Paylaş
Herhangi bir dine girmek veya mensup olunan dinden çıkmak için yapılabilecek tek şey, o dini enine boyuna irdelemek ve araştırmaktır.
Karar verdikten sonra, ya o dinin mensubu (inananı) ya da münkiri (inanmayanı) olunur. Her iki halde de bulunanlar, birbirlerinin imanına ve imansızlığına karışamazlar, karışmamalıdırlar.
Zira herkesin dini ya da o dine veya başka dinlere olan kayıtsızlığı kendinedir. Bu durum kendisinden başka kimseyi ilgilendirmez.
Ama gelin görün ki son iki asırdan beri, bizim toplumumuzda bu tartışmalara şahit oluyoruz. Bunun da yegâne sebebi, tarafların birbirlerine olan tahammülsüzlükleri ve karşı tarafı zorla kendine benzetmek istemesidir.
Asıl tartışmayı başlatanlar ise, inananlara ve inançlara tahammül göstermeyen, kendilerini dinden soyutlayanlar, yani inanmayanlar olmuştur. Zira bunlar, kendileri inanmadıkları gibi inananlara kendi hayat tarzlarını dayatmaktadır.
Başı açık olanları kimse kapatmaya zorlamadı lakin başını örtmek isteyenlerin eğitim hakları bile ellerinden alındı.
Bu kafa, kendine gerekçe olarak şu aşağılık formülü bulmuştur: ‘Din, terakkiye (ilerlemeye) manidir. Dindar bir kafa bilimsel düşünemez. Felsefi hiç düşünemez. Dolayısıyla yarınlarımızı emanet edeceğimiz nesillerimizi dinden azade (uzak) yetiştirmeliyiz. Başka türlü modernleşemeyiz ve kalkınamayız.’
Mahut kesim böyle düşünmekle kalmadı, bu hali inanan kesime zorla dayattı; bu denli bir etki-tepki sonucunda da, toplumda ikilik, ayrışma ve hatta çatışma başladı.
O gün bugündür ne bu tartışma ve ne de çatışma bitmiş değildir.
Halbuki Osmanlı’ya bakın; onca millet, onca inanç, onca renk, onca dil, hepsi bir arada yaşamış ve gül gibi geçinip gitmişlerdir. Orada ne aynı dinin mensupları kendi dinlerini, ne de ayrı din mensupları birbirlerinin dinlerini tartışmış ve birbirlerine karşı din dayatmışlardır.
‘İki günü müsavi (eşit) olan ziyan etmiştir (zarardadır)’ ve ‘Bilgi, müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır’, ‘Rütbelerin en yücesi ilim rütbesidir’ diyen bir din, ilerlemeye mi, gerilemeye mi manidir (engeldir)? Durmayı bile yasaklayan ve bilgiye koşmayı emreden bir dine gericilik isnadında bulunmak, güneşi zifiri karanlık göstermek ve kendi yüz karalığını haykırmaktan başka bir mana ifade etmez.
Felsefi düşünceye gelince: İmam-ı Gazzâlî gibi ‘El-Münkız mine’d-Dalâl’ adlı eserinde, Yunan felsefi ekollerinin her birini, en ince ayrıntısına kadar irdeleyip hepsine ayrı ayrı reddiyeler yazan ve birer paçavra gibi yüzlerine çarpan bir deha ortada iken, Müslümanlar felsefi düşünemez denebilir mi?
Batı’nın batıl zihniyeti beyinlerimizi öylesine şartlandırdı ki, terörist dendiğinde akıllara Müslüman ve İslamiyet gelmektedir. Müslümanlardan terörist olmaz mı, elbette olur ama bunun, ‘Haksız yere bir insanı öldürmek bütün bir insanlığı öldürmek gibidir’ diyen İslamiyet’le ne alakası olabilir?
Batı’da birçok kilisenin onlarca papazlarının ufak çocuklara sarkıntılık ettiği haberleri sürekli ayyuka çıkıyor. Ne orada ve ne de bizde hiç kimse çıkıp da bu iğrenç eylemden dolayı toptan Hıristiyanları veya Hıristiyanlığı suçluyor mu?
Ama bizde, imamın keçisi çalınsa, ‘İmam keçi çaldı!’ diye gazetelere manşet atılıyor!
Demek ki körü körüne Batı’nın batılını (yanlışlarını ve ahlaksızlıklarını) taklit etmek, bizi bizden, sahip olduğumuz manevi değerlerden öylesine kopardı ve kişiliksiz hale getirdi ki kafası kesik tavuklar gibi ne yana uçacağımızı bilmiyoruz.
‘İnsan, ya üstünler üstünü ya da aşağılıkların en aşağılığı!’ diye boşuna denmemiş.
Biraz kendimize, kendi değerlerimize baksak, Avrupa’nın ortaçağ karanlığını ışığıyla aydınlatanın, İslamiyet ve Müslüman âlimlerin yazdıkları ve tercüme ettikleri kitaplar olduğunu göreceğiz.
Binlercesinden yalnızca birini, bir asra adını veren (dünyada başka bir örneği yok) Biruni’yi tanısak, tanıyabilsek, gerçeği göreceğiz ama ne mümkün!
Sen, hakikati ceket astarının içinde unut, ondan sonra kalk, bilmediğine düşman ol ve bilmeden, onun hakkında ahkâm kes!
Paylaş