz. Tiny house yapacağız, kampus kuracağız diyen yarım yamalak müteşebbisler zeytinliklere el atmasın derken, kanunlar ve yönetmeliklerin sertliğine rağmen bu işler beceriliyor. Çünkü ikide bir imar affı veya sit alanında, zeytin alanında değişik kullanımlar uygulanıyor. Daha yakın zamanda ziraat profesörü tarım bakanının maden sahası açacağız diye zeytinlikleri katlettiğini gördük. Ege’de hiçbir zeytin bölgesi kalmadı. Tabiatın zengin nimetlerini kullanamayan insanlara her türlü ceza yağar. Ceremesini genç nesiller ve çocuklar çeker.
PAZARLAMADA EKSİĞİZ
Bugün aşağı yukarı üretim ve ihracat rakamları ortaya çıktı. Türk halkının zeytinin litresine ödeyeceği fiyat yüksek. Bu, dar gelirlilerin bir müddettir alıştığı ve sevmeye başladığı zeytinyağını şişede seyretmesi anlamına gelir. Lakin sözünü ettiğimiz çirkin saha tahribatı dışında maalesef pazarlama bilmeyen bir zeytinci takımı var. Başta İtalya, dışarıya sevk ettikleri zeytinleri yok pahasına ihraç ediyorlar. Çünkü örgütlenme zihniyetleri yok. Yavuz Barlas, Habertürk’teki ekonomi programında güzel bir benzetme yaptı; “Çıkardığı petrolü benzine çeviremeyenlerin ihracatı gibi” dedi. Halbuki biz çıkardığımızı, bahsettiğim modern preshanelerde çok iyi sıkıyoruz. Ama iş şişeye konan şeyi pazarlamaya gelince dökülüyor. İhracat fiyatlarımız çok düşük. Ne çalışan insanların ücretini karşılayacak durumda ne de üreticinin hak ettiğini verebilir. Ama asıl korkuncu, zeytinyağını tatma hakkı kesilen kitleleri memnun edemez. Bir an evvel hem ihracatın ve fiyatların örgütlenmesi hem de miktarların ayarlanması lazım.
Zeytin ziraatının yapıldığı bölgelerin hemen yanına çiftçiler istedikleri ekimleri yapıyorlar.
1963 Nisanında bundan 60 yıl önce Kapadokya’ya adım attım. Kuşkusuz tek başına değildim. O tarihte Mukadder Sezgin Basın-Yayın Turizm Bakanlığı diye bilinen kurumun Turizm Dairesi Başkanı’ydı. Dairesinde hademe dahil 19 kişi çalışıyordu. Bu kadrolarla bazı şeyleri gerçekleştirmesi mümkün değildi. Halbuki projeleri vardı. Pratik bir adamdı. 1960’lı yılların kıtlığı içinde turizm işlerini hiç değilse başkent çevresinde düzenlemeye kalktı ve bunda da başarılı oldu.
İlk iş eleman bulmaktı. Kendi memurlarıyla bu işi yapamayacaktı; sayıca yetersizlerdi. Bazıları da lisan bilmiyordu. Başkentteki iki üniversitede okuyan o da yetmedi yabancı dil bilgisi olan lise öğrencilerini de bir amatör tercüman, rehber kursuna aldı. Amatör lafı yaş sınırını ortadan kaldırıyordu. Ciddi bir lisan imtihanı yapıldı. Kurs başladığı zaman programın daha ciddi olduğu anlaşıldı.
Bakanlığın Polonya asıllı Türk vatandaşlarından Edwin Rizi gibi her şeye koşuşturan bir memuru vardı. O da bazı kursları yüklendi. Arkeologlardan da gelenler oldu. Ama asıl önemlisi Mukadder Bey Tahsin Özgüç, Ekrem Akurgal gibi hocaları hatta Katharina Otto-Dorn’u bir konferans için ayarlamıştı. Sanat tarihinin yükü yine Gönül Öney’deydi; güzel ve bilgili bir asistan kızdı. Entelektüel bir ailede yetişmişti. Sevgi Soysal, Devlet Opera ve Balesi’nin ilklerinden Duygu Yener (Gürer Aykal’ın eşidir) onun kardeşleridir.
DÜNYA İLE TEMAS EDİYORDUK
Ankara içinde geziler yapılıyordu. Akşam kursları çok iyi geçmişti. Doğrusu meraklı olduğumuz arkeoloji ve sanat tarihi gibi dallarda bilgi edinmek zevkli geliyordu. Hafta sonu Ankara içindeki eski eserler görüldü. Bunların bazılarını tesadüfen tanıyordum. Bazılarını hiç görmemiştim. Çoğu Ankaralı, eski Ankara’nın içinde neler var bilmezlerdi, bugün de medeni bir rakama ulaşamadık.
Nihayet mart ayı geçtikten sonra nisanda yurtiçi geziler başladı. Bunlar ilk anda belli bir alandaydı. Konaklama imkânımız olmadığı için Alacahöyük, Boğazköy’e, Göreme’ye, Gordion’a, Konya’ya gittik. O zamanın Konyasını görmek büyük bir şanstı. Pek tabii asıl büyük kazanç Göreme. Aksaray kavşağından sonra şose yolla ulaşılan Ürgüp ve Göreme’nin bizim literatürden tanıdığımız bacaları vardı ama mekteplerde bacaların dışında en hafif bir bilgi verilmeyen kaya kiliseleri, manastırlar hepimizi büyülemişti. Nevşehir ve Ürgüp Selçuklu medeniyetinin, Bizans’ın kaynaştığı yerlerdi.
Anadolu’nun zenginliklerine ilk bakışımızın çok yüzeyden olduğu anlaşılıyor. Zaten Türkiye’nin uç noktalarına ulaşmak bu mütevazı programda yoktu. Nitekim sonuç geldi. Hazirandan itibaren Ankara’nın her yerine “
24 Temmuz 1923, Lozan Antlaşması’nın şehirdeki ünlü otel Beau-Rivage (Otel) Sarayı’nda delegeler tarafından imzalanıp yürürlüğe girme tarihidir. Hiç şüphesiz bu, Lozan görüşmelerinin; daha doğrusu kongrenin ikinci safhasıdır. Birinci safha 1922 yılında başlamış ve kesilmiştir. Lozan’daki görüşmelerin kesilmesinin en önemli nedeni toprak meselesi değildir. Çünkü Türk orduları süngü gücü ile girdikleri alandan çekilmemişlerdir. Ama tazminat dahil ordunun girmediği bir yer de kongrede Türkiye’ye verilmiş değildi. Maalesef Türkiye Balkanlar’daki Yunanistan ve Romanya’nın aksine kongrelerde kendisine cemilede bulunan bir memleket hiçbir zaman olmadı. Ama kongrede kendi kazancımızı, ordunun girdiği bölgeyi terk etmemek buradaki kuvvetli iradenin neticesidir.
KRİTİK MESELE: KAPİTÜLASYONLAR
Kongrenin asıl çatışma alanı kapitülasyonlardır. Önemli Britanya diplomatları gibi hayatının bir döneminde Hindistan kral naipliği; yani genel valilik yapan Lord Curzon, Mısır üzerinde de tecrübe sahibidir ve Ortadoğu dünyasına bakışında sert bir yöntem vardır. Bu bakış açısı ve davranış her Britanya hariciyecisinin takip ettiği bir yol değildir. Lord Curzon bir ekol mensubudur; yani biraz demode bir ekolün mensubudur. Ama aksine Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türk imparatorluğunun orduları karşısında önemli mağlubiyetlere uğradıkları halde Kût’l Amâre, Çanakkale, Kafkasya ve İran’da Britanya askeri kanadı Türklere karşı hariciyelerinden daha saygılı ve ihtiyatlı davranmışlardı.
Bugün Lozan üzerinde efsaneler dolaşıyor. Bunlardan birincisi gizli görüşme belgeleridir. Pembe Köşk’teki mevcut evrakın İnönü ailesince sergilenmesinin ötesinde, 1970’lerde Büyükelçi Osman Olcay ve onun yakın dostu Prof. Seha Meray, Lozan görüşmelerini, verilen layihaları, sadece nihai metni değil; nihai metni hazırlayan ve “ratio legis” diye bilinen antlaşmanın ruhunu, çatışma alanlarını belirleyen bütün evrakı mükemmelen çevirip yayınladılar. Ne yazık ki yayın, Türkiye’de tefekkür tarihinde ve tarihçilikte çok az müracaat edilen vesikalardandır. Binlerce sayfalık bir tercümedir, bir yorumdur. Lozan’ın ruhunun anlaşılması için Mondros Mütarekesi, aynı şekilde Sevr ve Montrö üzerinde durulmuştur. Yazarların Sevr ve Montrö yayınları da vardır.
Tabii Türkiye’nin kahvehane tarihçiliği bu gibi vesikalardan haberdar değildir, ulaşamaz, ulaşsalar da pek anlamayacaklardır. Bu bakımdan aradıkları gizli belgeler efsanedir diyoruz. 100. yılında tekrar görüşme diye bir şey de yoktur. Lozan ebedidir. Taraflardan biri her anlaşmada olduğu gibi buradan çekilirse Montrö’de olduğu gibi rejim devam eder veya yeniden gözden geçirilir, çekilen tarafın alınma zorunluluğu olmaz. Bu bakımdan Lozan’ın hükümleri değişmedi demek doğru değildir. Bilhassa Boğazlar konusunda Montrö’de ilerlemeler kaydedilmiştir. Yeni Boğazlar rejimi Lozan’da üstündür çünkü Mondros’ta kurulan beynelmilel komisyonun başkanı İngiltere iken Lozan’da Türkiye olmuştur ve başkanlık yetkileri daha da artmıştır. Boğazların silahlardan arındırılması hükmü ise Montrö ile değişmiştir. Arada Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk alanında yaptığı devrimler, beynelmilel antlaşmalara olan ahde vefası bu konuda ikna edici oluştur. Tabii ki yeni Türkiye’nin kazandığı rol de bunda en mühim unsurdur. Lozan’ın demek ki süre bakımından ve gizli sayfaları, hükümleri bulunduğu üfürmelerinin hiçbir ciddiye alınacak tarafı yoktur.
Lozan bir zafer midir? Lozan’ın zafer olduğunu o günlerde Avrupa basını da ilan etmiştir. Lakin büyük mesele Cumhuriyet’imizin ve milletimizi tatmin eden bir uzlaşmanın varlığıdır. Kapitülasyonların kaldırılması konusu hiç şüphesiz ki Britanya ve kapitülasyon sahibi devletler tarafından tatmin edici değildir. O yüzden aralarındaki ihtilafa rağmen bu devletler; yani Fransa, İtalya ve İngiltere Lozan’daki kapitülasyonlar konusunda birleşmişlerdi. Fakat ordunun kazandığı zafer, Mustafa Kemal ve İsmet Paşaların bu konudaki direnci meseleyi değiştirmiştir. Lozan’da kapitülasyonlar kaldırıldı.
VENİZELOS