İlerliyoruz, duruyoruz ve Şostakoviç’in 10. Senfonisi devam ediyor. Tam o sırada, sağ şeritteki otomobil direksiyonundan çok hoş bir kadının bana bakarak gülümsediğini fark ettim. Tabii ki ben de derhal gülümsedim. Sonra camdan hafifçe sarkarak bana bir şeyler söylediğini gördüm.
Geçen pazar anlattığım gibi, pırıl pırıl bir erken bahar günü otomobile kurulmuştum.
Eh hayal bu ya, kendimi de o an radyoda Rus besteci Dimitri Şostakoviç’ten dinlemekte olduğum 10. Senfoni’yi Berlin Filarmoni Orkestrası’nda yöneten bir Von Karajan yerine koyuyorum.
Arabayı otomatik reflekslerle kullanıyorum ve de aklım trafikte falan değil!
Senfoni’nin birinci muvmanından ikinci muvmanına geçerken, elimdeki bagetle nasıl bir jest yapacağımı ve notaların bütün salonda ne denli tınlayacağını düşünüyorum.
Düşün düşün de, efendi işte hasır altına gidiyorsun ki, şimdi başka şey düşüneceksin!
Öyle, çünkü en son salisede fark ettim ki, vasıtaların kırmızı ışıkta durmuş olmasına rağmen ben tam sürat önümdeki otomobilin kıçına doğru gidiyorum.
Fren, fren, fren!
Bu arada da, hanidir otomatik vites kullandığımı yine unutmuşum, sanki debriyaj varmış gibi, sol ayağımla olmayan pedalı köklüyorum.
Neyse, muhtemelen balatalar hurdalaştı ve lastikler dazlaklaştı ama meret, tam o sırada başlamış olan senfoni ikinci muvmanını da bastıran canhıraş bir feryatla durdu.
İki santim daha gitseydim, en azından karakolluk olacağımın resmiydi.
Tekrar her neyse, zaten o andan itibaren de trafik tıkandı. Gıdım gıdım yürüyor.
Cep telefonuyla oğluma geç kalabileceğimi bildirdim ve gerisini umursamıyorum.
Ne umursayayım ki! Ne tasalanacağım ki!
İşte hava kıpır kıpır ve Şostakoviç’in özgürlük musikisini öyle bir duyuyorum ki, 100. doğum yıldönümü kutlanan dáhi bestecinin Stalin sultası altında çekmiş olduğu sonsuz acıları bile düşünmek istemiyorum.
Aklıma belki bir tek, tıpkı kompozitör gibi St. Petersburg sákini olan ve yine tıpkı onun gibi, acıları notayla değilse bile kelimelerin mecáziliğinde dile Büyük Anna Akmatova’nın aynı Stalin’e meydan okuduğu şu emsálsiz şiir geliyor: "Keyfin bilir, gir beğendiğin kılığa. / İster boşluğu yaran zehirli okunu at, / İstersen de eşkıya ol, yolda kafamı balyozlayan. / Kara veba, yak ve götür beni şifasız ateşlerinde. / Yahut, kusacak kadar sıradan icádınla zuhur et. / Soluk yüzlü kapıcı eşiği göstersin ve mavi kepli herif haneme girsin. / Vız gelir ve de hiçbiri umurumda değil. / İşte Yenisey gürül gürül akıyor. / Kutup yıldızında pırıldıyorum. / Ve işte, mavisini delicesine sevdiğim gözler son dehşetle perdeleniyor."
Ama hayır hayır, şu an bundan bile kaçıyorum ve otomobil direksiyonunda, ikinci muvmanın cazi çağrışımlı tınılarını Berlin Filarmoni’nin kürsüsünden yönetiyorum.
TIMARHANE KAÇKINI VAR!
Şimdi trafik öyle bir sıkıştı ki, işte bir nebze gidiyoruz ve tekrar duruyoruz.
Ve bir ara orkestra yönetmek işini yine öylesine ciddiye almış ve 10. Senfoni mûsikisine yine öylesine dalmışım ki, önümdeki vasıtaların ilerlemiş olduğunu fark etmedim.
Arkamdakinin ısrarlı korna sesiyle uyandım. Hızla da boşluğu doldurdum.
Bu arada şu açıklamayı getireyim. Ben üç şeritli bulvarın orta bandında bulunuyorum.
Bahar havasını teneffüs etmek istediğimden de hem sol, hem sağ ön camları açtım.
Artı, sanki avazı çıktığı kadar o zır deli tekno müziği dinleyen çılgınlardanmışım gibi, Dimitri Şostakoviç çalan radyonun hoparlörlerini de epey epey açtım.
Dolayısıyla, eğer onların da camları indirilmişse iki yanımdaki otomobiller notalarımı duyuyor olabilirler. Ama aldırmıyorum.
Zaten o otomobil sürücülerinin, durduğumuz zaman benim direksiyonu bırakarak el ve kol hareketleriyle orkestra şefi gibi davranmama şaşkınlık içinde bakıp, çok muhtemelen içlerinden "galiba tımarhane kaçkını var" diye düşünmelerine de aldırmıyorum.
Varsa var sana ne, o şef bagetimle senin bir yerini dürtüklemiyorum ya, yallah yürü!
İlerliyoruz, duruyoruz; ilerliyoruz, duruyoruz ve Şostakoviç’in Opüs 93, mi minör 10. Senfonisi devam ediyor ki, radyo programı bu, finale kadar sürdüreceğini sanmam.
Tam o sırada, sağ şeritteki otomobil direksiyonundan çok hoş bir kadının bana bakarak gülümsediğini fark ettim.
Böyle şeyleri kaçıracak kadar ahmak değilim, tabii ki ben de derhal gülümsedim.
Sonra bilhassa ona doğru dönerek, sanki yaylı sazlara tempo komutu veriyormuşçasına, elimdeki hayali bagetle hızlandırma jesti yaptım.
Hoş kadının gülümsemesi haniyse kahkahaya dönüştü.
Camdan hafifçe sarkarak da bana bir şeyler söylediğini gördüm.
Oysa, hem müziğin tınılarından, hem de aradaki uzaklıktan dolayı işitemedim.
Kulaklarımı göstererek duymadığım işaretini verdim ve radyonun sesini azalttım.
Sonra da iyicene sağ koltuğa yönelip, zaten açık camdan "Ne dedinizdi" diye sordum.
Fakat, lánet olası trafiğin aniden yürüyeceği ve bir o kadar lánet sürücülerin korna konserine başlayacağı tuttu ki, sözlerini tekrarlayacak zaman olmadı.
O üçüncü şeritten, ben ikinci şeritten ilerlemek zorunda kaldık ki, tüh aksi şeytan, tekrar durduğumuzda artık aynı hizáda değildik.
Ancak yine de sizin hatırınız için, Dimitri Şostakoviç’ten 10. Senfoni’nin trafikte devam edip etmediği sorusunun cevabını gelecek pazara bırakıyorum.