Paylaş
Şaka değil. Belim bıhınım tutukken, baktım artık yataktan kalkacak halim yok, hemen doktor abimi aradım. Bir arkadaşını tavsiye etti; ilaçlar, vesaireler... Ama o arada dedi ki “Ben de bir haftadır aynı durumdayım”. Döndüm ki birkaç oyuncu arkadaş da aynı belirtileri anlatıyor. Vücutta gezinen tuhaf bir tutulma. Bu ara böyle, salgın gibi. Aynı hafta baktım obezitenin vücutta bir bakteriyle ilintisi bulunmuş. Doktor soruyor: “Egzersizlerinizi yapıyor musunuz?” diye. Spor aşığı insanım, bilen bilir! Sadece, henüz başlayamadım. Yaşım gelmedi. Kemik gelişimimin tamamlanmasını bekliyorum! O bakımdan, dedim ki “Doktor Bey, egzersizle olcak şey değil bu, bence tutulmalar mikrobik kaynaklı!” Doktor alaycı ve asabi baktı bana.
Bir hafta sonra haber çıktı gazetede: “Bir denek grubunda, bel fıtıklarının yarısı antibiyotikle tedavi edildi” diye! Şimdi ben Nobel almayayım mı? Alayım bence. Ama edebiyat alanında değil. Tıp Nobel’i istiyorum. Ne var alamaz mıyım? Aşağı sokaktan Orhan Bey edebiyat Nobel’i aldıydı. İşyerimde alt kat komşum da Altın Palmiye alıp duruyor. Pöh! Bir rastlarsam “Hahaayt ben balkona gerçek palmiye aldım, yanına da tik koltuk takımı koydum” diyeceğim havası sönecek. Hiç altta kalmam. Ama Nobel alsam daha şey olur tabii. Dur bakalım kısmet.
Elalemin komşusu katı meyve sıkacağı alır, olay olur, benim mahallelerimdeki rekabet seviyesine bak! Zalım kader!
KİRLENMEK GÜZELDİR!
Yalnız galiba mikrop alanındaki çalışmalarım için biraz geç kaldım. Şu an tıp dünyası çalkalanıyor. Son araştırmalara göre birkaç yüz farklı türden, trilyonlarca mikrop, vücudumuzda, cildimizde, dilimizde ve bağırsaklarımızda yaşıyor, üstelik bizi biz yapan, hastalıktan koruyan, bağışıklık sistemini güçlendiren, hatta neşimizi yerine getiren bile yine bu tipsizler!
İnsanoğlu, şehir hayatına geçip, ilaçlar ve yiyecekler yoluyla antibiyotik arttıkça vücuttaki mikrop çeşitliliği azalmış. Tıpkı doğada bazı bitki, böcek ve hayvanların neslinin tükenmesi ve dengenin bozulması gibi. Ortaçağ’da kediler uğursuz diye öldürülünce farelerin coşup çoğaldığı ve vebanın daha çabuk yayıldığı teorisi vardır ya... Onun gibi, antibiyotikli gıdalar ve ilaçlarla, enfeksiyon yapan kötü bakterilerin yanında, vücuttaki iyi mikropların bir kısmı telef olunca, dışarıdan gelen kötülerle savaşamamaya başlamışız. Batı insanının bedenindeki mikrop çeşitliliği, doğululardan daha az mesela. Yani onlar steril çevre, işlenmiş gıdalar ve ilaçlarla daha çok mikrobun neslini tüketmişler. Amerikalı arkadaşınız ziyarete gelir, beraber dürüm yersiniz, siz mutlu mesut otururken zavallı gıda zehirlenmesi geçirir... Ondanmış işte!
Çocuk 3 yaşına gelene kadar haşır neşir olduğu mikroplar onun mikrobiyal çeşitliliğini oluştururmuş. Reklam sloganı var ya ‘Kirlenmek güzeldir’, aynen öyleymiş yani. Sezaryenin bile bu açıdan zararı olduğu söyleniyor. Çocuk annesinden normal doğum yoluyla çıkarken, ‘o yol üzerinde’ bir sürü salgı, mikrop ve bakteriye maruz kalıyormuş cilt ve ağız yoluyla. Bunlar onun ‘vücut ekosistemi’ni zenginleştirip, gelecekteki hayatında kötü mikropların bir kısmından koruyormuş. Sezaryen daha steril bir uygulama olduğundan, Amerika’da son trend, sezaryenle doğan çocukların cildine, annenin ‘doğum yollarından’ alınan salgıların pamuklu çubukla uygulanması!
“Mikropsuz büyütmeyin çocuğu, salın çayıra bayıra” diyorlar.
Balta girmemiş ormanlarda, hâlâ 2 bin yıl öncenin ilkelliğiyle yaşayan kabileler var Güney Amerika’da. Onların bünyelerindeki mikrop çeşitliliği bizi fena dövüyormuş! Yani bizim mikrop sistemi belediye parkıysa, onlarınki, börtü böceğiyle, hayvanı bitkisiyle yağmur ormanı zenginliğindeymiş.
Bazı mikropların vücuttaki yokluğu, bağışıklık sisteminin kafasını karıştırırmış. Zararsız organizmaları bile zararlı sanıp onlarla savaşayım diye ortaya çıkan ve en çok gelişmiş ülkelerde görülen astım, alerji gibi hastalıkların sebebi buymuş!
TURŞU HAYAT KURTARIYOR
En ilginci de şu: ‘Mikrobiyom’ denilen ‘bünyedeki mikroplar alemi’ daha zengin, oyuncu ve neşeli farelerden mikroplar alınıp, bir süre antibiyotik yüklenmiş depresif farelerin ciltlerine bulaştırıldığında, bu bezginlerin de serotoninle dolup hoplayıp zıplayıp neşelenmeye başladığı görülmüş! Türkçesi: Serotonin seviyesinin, yani mutluluğun bile vücuttaki mikroplara bağlantılı olduğu kanıtlanmış! Dehşet değil mi?
İşlem görmemiş doğal gıdalar yiyin, rafine edilmemiş tahıllar, baklagiller, sebze meyve tüketin. Antibiyotik mecburi değilse kullanmayın, steril yaşamayın, ve mayalı yiyecek içecekleri de atıştırın diye tavsiye veriliyor. Yoğurt hayat kurtarıcıymış mesela. Turşu da.
Sanırım araştırma konum; ‘Hamilelerin canı niye turşu çekiyor, çocuğun sağlığı ve mikrobiyom çeşitliliği için mi ki?’ olacak! Doğum yapmış üç-beş arkadaşım var, bir denek grubu oluşturdum mu, ver elini Tıp Nobel’i.
Mahallede büyük fiyakam olacak! O zaman ne yapacaksın bakalım Orhan Bey!
Sana bir ‘gül bahçesi’ vaat etmedim
Hastasıyım bizim millettin duygusallığının. Acık elini tut, sırtını sıvazla, kapıya yolcula, alırsın gönlünü: ‘Obama Başbakanımızı yolun sonuna kadar yolculadı’
Obama’yla Erdoğan’ın gül bahçesi basın toplantısının detayları çok konuşuldu. Oysa o günün, senin benim, sokaktaki adamın hayatını en çok etkileyecek konusu, serbest ticaret anlaşması hikayesiydi. Köşe olurduk hep beraber. Olaydı iyiydi. Elbette şak diye sonuç çıkmadı. Obama “Tabtabi, onu şeyaparız ileride” tarzında bir cevap verdi! Zor iş, zamanla artık. Bak bak magazin kafalı dışişleri muhabiri cümlesi: “Obama, ‘Toplantıyı gül bahçesinden yaptık, ama sana bir gül bahçesi vaat etmedim’ demeye getirdi bir yerde”. Ahahahaha.
BEREKET VE BELA OLARAK YAĞMUR
Mizahçı olarak, beni gıdıklayan yine kültür farkları. Amerikan basınındaki yorum ‘Obama için yağmurlu bir gün!’ Amerikan Vergi İdaresi’nin muhalif işadamlarına kök söktürdüğü ortaya çıktı ya. Obama aslında kalbi atarak geldi basının karşısına. ‘Yağmurlu gün’den kasıt o. Zor, belalı bir gün yani. Halbuki bize göre yağmur bereket. Bizzat Başbakan da dedi: “Oh maşallah ne yağdı, toprak suya doydu” denir bizde! Yağmura bakış açımız budur. Aynı şekilde, toplantıyla ilgili basından notlara dikiz: ‘Obama Erdoğan’ın sırtına elini koyarak gül bahçesinde gezdirdi’, ‘Yolun sonuna kadar yolculadı’, ‘Senin kızlar maşallah büyüdü, darısı bizimkilerin başına, dedi’, ‘Basına ikram zayıftı, bir çay bir kahve, ne anladım ben ondan’! E serbest ticaret anlaşması n’oldu? ‘Ha o şey olmadı galiba!’ Hastasıyım bizim millettin duygusallığının yeminle. Acık elini tut, sırtını sıvazla, kapıya yolcula, çayın yanına bir kurabiye yap, diğer konuları salla, alırsın gönlünü! Bence İsrail krizinin en önemli başlama noktası büyükelçimizi alçak sandalyede oturtturmalarıdır! Koltuğa oturtup, sırtına minder, eline bir acı kahve verselerdi, iş büyümezdi. İlk orada halk galeyana geldi, daha yeni kurtarıyorlar vaziyeti. Yabancı dışişleri bakanlarına tüyo vermiş olmayayım ama karşılama, yolculama, koltuk, minder, ikram, çoluğun çocuğun halini hatırını sorma, bunlara dikkat edin arkadaş!
Paylaş