Amerika’daki tepkilere bakınca son dönemin moda tabiriyle SDG “güzellemeleri” ve bu güzellemeleri yaparken bizzat ABD ve başkanı Trump tarafından “Bitti” denilen DEAŞ ile korkutmak taktiğinin ön plana çıktığını görüyoruz.
Ankara tüm bu “güzellemelerin”, “korku yaratma gayretinin” ayrıntılarıyla farkında. Trump’a ve Türkiye’nin güvenli bölge kuracak olmasına karşı ABD’de yürütülen kara propagandanın genel çerçevesini maddeler halinde şu şekilde özetleyebiliriz:
- Trump, Kongre’yi ve Amerika’nın müttefiklerini karanlıkta bıraktı.
- DEAŞ ile mücadele eden Kürtler ölüme terk ediliyor.
- Amerika müttefiki SDG’yi kaybediyor.
- Türk ordusunun bu işin sorumluluğunu üstlenecek niyeti, arzusu, kapasitesi yok.
- Trump SDG’ye ihanet ediyor.
- Serbest kalan DEAŞ’lı teröristler terör hücresi kurabilir ya da Avrupa’ya dönebilir.
2018 yılının Aralık ayında ABD Başkanı Donald Trump önce önemli bir açıklama yapacağını duyurmuş, sonra da DEAŞ’ı yendiklerini söyleyerek Suriye’den çekileceklerini açıklamıştı. Yine o dönem Trump, “İngiltere, Fransa, Almanya ve diğer müttefiklerden Suriye’de yakaladığımız 800 DEAŞ militanını teslim alarak yargılamalarını istiyoruz. Hoş olmayan diğer alternatif ise onları serbest bırakmak” demişti. 19 Şubat 2019’da bu konunun perde arkası ile ilgili bu köşede yazdığım yazıda: 800 DEAŞ’lı teröristin SDG’nin elinde olduğunu, Hapishane olarak adlandırılan birtakım binalarda tutulduklarını,
PYD’nin, ABD’nin çekilme açıklamasına karşı DEAŞ’lı teröristleri serbest bırakmakla tehdit ettiklerini kaleme almıştım.
O dönem ABD Başkanı, Erdoğan ile peş peşe yaptığı telefon görüşmelerinde “800 DEAŞ’lı teröristin durumu”nu gündeme getirmişti. Ankara ise bugün Beyaz Saray’ın açıklamasında yer alan cümle için o gün çözüm önerisinde bulunmuştu. Ankara, Washington’a “DEAŞ’lılar için Suriye sınırları içinde çözümümüz var, alırız, koyacağımız yer belli” mesajını vermişti.
BİR YILIN KÖŞE TAŞLARI
Bir yıl önceki tablo buydu. Şimdi bugüne geliyoruz. Ama önce bu bir yılda neler yaşandı maddeler halinde sıralayalım.
Bir yılda ABD Başkanı’nın açıkladığı gibi bir çekilme olmadı. ABD, Suriye’de kalırken DEAŞ’a karşı sahada kullandığı PYD/YPG’yi içeren SDG’yi her gün silahlandırmaya ve eğitmeye devam etti.
Ankara’nın o süreçteki “operasyon” açıklamasına Trump sosyal medyadan, “Kürtlere saldırılması durumunda Türkiye’yi ekonomik olarak yerle bir edeceği” yanıtını vermiş, bunun olmaması için güvenli bölge önerisinde bulunmuştu.
Ankara-Washington hattında güvenli bölge için müzakereler yürütüldü. Ankara’nın tabiriyle
Üç gün boyunca süren toplantıda konuşulanlar dikkat çekici. Yapılan tespitleri ve eleştirileri alt alta sıralamakta fayda var.
Yeni bir dil lazım.
AK Parti geçmişte daha çok halktan ve özgürlükten yanaydı. Bu politikasından uzaklaştı.
Ekonomideki sorunlar seçmeni, vatandaşı doğrudan etkiliyor. Güven sorunu aşılmalı.
AK Parti geçmişte toplumsal duyarlılıklar konusunda öncü idi. Bu rolünü yeniden kazanmalı.
Siyasetçiler partinin yanında değil, halkın yanında olmalı.
Yeni siyasi parti oluşumlarındaki isimler AK Parti’den çıkan, yetişen isimler. Onlara yönelik “hain” tanımlaması doğru değil. Bu oluşumları hor görmek de yanlış. Söz konusu siyasi oluşumlar, AK Parti’ye kızgın seçmenin olası adresleri. AK Parti’ye kızgın seçmen daha fazla küstürülmemeli.
Uygulamaya konulmuş Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin temel taşı 50+1’i yeniden tartışmak, hatta konuşmak bile zafiyet.
Cumhurbaşkanı Erdoğan New York’taki BM Genel Kurulu öncesinde Türkiye’nin artık sabrının kalmadığını, istediği koşullarda güvenli bölge oluşturulmazsa Fırat’ın doğusuna harekâtın kaçınılmaz olacağını, bunun için de Türkiye’nin aylarca hatta günlerce beklemeyeceğini açıkça söylemiş; eylül ayının sonuna kadar da süre vermişti. Üstelik BM Genel Kurulu’nda tüm dünyanın önünde Türkiye’nin Fırat’ın doğusunu da terörden temizleyeceğini açıkladı.
Cumhurbaşkanı BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada “Suriye’de terörden temizlediğimiz bölgelerde okulları, hastaneleri, altyapı ve üstyapı imkânlarını yeniden ayağa kaldırıyoruz. Şimdi aynı amaçla Fırat’ın doğusunu terör örgütlerinden temizlemeye hazırlanıyoruz. Hem ülkemizdeki Suriyelilerin hem de güvenli hale getirdiğimiz bölgede ikamet eden kardeşlerimizin, kalıcı barış sağlanınca Suriye’nin yeniden inşasına katkıda bulunacak bireyler olarak yetişmelerini hedefliyoruz. Sizlerden de Türkiye’nin tüm insanlık adına yürüttüğü bu çabalara destek olmanızı bekliyoruz” dedi.
Ankara’nın beklentisi genel kurul sonrasında New York’ta iki liderin bir araya gelmesi ve güvenli bölge ile pürüzlerin ele alınmasıydı. Görüşme olsa idi, Ankara hem pürüzlerin giderilmesine çalışacaktı hem de kararlılığını bir kere daha gösterecekti. Ancak o görüşme olmadı, olamadı. Trump hakkında azil süreci başlatıldı ve başkan ile adamlarının doğal olarak gündemi altüst oldu.
DERDİ BAŞINDAN AŞKIN
Cumhurbaşkanı Erdoğan, New York’tan dönerken uçaktaki gazetecilere Trump ile kapsamlı bir telefon görüşmesi yapma ihtimalinden bahsetti. Türkiye’nin verdiği süre dolarken, şu satırların yazılmakta olduğu dakikalara kadar iki lider arasında henüz bir telefon görüşmesi olmadı. Açıkçası Trump’ın derdi başından aşkın. 2020’de yapılacak ABD başkanlık seçimlerine doğru bu süreç “azil” ile noktalanmasa da Trump’ın başını ağrıtıyor ve daha da ağrıtacak. Siyasi açıdan Trump’ı yıpratacağına şüphe yok. O yüzden telefon görüşmesi de hemen olmayabilir, olamayabilir.
Diğer yandan Suriye’de 2011’den beri süren içsavaşı sonlandırmak için BM gözetiminde oluşturulan Suriye Anayasa Komitesi’nin 29 veya 30 Ekim’de Cenevre’de toplanacağı açıklandı. Türkiye’nin de desteklediği süreçte önemli bir dönemece giriliyor. Ayrıca Türkiye tüm gelişmeleri, özellikle de mültecilerin durumunu Rusya, Fransa ve Almanya ile dörtlü zirvede de masaya yatırmak istiyor.
TÜRKİYE YENİDEN GÖZDEN GEÇİRECEK
İşte
16’sını 17 Ağustos’a bağlayan o gece sarsıntıyla uyandım. Ankara da sallanmıştı. Anneannemle kardeşimi kapının önüne indirdikten sonra hızla ofise geçtim. Kamuran Çörtük’ün o yıl kurduğu BRT kanalında muhabirdim. Her yer karanlıktı. İlk gelen bilgi “Ankara’dan sonrası yok oldu” şeklindeydi. O dönemki haber müdürü Gürkan Zengin’le konuşup ilk gelen kameraman arkadaşla yola çıktık. Ankara-Bolu yolunda sabahın ilk saatleriyle birlikte, o acı gerçekle yüzleştik. Deprem... 17 Ağustos 1999 depreminden bahsediyorum. O ilk saatlerde büyük bir şok ve sarsıntı yaşadığımı hatırlıyorum. Ömür Hastanesi, Gölyaka... Yıkıntılar içinden gelen sesler... Yardım istekleri, karanlıktan gelen çığlıklar... Yollarda kolumuzdan tutup “Çocuğum kayıp, yardım edin!” diyenler... “Kızım ben yaşıyorum, aileme ulaşamıyorum. Yaşadığımı aileme haber verin” isteğinde bulunanlar... Enkaz altındaki sesleri duymak, yardım etmeye çalışmak, haber vermek... Deprem bölgesinde diğer muhabir arkadaşlarla birlikte dönüşümlü olarak uzun bir süre kaldık. Çoğu zaman arabaların içinde uyuduk. Bölgedeki görev bitip dönünce, sarsıla sarsıla ağladığımı hatırlıyorum.
BÜYÜK DEPREM KAÇINILMAZ
17 Ağustos depremi 7.4 büyüklüğü ile Türkiye tarihinin en büyük ikinci depremi olarak yaşattığı acıyla tarihe geçti. Ardından Düzce depremini yaşadık. İlk yıl hep depremi konuştuk. Alınmayan önlemleri, malzemeden çalan müteahhitleri, deprem kuşağında olduğumuzu bildiğimiz halde hiçbir şey yapmayan kurumları, sorumluları, vatandaşları konuştuk. Sonra yavaş yavaş unuttuk. Yavaş yavaş alıştık. Deprem vergisini bile konuşmaz olduk. Türkiye’nin herhangi bir yerinde deprem olduğunda “büyük İstanbul depremine hazırlanmayı” yeniden gündemimize aldık. Sadece bir süreliğine... 1999 yılının üzerinden tam 20 yıl geçti. Belki de o gün geldi, belki de yaklaştı, belki daha var. Bilmiyoruz....
Uzmanların açıklamaları ışığında tek bildiğim “büyük deprem kaçınılmaz”... 20 yıl geçti, biz tam anlamıyla hazırlanamadık. Şu an bir yıl mı, yirmi yıl mı yoksa bir gün mü var bilmiyoruz. Bilmemiz gereken tek gerçek hazır olmak için kaybedecek tek bir saniyemiz olmadığı gerçeği.
İstanbul dün 5.8 büyüklüğü ile sallanırken, ben de İstanbul’daydım. Evin sağlam görünen kirişinin altına geçtim. Sallantı sona erince sokağa çıktım. Sonra haberleri takip ettim. Panik görüntülerini izledim. Vatandaş olarak bizlere de düşen görevler var. Evlerimizi kontrol etmek, dayanıklı hale getirmek, deprem anında nasıl davranmamız gerektiğini bilmek gibi... Kısacası her an hazırlıklı olmak gerekiyor.
O GÖRÜŞME OLMADI
İstanbul depreminin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uçağının Türkiye hava sahasına girdiği sıralarda olduğunu Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarından öğrendik. Cumhurbaşkanı, BM Genel Kurulu için gittiği New York’ta temaslarını bitirerek yurda döndü. Ziyareti öncesinde Trump ile olası görüşmesinin önemine dikkat çekmiştik. Erdoğan, Fırat’ın doğusunda Türkiye’nin beklentilerini karşılayacak güvenli bölge oluşturulması için eylül ayının sonuna kadar süre tanımıştı. O tarihten sonra, Türkiye’nin kendi göbeğini kendi kendisinin keseceği mesajını vermişti. Hem bu kararlılığını hem de güvenli bölge müzakerelerini Başkan Trump’la konuşması bekleniyordu. Ama olmadı. ABD, deprem ile değil ancak Trump’ın azil sürecinin başlaması ile sarsılıyor. ABD Başkanı Trump yaptıkları telefon görüşmesinde “Yüz yüze görüşeceğiz” demişti. Ancak o sözleri söylediğinde azil süreci ortada yoktu. Şimdi kapsamlı bir telefon görüşmesi mi yapılacak yoksa Türkiye, ABD’deki sallantı sebebiyle “eylül sonu” tarihine mi erteleyecek, bekleyip göreceğiz.
Gerçi Cumhurbaşkanı Erdoğan New York’ta Trump ile kısa bir telefon görüşmesi yaptı. Ancak o görüşme daha çok nezaket içerikli ve çok uzun olmayan bir telefon görüşmesiydi. Edindiğim bilgiye göre Başkan Trump’ı Senatör Lindsey Graham aramış. Hatırlayacaksınız, pazar günü Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD’li Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham ile bir araya gelmiş, görüşmeye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da katılmıştı. Çok sıcak ve samimi geçtiği belirtilen o görüşmede “Başkanı arayayım” diyerek Senatör Graham’ın Trump’ı aradığı belirtiliyor. Kaynaklarım, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD Başkanı Trump arasında da olumlu bir görüşme geçtiğini belirterek, Trump’ın “Yüz yüze görüşeceğiz” ifadesini kullandığının altını çizdiler.
Hem olası görüşme hem de ABD’deki genel temaslar açısından iki önemli başlık var. İlki Fırat’ın doğusu ve güvenli bölge, ikincisi ise S-400’lerin alımının ardından başta yaptırımlar olmak üzere ortaya çıkabilecek sonuçlar. İkincisinden başlayarak son durumun fotoğrafını çekmeye çalışalım.
S-400’LER, OLASI YAPTIRIM, F-35 PROGRAMI...
S-400’lerin alımının ardından Türkiye’ye yönelik CAATSA yaptırımlarının hayata geçirilip geçirilmeyeceği merak ediliyor. Amerika’daki hava, genel olarak konu Rusya olunca “Mutlaka tepki göstermek gerek” sözüyle özetleniyor. Amerika’da yaklaşan başkanlık seçimleri de göz önünde bulundurulunca, Türkiye’nin yaptırım paketiyle karşılaşabileceği, ancak bunun düşük dozlu, hatta “erteleme”yi de içerecek şekilde formüle edilebileceği belirtiliyor. Bu formülasyonda başta Fırat’ın doğusu olmak üzere başka alanlardaki işbirliklerindeki olumlu gelişmelerin de etkili olacağını söylemek gerekir.
Diğer yandan S-400 alımının somut sonucu F-35 programı ile yaşandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Senatör Graham ile yaptığı görüşmede de F-35 programı gündemdeydi. Senatör Graham, Erdoğan’a “Türkiye’yi F-35 programına geri kazandırmanın önemli olduğu kanaatindeyim” dedi. Bu konudaki Ankara’daki son gelişmeyi de burada aktaralım. Senatör Graham’ın “geri kazandırma” temennisinin de altında yatan o gelişme, Türkiye’nin resmi olarak programdan “çıkarılmaması” ancak “ortaklığın askıya alınması”.
MEKTUP GÖNDERİLDİ
ABD resmi olarak da Türkiye’ye “askıya alındığını” iletti. Amerikalı kaynaklarımın verdiği bilgiye göre ABD Savunma Bakanlığı’na bağlı müsteşarlık birimi, yakın zamanda Türkiye’ye F-35 kararıyla ilgili bir mektup gönderdi. Mektupta “Türkiye’nin F-35 programı ortaklığının askıya alındığı” ifadesi kullanıldı. Şu ana kadar Türkiye bu mektuba yanıt vermedi. Edindiğim bilgilere göre mektuptaki argümanlar hukuki bir zemine dayanmadığı için de cevap verilmesi düşünülmüyor.
FIRAT’IN DOĞUSU
“Yargıda FETÖ’cüler kritik noktalara getiriliyor” iddiasına Bakan Gül, “Bu örgütün sadece yargıya, orduya, emniyete sızdığı sanılmasın. Nerede ahlaksızca bir saldırı varsa bilin ki orada FETÖ’nün bir tezahürü vardır. Daha düne kadar FETÖ’cülerle aynı maklubeye kaşık sallayanlar, bugün çıkıp bize FETÖ ile mücadele dersi vermeye, asil şerefli Türk yargısına saldırmaya kalkışmasın” diyerek yanıt verdi.
Bu açıklama ve tartışma, “FETÖ yeniden mi örgütleniyor? Göz mü yumuluyor” sorularını beraberinde getirdi. Bu sorulara ben de yanıt aradım. Edindiğim bilgileri sizlerle paylaşacağım.
TARTIŞMA NEREDEN BAŞLADI?
Yargının içinde gruplar olduğu sır değil. Hakyolcular, ülkücüler, sosyal demokratlar diye adlandırılan gruplar... Yargıda “resmi olmasa da” söz konusu yapılanmaların olması ne kadar doğru ve bunun gelişmiş demokrasilerde örneği var mı ciddi bir tartışma konusu. Bu gruplar arasında özellikle “atama” dönemlerinde yaşanan çekişmeler de Ankara’da herkes tarafından biliniyor.
Kaynaklarım işte bu grupların zaman zaman birbirlerinin aleyhine sohbetler yaptığına ya da gazetecilere haber sızdırdığına dikkat çektiler. Burada mesele, haber ya da bilgilendirme değil; mesele yargıdaki bu tip gruplaşmalar... FETÖ’den çok çekmiş hâlâ çekmekte olan ülkenin ve yargısının hâlâ “siyasi vb saiklerle gruplaşması” çok doğru değil.
Bu genel çerçevenin ardından, son tartışmada gündemdeki isim, HSK Genel Kurulu’nca Yargıtay üyeliğine atanan Hatay Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Ahmet Turan Oral. Oral’ın bir FETÖ iddianamesini reddettiği haberleri yer almıştı. HSK yazılı açıklama ile Oral’ın iade ettiği iddianamenin yeniden tanzimi üzerine yapılan yargılama sonucunda sanık hakkında FETÖ üyeliği nedeni ile mahkûmiyet kararı verildiğini açıkladı.
Peki Oral’ın Yargıtay’a atanması sorunlu mu? Bu soruyu HSK Başkanvekili Mehmet Yılmaz’a sordum. Oral’ı şahsen tanımadığını belirten Mehmet Yılmaz, “Oral hakkındaki iddialarla ilgili üç yıl önce müfettiş raporu hazırlandı; HSK 1. Dairesi raporu incelemesinin sonunda ‘Soruşturmaya mahal yoktur’ kararını verdi” dedi. HSK Başkanvekili, Oral ile ilgili kendilerine üç yıl boyunca başka bir şikâyetin ulaşmadığını da söyledi.
İÇ TARTIŞMALARDAN UZAK DURULSUN
Tütün ve tütün ürünlerinden bahsediyorum. Özellikle son yıllarda adeta mantar gibi türeyen kafelerde satışa sunulan nargilelerden. İçeriği hasta ediyor. Bir de kaçağını düşünün... Daha zararlı, daha ölümcül, daha tehlikeli!
Hatırlayacaksınız 18 yaş altı çocuklarımıza alkol, tütün ve tütün ürünlerinin satışının önlenmesi için dört ayrı yazı yazmıştım. Her şeyden önce bir anne olarak en önem verdiğim konuların başında geliyor. 18 yaş üstünün kendi tercihi ve iradesi. Ancak 18 yaş altı çocuklarımızı her türlü zehirden korumamız lazım. Son yazımda “Kimse bir şey yapmıyor mu? Çocuklarımızı hâlâ kafelerde nargile içerken, yollarda sigara içerken, ‘mutlu saatler’ partilerinde görüyorum” diye yazmıştım.
Eleştirileri ve feryadı nasıl yazıyorsam, atılan adımları da yazacağım. Yazacağım çünkü hem çocuklarımızı hem de tütün ve tütün ürünlerini kullanan 18 yaş üstünü de ilgilendiriyor.
Bilgiler Ankara’dan... Öncelikle Ankara siyasetin ve bürokrasinin şehri. Ne yazık ki “nargile kültürü” bu kesim arasında çok yaygın.
- Öncelikle ricam Ankara’nın Çayyolu, Çukurambar semtindeki nargile kafelere takılan yöneticilere, siyasetçilere ve bürokratlara. Bulunduğunuz mekânlarda 18 yaş altındakilere satış yapılmasına itiraz edin. İşletme sahiplerinin kimlik sormasını isteyin. Diğer yandan toplum açısından örnek alınacaksanız, ideali tabii ki kullanmamanız.
- Diğer önemli konu tütünün içeriği. Zaten zehirli ama bir de kaçak nargile tütünü kullanan mekânlar var. O tütün daha da ölümcül.
BAŞKENT POLİSİNİN ÇALIŞMALARI
Ankara Emniyeti bir süredir nargile kafeleri denetliyor. Hem 18 yaş altı için istihbaratları değerlendiriyor, hem de kaçak nargile tütünü ile mücadele ediyor. Ankara İl Emniyet Müdürlüğü’nden edindiğim bilgiler çerçevesinde size bu kaçak tütünlerin nasıl yapıldığını ve içindeki zehirli maddeleri anlatacağım...