Paylaş
Sayın Erdoğan’ın 30 yıldır girdiği her seçimi kazandığı ve yandaş basında bu gerçeğin bilhassa vurgulandığı malumdur. Bu vurgulamada yanlış da yoktur. Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi partisinde gençlik kollarından başlayan yükselmesi, 1980’deki ara verme, nihayet İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı (Mart 1994) bu yükselmenin ilk parlak safhasıdır. Erdoğan’ın bu dönemde büyükşehir seçimini kazanması, varoşlardaki partililerinin halkı örgütlemesi kadar Cumhuriyet Halk Partisi çevrelerindeki lider olacak insanlara yol vermeme politikasıyla da ilgilidir.
1997 yılında askere hitaben yazılmış Ziya Gökalp’ın şiirini okuması, Erdoğan’ın Pınarhisar Cezaevi’ndeki dört aylık mahkûmiyetini çekmesiyle sonuçlandı. Bu mahkûmiyet Türkiye toplumunda sadece kendi taraftarları değil, o görüşte olmayan insanlar tarafında da tasvip edilmedi. Bunu herkes hatırlamalı. Nihayet ardından Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluşu. 2003 yılında Cumhuriyet Halk Partililerin de katıldığı bir koalisyonla, TBMM affıyla siyasi hayata döndü ve 9 Mart 2003’ten itibaren Türkiye’nin uzun yıllar başbakanlığını ve ardından cumhurbaşkanlığını yaptı. Bütün bu süre içinde CHP’nin çıkardığı temsilciler dahil aldığı rey yüzde 2.5 farkı geçmemiş. Hiçbir toplumda, siyasi rekabette bu kadar matematik asla istikrar görünmez. Bu doğrudan doğruya adayların, partilerin bağlılığın ötesinde geniş kitleleri etkileyecek yapıda olmamasıyla ilgilidir.
MUHALEFETİN LİDER SORUNU
Besbelli ki Türkiye’de muhalefet, lider adayında ön şart olan karizmatik; yani doğuştan öncü karakteri tespit edemiyor. Türkiye demokrasisinin bu yönü gittikçe de zayıflıyor. Bugün Türkiye, liderlerini tespit etmekte 1950, 1960 ve 1970’lerin seçmeninden çok daha becerisiz ve atıldır. Bir toplumun gözünün bu kadar kapalı olmasının nedeni siyasi partilerin hayata intibak edemeyişi, kadrolarını yetiştirmeyişi ve kitleleriyle bağdaşamamasıdır. Türkiye inatçı iki kampa bölündü. Buna sınıf savaşı değil kültürel savaş deniyor. Her iki kampın içinde de içtimaî, ekonomik ve eğitim durumu farklı kitleler var. Türkiye çok ilginç denebilecek bir yapısal aksaklığa sahip. Hiçbir ülkede yurttaş kitlesinin bir yarısı öbür yarısına bu kadar uzak görüşe sahip değildir. Bize benzer yapıda olan İsrail’de de solcular vardır, dini kuralları ikinci plana atan Siyonistler vardır ve tabii ki keskin Ortodoks cemaatler halinde yaşayan gruplar vardır ama orada dahi çatışmanın bu kadar kesin ve ikiye bölünmüş halde devam ettiği söylenemez.
Türkiye seçim olayını 19. yüzyılda Tanzimat Devri’nden beri tanıyor. Birtakım mahalli kurulların üyeleri açık seçimle tespit edilirdi. İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi tek partili veya serbest seçimle geçti. 1946’dan beri çok partili sandık demokrasisini tanıyoruz; yani bugün artık çok küçük bir azınlığın dışında Türk insanı başka bir seçim düzeni hatırlamıyor. Bunun üzerinde ısrarla duralım. Bu çok az ülkeye mahsus bir lükstür. Bu tarihi lüks mirası kullanamamak şüphesiz ki problem yaratır. Onun için her şeyden mühim olan ne ekonomidir ne iktisadi düzendir, seçim güvenliğidir.
1980’lerden beri Türkiye köylüsü sübvansiyona alıştırıldı. Hayvanlar bakılmıyor, tarlalar ekilip biçilmiyor, ürün devşirilmiyor. Bu işi yevmiyeli yapan Afgan göçmenlerin doğuda birtakım alanları sahiplerinden kiraladığı, feodalitede görülen tarzda değil ama tamamen ticari bir ortakçılıkla işi yaptığı ve bu gibi kontratların kaçınılmaz hale dönüştüğü açık.
Seçimlerde AK Parti ekseriyetle oy aldı. Fakat ortada 15 tane parti var. Bunu daha kötümser yorumlarla Weimar Almanyası meclisine benzetmeyelim. Çünkü bu halin Weimar dönemindeki partilerin ısrarına ve sert ideolojik yapılarına bağlı olduğunu söylemek mümkün değil. Kısa zamanda her biri bir tarafa dağılan üyeler, kaynaşmalar veya yeni oluşumlarla sayıları azalacak. Bir şey açıkça ortadadır; partilerin kapatılıp tekrar kurulma süreci dolayısıyla geleneksel olarak siyasi itikadı pekinleşmiş kadrolardan çok, günü gününe bir partiye sığınan üyeler ve kanaat önderlerinden oluşan bir demokratik yapı var. Bu bir sakatlıktır. Bu zümrelerin siyaset bakımından o partiye ve destekleyicilere karşı fazla bir sorumlulukları yok. Britanya’da işçi doklarında işini doğru dürüst yapmadığı için neredeyse turşusu çıkarılacak bir işçi milletvekilinin halini anlatıyorlardı. Bu gibi manzaraların burada görülmesi mümkün değil. Sorumsuz siyaset erbabı, Batı’daki gibi nesiller boyu kökleşen anane sahibi partililerin aksine, bir ömrün içinde cemiyetten cemiyete, partiden partiye dolaşanların durumundadır.
BUGÜNKÜ YAPI DEĞİŞMELİ
Geleceğin Türkiye’si bugünkü strüktürünü değiştirmek zorundadır. Denenmiş liderleri deneme ve sürekli öne sürme dönemi bitmelidir. Bu anlaşılıyor. En çok önümüzdeki belediye seçimlerinden sonra bu yapının düzenlenmesine geçileceğine ümit ediliyor. Toplumun dikkat edeceği ikinci bir husus; anket şirketlerinin tavrıdır. Her yerde bu alanda sapmalar ve yanlış tespitler söz konusu olduğu malum ama bizdeki sapmaların rekor teşkil ettiği açık. Artık bir zikzak halindeler. Dışarıdaki Türk vatandaşlarının (ki önemli bir kısmı çifte vatandaştır) seçimlere katılma sorununu tekrar ele almamız lazım. Şurası bir gerçek; buradaki seçmenin yaşadıkları ve gördüklerini yaşamıyorlar ve de görmeye niyetleri yok.
Diğer mesele de maalesef Suriyeli göçmenlerin verecekleri rey bize daha az gösterildi. Neredeyse iki misli düzeyde seçime katıldıklarından söz ediliyor. Türkiye gibi bir ülkenin nüfusunun neredeyse 1/20’i kadar bir ilaveyi kabul etmesi mümkün değildir. Gelecekte kaynaşma, iktisadi, kültürel senteze dönüşmek şöyle dursun; iç kavgalara, irridantist özlemlere, partileşmeye ve siyasi taleplere dönüşür. Otokton ve otantik; yani yerleşik ve özgün olmayan bir toplumun 21. yüzyılda herhangi bir memlekette söz sahibi olması hiçbir yerde mümkün değildir.
Toplumla bütünleşme yeteneğine sahip göçmen gruplarının kimler olduğu bellidir. Türkiye bu grupların göçüne yardım etmelidir. Çünkü kuruyan ziraatımız, mahvolan hayvancılığımız bu gelen işgücüne de ihtiyaç duyuyor. Gelenler içinde nitelikçe iskân ve vatandaşlık kanununun ruhu buna müsaittir. Suriyelilerin varlığı bir tarihi kazadır. Bunların burada kalmasına müsaade edilmesi mümkün değildir çünkü bu sorun hiçbir zaman çözülemeyecek. Türkiye bu kadar ıssız ve imkânlı bir ülke değil. Siyaset üzerinden sosyal mühendislik yapamazsınız. Geleceğin Türkiye’sini sizin temennileriniz ve arzularınız doğrultusunda karşılamanız ve kurmanız mümkün değildir. Toplum mühendislik alanı değildir; ona yön vermek geniş bir toplumsal uyumu ve zamanı gerektiren bir olgudur.
Paylaş