Paylaş
Haziran 1934, Türkiye’nin kültür tarihinde önemli bir noktadır. Diplomat ve tarihçileri ilgilendiren kayıtların dışında bunun okul eğitiminde ve toplumun aydın sınıflarının hafızasında yer etmesi pek kolay değildir. Onun için olaylar bütünü içinde ele almalıyız. İran şahı Muhammed Rıza Pehlevi ne Batı Avrupa’nın ne de Ortadoğu’nun monarkları arasında şahsi eğitimiyle dikkati çeker ama zekâsı ve direnişi itibarıyla önderimizin sadece dikkatini çekmekle kalmamış saygısını da kazanmıştır. İran Şahı uzun bir Türkiye gezisi yapar. Demiryoluyla ulaşılacak her yere gitmiştir. Karabük’te kurulan demir çelik tesisine, İzmir ve Bursa’nın tekstil tesislerine, tabii ki İstanbul ve Anadolu’daki mühim şehirler gezildi.
Mustafa Kemal Atatürk 16 Haziran 1934 yılında İran Şahı Rıza Pehlevi ile birlikte İstanbul’da.
OPERETİ ORTADOĞU’YA EMPOZE ETMEK İSTEDİ
Gazi Paşa’nın hedeflerinden biri Türkiye’de opera kurmaktı. Türkler operayı ilk defa Cumhuriyet devrinde görmüş değiller. İstanbul, İzmir, Selanik gibi merkezlerde opera temsilleri dışardan gelen ecnebi truplar vasıtasıyla zaman zaman izlenirdi. Operet türü ise hiç yabancımız değildi, hatta tiyatro Yıldız Sarayı’na girdi. Bu tiyatro stadın inşaatı yüzünden yıkılan Dolmabahçe’deki Saray tiyatrosu, operetler için sarayda tesis edilen tesislerdi. Beyoğlu yabancı truplar gibi bazen de yerlilerden de misafir operet temsilleri görebiliyordu.
Gazi’nin isteği operet denen sanatı Ortadoğu’ya empoze etmekti. Nitekim Rıza Şah döndükten sonra Tahran’da operayı kurdurdu. Gazi’nin operayı kuruşu ise gecikti. 1934’te Adnan Saygun’un bestelediği “Özsoy” tarihi Turan ve İran savaşlarını ve birlikteliğini anlatan tek perdelik bir temsildir. Senaryoyu yazan galiba Münir Hayri (Egeli)’ydi. Reisicumhur temsilden pek tatmin olmadı. Bu işler için de üniversite gibi dışarıdan uzman getirmeliyiz, diye düşünüldü.
Carl Ebert, Paul Hindemith gibi ünlüler geldi. Bu arada Eduard Zuckmayer gibi kaliteli bir piyanist ve hoca da sığınmış ama ona gösterilen görev, kurulması planlanan konservatuvar değil Musiki Muallim Mektebi’ydi; yani Gazi Enstitüsü’ndeki müzik bölümüydü. Eduard Zuckmayer “Ben burada da sanatçı yaratacağım, göreceksiniz” dedi. Fedakâr bir hoca olarak Türkiye’nin musıki eğitimi tarihinde yerini aldı. O kadar ki 1945’ten sonra eşinin de ısrarıyla memleketlerine (Almanya’ya) dönmek söz konusu olduğunda ilk anda onu takip etti. 6 ay sonra eşinden de boşandı. Doğru dürüst maaş bile alamadığı Türkiye’ye geri dönmüş, ders karşılığı yevmiye ile Gazi Eğitim Enstitüsü’ne yerleşmişti. 24 saat öğrencileriyle meşgul oluyordu. 1960’larda Alman Kültür’de gördüğüm Eduard Zuckmayer kendisini musiki dünyasını yaratmaya adamıştı ve ölene kadar da böyle kaldı. Gazi Eğitim’den mezun olanlar aslında sadece iyi öğretmen olmakla kalmadı (ki içinde bizim müzik öğretmenimiz de vardı) opera korosunda bazı orkestralarda da yer aldılar.
1934’te Gazi Paşa, “Özsoy” Operası’nda yer alan Semiha Berksoy ve iki arkadaşını daha Almanya’ya yollamıştır. Başarılı eğitimle “Hochschule für Musik”i tamamlayan Semiha Hanım kapanış konserini verdi. O yıllarda âdet olduğu üzere Hitler gençliği ayaklanmıştı. “Bu rol Alman gençliğine verilir” diyorlar. Üniversitelerde bile yüksek notun Almanlara verilmesine dikkat ediliyordu. Clemens Schmalstich sanatçı cesaretiyle “Beni kimin ne olduğu ilgilendirmez. O bir sanatçıdır” dedi.
Operanın kuruluşu kolay iş değildi. Bu işin kaç yıla ihtiyacı olduğunu soran Atatürk’e Karl Ebert bir süre verdi. Gazi hüzünlendi. Yetişemeyeceğini hisseti. Nitekim Devlet Operası’nın ilk temsilleri Atatürksüz icra edildi. Bununla birlikte Cumhuriyet devrinde operanın Türk konservatuvarlarında ve Türk bütçesiyle bakanlık nezdinde kurulması bir yeniliktir.
Arkeologyayı, musikiyi payitahtta belirli çevrelerde tutmak yetmiyor. O yüzden 10 yıl içinde operamızın 100. yılını kutlamaya hazırlanmalıyız. Bu olay Köln televizyonundaki bir programda tartışıldığında 90. yaşındaki Semiha Berksoy’u dinleyen program konuğu ünlü sosyolog Ralf Dahrendorf iyi bir kültür sosyoloğu olarak operanın bir cemiyet için ne anlama geldiğini belirtti. Wagner’den bazı aryaları terennüm etmeyi deneyen 90 yaşındaki Türk opera tarihinin canlı siması onu heyecanlandırmıştı. Dahrendorf “Guiscard ve Kohl gibi heriflere kendilerini ne zannediyor? Türkiye köşeyi dönmüş bir ülkedir” diye bağırarak...
70 yılı aşkın bir süre Türk operası Ankara’da devlet sübvansiyonuyla yaşadı. Büyük meblağlar yoktu. Resmi kurumlarla ve özellikle sosyalist dünyanın büyük sanatçılarıyla mübadele işlemi dolayısıyla tanıştık, çok şeyler öğrendik ve güzel sesler dinledik. Orkestramızın da bu gibi konukları getirmesi de aynı sistemle devam etmesidir. Ama operanın değil taşradaki vilayetlere İzmir ve İstanbul’a dahi yayılmasını beceremedik. İstanbul’un operaya hem de devlet şubesi olarak sahip olması 1970’lerdeki bir olaydır. Filarmoni orkestrası da bazı üyelerini Almanya’daki orkestralara ihraç etti ama İstanbul’da bir eşini kurması aynı şekilde zaman almıştır. Bugün sahne sanatları, musiki ve opera yayılıyor ama yeterli değil.
Büyükşehir belediyelerinin salon tahsisi gerekir; yani belirli yerlerde salon blokları kurulacak. Şayet İstanbul’a 100 kadar irili ufaklı salon tesis edilirse bu sayede sayısı 250’yi geçen tiyatro trupları hiç değilse münavebeli olarak çalışabilecek salona sahip olurlar. En büyük desteği de görürler. Bizim tiyatrocularımızın hemen hepsi okulludur. Bir memlekette tiyatronun dili sahne sanatları piyasadan yetişen sanatçılara bırakılmaz. Türkçenin ne hale geldiğini gördük. Kötü telaffuz ediliyor. Acayip bir lisan türedi, ancak konservatuvar eğitiminden geçen sanatçılar bunu önleyebilir. Nitekim onların farklı bir oyunculuğu olduğu, dili çok iyi kullandıkları hemen fark ediliyor.
İstanbul’a opera lazım. Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nin adını tekrarlayıp durmayalım. Terk edilen Haydarpaşa Garı İstanbul’a yakışan silueti ve alanı itibarıyla büyük bir opera binası olabilir. Onu da otele çevirmesinler. Haydarpaşa’daki geniş alan tiyatrolar ve sanat merkezleri için uygun bir yerdir. Aynı şekilde terk edilen ve ulaşım merkezi olma fonksiyonunu kaybeden Sirkeci Garı da bu şekilde düşünülüp düzenlenebilir ve düzenlenmelidir. İzmir ve Ankara için de bu söz konusudur. Artık terk edilmeye başlayan Ankara Garı’nın merkez olma fonksiyonu gidiyor. Bu takdirde o güzel, tarihi yapıyı bir opera binası olarak düşünmek gerekir. Herhalde Ankara Devlet Bale ve Opera Binası’nın kültürel anılarımızın ötesinde bir değere sahip bina olmadığı açıktır. Filarmoni orkestrası ise Türkiye gibi bir ülkenin yüzünü ağartacak bir anıt değildir. Türkiye bu gibi masrafları yerine getiremeyecek bir ülke değil. Ama Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bütçesi genel bütçenin 100 değil 1000’de 2’sidir.
TÜRKİYE DIŞINDA DÜNYANIN HER YERİNDELER
Her yerde konservatuvarlarımız aktör ve aktris yetiştiriyor. Konservatuvarların şan bölümleri muganni ve muganniye yetiştiriyor. Bunlar yerkürenin her yerindeler. Avrupa’nın festivallerinde en çok alkışlananlar bizimkiler. Onları dinleyemediğimiz yer ise sadece Türkiye. Bunu utanılacak bir şey olarak görüyorum, ayrıca tiyatro sanatçılarımızın niçin Azerbaycan’da, Özbekistan’da, Sovyetler Birliği’nin Türklerin yaşadığı merkezlerde yer almadığını da sormak isterim. Onları isterler, bu bir organizasyon meselesi ama düşünüldüğünü bile zannetmiyorum.
Türkiye büyük memleket diyorsunuz. Büyüklüğün yansıması aynı zamanda kültürel faaliyetlerle, sanatçılarla, onları yeri göğü tutan sesleriyle, insanları büyüleyen sahnedeki rolleriyle mümkün olur. 100. yılda olsun, Cumhuriyet’in bu gereğini hep ihmal ediyoruz ve düşünmek bile istemiyoruz. Niçin?
Paylaş