Normalleşme için ise seçimin tam anlamıyla son bulması bekleniyor. Normalleşme önemli çünkü hızla dönmekte olan dünya Türkiye’nin ne normalleşmesini ne de Yüksek Seçim Kurulu’nun kararını vermesini bekliyor. Ekonomideki gelişmeler, İran, Suriye ve son dönemde S-400’ler gündeminde şekillenen Türk-ABD ilişkileri öncelikli sorunlar olarak karşımızda.
TELEFONDA GÖRÜŞECEKLER
S-400’lerle ilgili son durumla başlayalım. Ankara, Beyaz Saray’a görüşme talebini iletti. ABD Başkanı Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki görüşmenin kısa sürede telefonda gerçekleşmesi bekleniyor. Olası görüşme gündeminin ilk sırasında tabii ki S-400’ler var. Rusya’dan gelen açıklamalar doğrultusunda S-400’lerin teslimatına neredeyse iki ay kaldı. Şu ana kadar birçok görüşme yapıldı. Ancak iki taraf da bulunduğu pozisyondan geri adım atmış değil.
Son Washington ziyaretinde yapılan görüşmeler de dahil, Ankara Patriot sürecini yeniden anlattı, “Suriye savaşının tam ortasında bakım yapmak bahanesi ile önce siz, sonra Almanya Patriot’ları çekti. Bizi farklı işbirliği arayışlarına mecbur bıraktınız” dedi.
Amerikalılar ise her görüşmede süreçte Obama yönetiminin yanlışını kabul ederken, “Yanlış bir zamanlamada S-400 almaya kalktınız, biz Rusya’yı saldırgan bir devlet olarak tanımlayıp tutumumuzu sertleştirirken sizin tercihiniz de zamanlamanız da yanlış oldu” mesajını verdi.
Bu arada Ankara’nın S-400’lerin ABD askeri varlığına tehdit teşkil etmediğini göstermek için ABD’ye ortak bir çalışma grubu oluşturma teklifi neticeye ulaşmadı.
Türkiye’ye S-400’lerin muadili Patriot savunma sistemlerini satma teklifinin süresini uzatan ABD’nin revize teklifi de Ankara’yı tatmin etmedi. Üst düzey bir kaynağım, “Revize teklif de aynı şartlarda. Ön şart, yani ‘Patriot’ları ancak S-400’leri almazsanız satarız’ şartı duruyor. Kredi yok, peşinat var, teknoloji transferi yok” dedi.
Üstelik son görüşmeler dahil ABD, Ankara’ya
Ben korktum. Görüntü korkunçtu. Bir şehit cenazesi ve cenazede linç girişimi...
Bir siyasetçinin linç girişiminden kurtarılabilmesi için eve sokulması, bir buçuk saat oradan çıkamaması ve çıkartılamaması... Yumruk, taşlar ve “Ev yakılsın” çığlığı.
Pazar günü Türkiye çok tehlikeli bir kavşaktan döndü, pazar günü Türkiye çok büyük bir badire atlattı.
Pazar günü yaşananlardan herkesin, hepimizin çok acil ders çıkartması lazım.
Ancak ne yazık ki “büyük bir badire atlatmış” bir ülkeden çok, birbiriyle çelişen, birbirini suçlayan, hedef alan açıklamaların yapıldığı, kısacası son anda ucundan dönülen uçurumun farkında olmayan bir ülke görüntüsü var.
OLAY AYDINLATILMALI
Öncelikle bu olayın tüm boyutları ile soruşturulması, aydınlatılması gerekiyor. “Organize mi, değil mi” sorusunun yanıtı bulunmalı. Akkuzulu Köyü Muhtarı Halil Kökmen, “Tezgâh yok, halk orada bir anda patladı” dedi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “Olayın dışarıdan bir provokasyonla ilgisi olduğuna dair bir bulguya, delile, kişiye ve kişilere rastlamadığımızı ifade etmek isterim” açıklamasını yaptı. Ancak dün “Geçmiş olsun” ziyaretinde bulunduğumuz CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu aynı fikirde değil. Kılıçdaroğlu saldırıyı “organize bir linç girişimi” olarak tanımladı, “Sopa dağıtan insanlar vardı, görüntüler de var elimizde” dedi. Bu iddia doğru mu? Köylüleri organize eden, provoke eden birileri var mıydı? Sopa dağıtıldı mı, dağıtıldıysa kim ya da kimlerdi? Bu da önemli ve yanıtlanması gereken bir soru.
GÜVENLİK ZAFİYETİ VAR MI?
Bitemeyen seçimin gerginliğini bu sözler bir nebze azaltacaktır. Her şeyden önce biteceğini ortaya koymuştur. Nedenini birazdan anlatacağım. Ancak önce altını çizecek olursak, demokrasilerde anayasa ve yasa çerçevesinde hak aramak elbette bir imkândır, elbette demokrasinin gereğidir. Birinci ya da beşinci partinin seçimlerden sonra hak aramasına itiraz etmek tabii ki doğru değildir. Bu dün için de geçerliydi, bugün için de geçerli, yarın için de geçerli olacak. Unutmayalım, yine demokrasi ve hukuk devletinin gereği olarak hak aranacak makamların tarafsız ve bağımsızlığı aynı şekilde olmaz ise olmazdır. Toplumun o makamlar tarafından verilecek olası kararın bu hassasiyeti sonuna kadar gözetmesini, gerekçelerini şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koymasını beklemesi de yine demokrasi ve hukuk devletinin gereğidir.
Tüm bunları göz önünde bulundurarak, gergin bir süreçten geçerken “YSK baskı altında, İstanbul’u vermeyecekler” spekülasyonlarına karşı yapılmış bir açıklama olarak görüyorum Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerini.
Bu sözlerin bazı açıklamaların üstüne gelmesi de tesadüf değildir diye düşünüyorum.
Spekülasyon, iddia ve gerginlik var iken, üstelik konu yargı sürecine taşınmışken söylenecek her söze dikkat etmek lazım. Hele hele siyasetçilerin çok daha dikkatli olmaları gerek.
Ve bazen uzun uzun, sürekli konuşmak yerine kısa ve az konuşmak daha isabetli olabilir.
Böyle zamanlarda kullanılan dilin ne kadar önemli olduğunu, bazen uzun ve sık konuşmanın sorunlara neden olabileceğini gösteren örneği daha yeni yaşadık.
‘KESİNLİKLE BİR ŞEY OLDU’ YANLIŞ OLDU
AK Parti üç bavulla Yüksek Seçimi Kurulu’na başvurduktan sonra canlı yayında, aynı akşam Habertürk TV’de, ertesi gün benim de aralarında bulunduğum temsilcilerin davet edildiği basın toplantısında konuşan AK Parti Genel Başkan Yardımcısı
Tabii ki siyasi partiler tek bir seçmenin bile oyuna sahip çıkacaklar, tabii ki hukukun gereğini yerine getirecekler, tabii ki haklarına ve seçmenin hakkına sahip çıkacaklar. Ancak ortaya çıkan tablo ve uzatmalar gerilim üretiyor. Bu gerilimin de kimseye faydası yok. Diğer yandan ortada yanıtsız sorular kaldıkça gerilim artıyor. Yüksek Seçim Kurulu’nun bu süreçte, yani yargısal süreç devam ederken hassas davranması, özellikle seçimin gidişatını etkileyecek adım ve açıklamalardan uzak durması da doğal. Ancak öyle sorular var ki yanıtları gerilimi düşürebilir, toplumun içini rahatlatabilir. Bina girişinde ve çıkışında sık sık televizyonların canlı yayınlarında soruları yanıtlarken görmeye alışık olduğumuz YSK Başkanı Sadi Güven sessiz. Bir süredir YSK Başkanı’na telefonda görüşmek için talepte bulunuyorum. Görüşemeyince aklımdaki soruları buradan yazmaya karar verdim.
BAŞKANIN SESSİZLİĞİ
- YSK anayasa ve yasalara göre tarafsız bir biçimde görevini yerine getirmekle yükümlü. Bu kadar tartışmalı bir süreçte Başkan Güven sessizliğe gömülmüş durumda. Bu sessizlik bir tek beni mi rahatsız ediyor? Bence bazen insan “Bakanların arayarak baskı kurduğu iddiası doğru değil, biz Anayasa ve yasalar çerçevesinde bağımsız ve tarafsız bir şekilde görevimizi yapıyoruz. Herkes rahat olsun. En kısa sürede sonuçlanacak” gibi bir açıklamaya ihtiyaç duyuyor.
MAZBATA NE ZAMAN VERİLECEK?
- Bununla birlikte ortada yanıt bulamayan başka sorular da var. Ekrem İmamoğlu neden mazbatasını alamıyor? Ya da Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasını almak istemesi doğru mu? CHP’nin bu konudaki eleştirileri haklı mı? YSK verilerine göre Ekrem İmamoğlu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı kazandı. Seçimin üzerinden 15 gün geçti. Partilerin olağanüstü itirazları sürüyor. İktidar partisinin İstanbul seçimlerine yönelik “organize usulsüzlük” iddiası var. Ancak 2014 yılında Melih Gökçek’e ilçelere ilişkin itirazlar sürerken mazbatası verilmişti. İşte 2014 yılındaki bu örnek haklı olarak gündeme “Neden İmamoğlu’na da mazbatası verilmiyor?” sorusunu getiriyor. Yüksek Seçim Kurulu’nun bu soruya yanıt vermesi gerekmiyor mu? Hangi yasal düzenlemelerle hareket ediliyor, ne zaman mazbata verilecek? Seçim yenilenmesi kararının çıkma olasılığına göre mi hareket ediliyor? 2014 yılındaki seçimlerde Melih Gökçek’in durumu ile benzerlik kurulması doğru mu, değil mi?
TARTIŞMA BİR AN ÖNCE NOKTALANMALI
- Sadece açıklama yapmak da yetmeyecektir. Kamuoyunda bir tepki var. Her ne kadar iç işimiz olsa da dünya da Türkiye’deki süreci yakından izliyor. Türkiye herhangi bir ülke değil, AB ile sürüncemede de olsa üyelik müzakereleri yürüten, NATO üyesi bir ülke. Demokrasi ve işleyen seçim süreçleri ile özellikle coğrafyasına örnek bir ülke. Bugünlerde hangi yabancı arkadaşım ya da diplomatla konuşsam ilk soruları kesinlikle S-400’ler değil. Sohbete mutlaka İstanbul seçimleri ile başlıyorlar. AK Parti’nin organize iddiasını, ellerindeki delilleri, yeniden seçim olup olmayacağını soruyorlar. Kısacası İstanbul seçimleri ile ilgili tartışmaların hem kendi kamuoyumuz hem de uluslararası kamuoyu açısından bir an önce noktalanması gerekiyor.
TOPLUM BİLGİLENDİRİLMELİ
Öncelikle bugün ABD’nin Ankara büyükelçisi adayı David Satterfield’in Senato Dış İlişkiler Komitesi’nde konuşacağını, daha sonra görevinin onaylanması için oylama yapılacağını hatırlatalım. İki ülke arasındaki kritik konularla devam edelim.
S-400’LER
ABD Dışişleri Bakanı Pompeo ile Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu görüştü. Çavuşoğlu NTV’de yaptığı açıklamalarda “S-400’ü neden almak zorunda olduğumuzu açıkladıktan sonra ‘Böyle olduğunu bilmiyorduk’ dediler. Patriot vereceklerinin garantisi yok. ABD Patriot satarsa alırız, satmazsa ikinci S-400 ya da başka bir hava savunma sistemi alırız” dedi. Çavuşoğlu F-35’ler olmazsa Rus uçağına da yönelebileceklerini söyledi.
- Amerikalılar açısından sorunun en önemli başlığı tam da bu, yani Rusya. Amerikalılar, “Burada önemli olan Türkiye’nin stratejik olarak nereye gideceği. Türkiye ABD ile mi, Rusya ile mi ortaklık yapacak? Rusya uluslararası sistemi sabote etmeye yönelik ülke. Agresif tutum sergiliyor” diyorlar.
Bu uyarının ardından NATO’nun 70. kuruluş yıldönümü nedeniyle ABD Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Jeffrey Hovenier’in Hürriyet gazetesinde çıkan yazısına dikkat çekeceğim. NATO müttefikliğini, Türkiye’nin katkılarını anlatan Hovenier, Rusya’yı saldırgan bir tutum sergilemekle suçladı ve “Rusya, Avrupa’daki ulus-devletlerin egemenliği, bağımsızlığının ve Batı’yı bir arada tutan ortak değerlerin karşısındaki en büyük tehdit olmayı sürdürmektedir” dedi.
Kısacası ABD, Türkiye’nin Rusya ile Batı arasında müttefiklik açısından tercih yapmasını istiyor.
- Çavuşoğlu’nun “Patriot vereceklerinin garantisi yok” açıklaması ne anlama geliyor? Amerikalı yetkililer gerek resmi açıklamalarında gerek bilgilendirme toplantılarında çok net “S-400’ler ülkenize girerse, Patriot teklifimiz masadan kalkar” dedi. Yani “Türkiye, hem S-400’e hem de Patriot’a sahip olamaz” görüşündeler.
-
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan: “Neredeyse bütünü usulsüz. Örgütlü bazı eylemlerin yapıldığını tespit etmiş durumdayız.”
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu: “Islak imzalı tutanaklarda AK Parti’nin temsilcisinin imzası var, MHP’li temsilcinin imzası var, bizim imzamız var. Niçin seçim sırasında tutanaklara şerh düşülmedi?”
İstanbul seçimi bitti, sayımı da tartışması da bitmedi. Demokratik ve yasal hak... İtiraz da olur, yeniden sayım da... Bunlar demokratik, kurallarla işleyen sistemlerde olağan durumlar. İstanbul’u kaybetmek ya da İstanbul’u kazanmak da büyük olay. Buna da itiraz yok. Ancak açıklamalardan yola çıkarak ortada kritik bir iddia ve bu iddiadan yola çıkarak sorulması gereken sorular var.
KANITLAR NELER?
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı, İstanbul seçimlerinin en şaibeli seçimlerden biri olduğunu söylüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise “organize usulsüzlük, organize suiistimal” tanımlamalarını kullanıyor. Kılıçdaroğlu, sandık tutanaklarında “her siyasi parti temsilcisinin imzası olduğuna” dikkat çekiyor. “Bir tek vatandaşın bile oyu önemlidir” tezinden, ortaya sorular çıkıyor...
- En şaibeli seçime neden olan kanıtlar neler?
- Organize ve örgütlü eylem var ise kim bunlar?
- Bu isimler tespit edildi mi, suç duyurusunda bulunuldu mu ya da bulunulacak mı?
AK Parti 20 milyon 583 bin 896 oy aldı (yüzde 44.33)
MHP 3 milyon 394 bin 366 oy aldı (yüzde 7.31)
Cumhur ittifakı toplamda yüzde 51.64 oy aldı
- AK Parti’nin oyunun içinde ittifak nedeniyle MHP’nin de oyunun bulunduğunu unutmayalım. Hemen ittifakın genel oy oranı açısından 2018 yılını da hatırlayalım.
- 24 Haziran 2018 seçimlerinde AK Parti yüzde 42.28
- MHP yüzde 11.20
- Toplamda cumhur ittifakı yüzde 53.48 oy almıştı.
- Genel olarak baktığımızda cumhur ittifakının 2018’e kıyasla oy kaybını görebiliyoruz. Ancak bu oy kaybının yüksek olmadığının altını çizmek lazım. Yine de ittifakın bu oy kaybının nedenlerini sorgulaması gerekiyor. Zaten AK Parti içinde bu yönde geniş kapsamlı bir çalışma başlatıldığını biliyoruz. Radikal bir düşüş olmaması
CHP açısından sonuçlardaki başarıda en önemli etkenlerin başında Kemal Kılıçdaroğlu’nun tercihleri geliyor. Hatırlayalım, 24 Haziran seçimlerinden sonra Kılıçdaroğlu, hem CHP seçmeninin bir bölümünce hem de parti içinde çok eleştirilmişti. “Git, değişim zamanı” diyenler olmuş, Muharrem İnce başta olmak üzere genel başkanlık tartışmasını açmışlardı. O tarihten itibaren Kılıçdaroğlu’nun genellikle sakin kaldığını ve soğukkanlılığını koruduğunu söyleyebiliriz.
Ardından başlayan yerel seçim sürecinde CHP Lideri yine parti içinde eleştiri ve itirazla karşılanan isimleri gündeme getirdi. Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu, Tunç Soyer... “Ekrem İmamoğlu kim, nereden çıktı?”, “Bu sürede kendini nasıl tanıtacak?”, “Kim tanır Ekrem İmamoğlu’nu? Küçük bir belediyenin belediye başkanı”, o dönem boyunca en çok duyduğumuz cümlelerdi. Ya da İzmir’i hatırlayın. Aziz Kocaoğlu’nun çıkışını, “CHP İzmir’i kaybetmek mi istiyor” feryatlarını... Daha da ileri gideyim, Ekrem İmamoğlu dahi Kılıçdaroğlu “Adayım sensin” deyince, önce itiraz etmiş, istememişti. CHP Genel Başkanı tüm eleştirilere, itirazlara rağmen tercihlerinin arkasında durdu. Üstelik adaylarını da İmamoğlu örneğinde olduğu gibi kazanacaklarına inandırdı.
CHP yönetimi de seçmeni de “doğru aday, doğru strateji, doğru kampanya” ile kazanabileceğini gördü. Eğri oturup doğru konuşalım, “AK Parti gitmez, ne yapar yapar kazanırlar. Kaybetseler de vermezler” tabusu yıkıldı, bunun doğru olmadığı ve demokraside de yeri olmadığı ortaya çıktı.
Her ne kadar HDP resmi ittifakta yer almasa da HDP seçmeninin millet ittifakını desteklediği net bir biçimde görülüyor. Süreç boyunca CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, “seçmenin sandıkta işbirliği” diyerek 2016 yılındaki referandumun hayır cephesini bir arada tuttu.
CHP’nin kazanan adaylarının, özellikle Mansur Yavaş ile Ekrem İmamoğlu’nun yürüttükleri kampanyaya da dikkat çekmek lazım. Kendi kampanyalarını yürüttüler, polemikten uzak kalmaya çalıştılar. Uzlaşı dilini ön plana çıkardılar.
Seçim gecesi bir adayın nasıl hareket etmesi gerektiğini de gösterdiler. Muharrem İnce örneğindeki yanlışa bu sefer düşmediler. Bu arada yarışın başabaş geçtiği İstanbul’da her iki aday açısından da “erken açıklama yapmanın önemi”ni de görmüş olduk. Böyle durumlarda adayların her ne olursa olsun, talep kimden gelirse gelsin soğukkanlılıklarını koruması gerektiği de ortaya çıktı.
İktidar partisi, Türkiye’nin hâlâ birinci partisi. AK Parti ile ilgili duruma ilişkin genel bir değerlendirme yapacağım, bir başka yazımda ise daha ayrıntılı inceleyeceğim. Ancak AK Parti’nin önemli bazı illeri kaybetse de oy oranına baktığımızda vatandaş nezdinde birinci parti olması önemli mesajlar içermektedir. Belediyeler açısından bakacak olursak, özellikle Ankara, İstanbul gibi illerde belediye meclis üyeliklerindeki dengeyi doğrudan etkilemektedir. Yani belediye meclisi çoğunluğu cumhur ittifakında olacaktır. Seçimlerden önce bir kaynağım, “Örnek olarak, Ankara’yı Mansur Yavaş kazansa da belediye meclisindeki çoğunluk cumhur ittifakında olursa çalışması çok zor olur” demişti.
SEÇMEN ‘UZLAŞIN’ DEDİ