Politika da çığrından çıkarılan mesleklerin başında geliyor. Şu halde; burada dikkat edilmesi gereken, çığırından çıkaran yani özne (fail) olan insandır.
Politikacı, yalancılığı ve halkı kandırmayı âdet edinirse politika, yalancı mesleği şeklinde algılanır. Hâlbuki toplumları idare sanatı zor olduğu kadar, övülmüş ve kutsaldır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselam) ‘Bir gün adaletle hükmetmek, altmış yıl ibadetten üstündür’ buyurmuştur.
Bizim toplumumuz, son iki yüz senedir zaten kaht-ı ricali (yetişmiş insan yoksunluğu) yaşıyordu.
Biz bununla da yetinmeyerek, bin bir emekle yetiştirdiğimiz insanımızı da kendi ellerimizle pırasa gibi doğradık.
Darbelere bakıldığında ne demek istediğimiz çok daha iyi anlaşılır. Zira her darbede, sağda ve solda ne kadar ışıltılı beyin varsa hemen hepsi köreltilmiş, itilmiş, kakılmış ve ademe (yokluğa) mahkûm edilmiştir.
Darbeler, ilk cinayetlerini Meclis’e karşı işliyor; halkın seçtiklerini siyasetin dışına itiyor, kimilerini darağaçlarında sallandırıyor, kimilerini hapislerde çürütüyor, kimilerine de siyaset yapmayı yasaklıyor.
Böyle bir durumda kim, hangi akla hizmet ederek siyasete heves edebilir?
Süleyman Demirel
Mahut ‘ucube-darbe’ hükümetlerinin kurulmasında milletimizin en ufak bir kusuru ve kabahati yoktur. Sandığın yansımasını şirazesinden çıkaran hep dış güçler (ABD ve İngiltere) olmuştur. İçimizdeki bir kısım sözde aydın, solcu, ilerici, Atatürkçü, devrimci kurum ve kuruluşlar ve bunların ileri gelenleri, darbe severler olarak; yönetimdeki iktidarları (kendilerinden olmayan merkez sağ iktidarları) alaşağı etmeyi her zaman marifet bilmiştir.
Bakınız 12 Mart Muhtırası’nın üzerinden 41 yıl geçti; bu uğursuz (meşum) günleri unutmamalı ve yeni nesillere aktarmayı borç bilmeliyiz. Zira dünü bilmeyenin ve dünden ibret almayanın yarınları olmaz; olsa da böyle olur!
1965 ve 1969 seçimlerini büyük bir başarıyla kazanan Süleyman Demirel (AP), tek başına iktidarını sürdürürken, ülkede yüzde 5 enflasyon vardı ve yüzde 7 kalkınma sağlanmıştı.
Erdoğan’ın bugün yürütmekte olduğu ‘denge’ politikasını, o gün Süleyman Demirel yapmak istemiş, Sovyetler Birliği ile bir dizi anlaşmalar imzalamış ve bunların çoğunu hayata geçirmişti. (İzmir Aliağa Rafinerisi, İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, Arpaçay Barajı vb.)
Demirel’in bu denli denge politikası, ABD ve onun içimizdeki sözde aydın hempaları (omuzdaş) tarafından, Türkiye’nin eksen kayması şeklinde yorumlandı. Malum onların eksen dediği şey ABD’nin kucağına oturmaktı!
Yukarıda olmasına rağmen, ‘Suyumu bulandırıyorsun’ diyen ABD Başkanı, özel adamını Süleyman Demirel’e gönderdi ve Türkiye’de haşhaş ekimine son verilmesini talep etti. Halbuki Türkiye’deki haşhaş ilaç sanayisinde (başta ABD’de) kullanılmaktaydı ve ABD ile Batı’ya giden uyuşturucuyla bir ilgisi yoktu.
Demirel, bu haksız ve hukuksuz talebi kabul etmedi. ABD talimat verdi, içerideki yandaşları harekete geçti. Tehlike anında, ABD’nin Türkiye’deki muhatapları askerlerdi ve askerlerden olan cumhurbaşkanlarıydı. Zira lider olarak onları görüyordu; onlara verdiği talimatlarla Türkiye’yi dizayn ediyordu.
12 Mart 1971’de Meclis’te askerin muhtırası okundu. Çankaya’da bulunan asker kökenli Cumhurbaşkanı
Salgın (pandemi) denilen illet yüzünden, dünyadaki tüm dengeler temellerinden sarsıldı. Herkes, kendi can ve mal derdine düştü. İnsanlar ve ülkeler kendilerinden daha muhtacına bakıp ibret alacaklarına, zayıf ve güçsüz olanın elindekini de alıp onu ölüme terk etmekte en ufak bir sakınca görmediler.
Zira altta kalanın canı çıksın zulmünün adı, 21. asır medeniyeti (!) idi.
Batı emperyalizmi (başta ABD ve İngiltere), Doğu emperyalizmine (Rusya ve Çin) çok kötü oyun oynadı. Çin ve Rusya’nın gelişip dünya üzerindeki nüfuz sahalarını genişletmeleri, ABD ile İngiltere’nin ödünü kopardı.
Mahut korku, kendilerine,bu kahpe oyunu oynattı.
Ne yapıp edip Rusya ile Çin’in önünü kesmek istediler. Önce, eski Sovyet uydusu olan ülkeleri NATO’ya ve AB’ye aldılar. Sinir uçlarıyla oynanan Rusya, ne dediyse, kimseye derdini anlatamadı. Daha doğrusu hiç kimse anlamak istemedi.
Kâğıttan kaplan olduğunu unutan Batı, Moskova’nın kapısı konumundaki Kiev’e (Ukrayna) kapı araladı. Batı’nın piyonu olan Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenski, kendisine aralanan bu kapıdan bodoslama dalmak istedi.
Halbuki Batı, oyun peşindeydi ve asla samimi değildi. AB’ye ve NATO’ya alır gibi yapıp kapıyı yüzüne kapattılar. Zelenski bu durumu anladığında (!), Ukrayna için iş işten geçmiş ve ülkeleri çoktan işgal edilmişti.
Rusya, oyuna getirildiğini bile bile Ukrayna’ya askeri müdahalede bulundu, bulunmak zorunda kaldı. Zira güvenlik açısından, ülkesini, Batı’nın insafına (insafsızlığına) bırakamazdı.
Aklı sıra veremi gösterip sıtmaya razı edecekti lakin onun sıtma dediğinin, sonradan kanser olduğu anlaşılacak ve tedavisi mümkün olmayacaktı.
Sovyetlerin dağılmasından sonra ise, kendini tek kutuplu kalan dünyanın yegâne hâkimi gördü ve tek başına tüm dünyaya nizamat (gerçekte nizamsızlık-kaos) vermeye kalkıştı.
Sudan bahanelerle Irak’ı ve Afganistan’ı işgal etti. Her iki işgalde de rezil-rüsva oldu ve ardına bakamadan çekilmek zorunda kaldı.
Rusya’nın başındaki Putin de alışılagelen liderlere benzemiyor. Putin, devletini için için dönüştürmek ve eski (Sovyetler) nüfuz alanlarını yeniden ele geçirmek için yoğun çaba sarf ediyor.
Öyle görünüyor ki, KGB kökenli olan Putin, 21. asır Rusya’sının ‘Çar’ı olarak anılmak istemektedir. Nitekim gelmiş ve geçmiş hiçbir Rus çarının başaramadığını Putin gerçekleştirmiş ve böylece Rusya, tarihinde ilk defa Akdeniz’e (Suriye) inmiştir.
Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş, gerçekte ABD-Batı ve Rusya arasındaki zımni (üstü örtülü) bir anlaşmanın ve dünyayı yeniden taksim etmenin bir göstergesidir. Zira Rusya, dağılan imparatorluğunu derlemek-toparlamak ve eski Sovyet topraklarında kurulan devletler üzerinde hegemonyasını sürdürmek istemektedir.
Bundan dolayı da ABD-Batı ile iyi polis-kötü polis oyunu oynamakta ve tavşana kaç tazıya tut demektedirler. Dikkat edilirse, ABD, Rusya’nın; Rusya da ABD’nin yaptıklarına hep seyirci kalmaktadır.
Ya da sade suya tirit kabilinden kınamayla geçiştirmektedirler. Keza BM de kınamayla yetindi!
Ama yolculukta ve alışveriş gibi, sıkıntılara sabretmeyi ve menfaati ilgilendiren konularda, insanın foyası ortaya çıkar. Bundan dolayıdır ki menfaatleri konusunda denenmeden, insanlar hakkında iyidir ya da kötüdür denemez, denmemelidir.
Dün olduğu gibi bugün de savaşlar, içlerinde insanoğlunun yaşayabileceği en büyük zorlukları, sıkıntıları, meşakkatleri ve daha da ötesi ölümcül tehlikeleri taşıdığı için turnusol kâğıdı misali, insanoğlunun içyüzünü tüm gerçekleriyle ortaya döker.
Batı’yı, Batı’nın değerlerini; insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğüne yaklaşımını, barış zamanında kâğıt üzerinde yazılı şekliyle değil, savaş zamanında birey ve toplum ilişkilerine, davranışlarına bakıp değerlendirmek ve ona göre karar vermek lazım.
Yani Ziya Paşa’nın dediği gibi: ‘Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz...’
Malum Batı, Greko-Latin medeniyetiyiz diye övünür ve kendilerine toz kondurmaz. Sözde bu mahut medeniyet üç sütun üzerinde yükselir: Yunan aklı, Roma nizamı ve Hıristiyanlık ahlak ve duyarlılığı (hassasiyet).
Bu üç unsur bir potada eriyerek, bugünkü Batı medeniyetini (!) oluşturmuştur.
Bu medeniyetin ne olduğunu, niceliğini ve niteliğini, günümüz savaşları (sebepleri ve nasıl icra edildikleri) ve onların yansımaları bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir.
Sahile vuran Suriyeli
Aklı başında bir insan ve koca bir ülkenin sorumluluğunu taşıyan bir kişi bu kadar mı kör, sağır ve idraksiz olur? Daha dün, kendi ülkesi Afganistan’ı işgal etmemiş miydi? Oradan nasıl çıktığını (çıkarıldığını) ne çabuk unuttu!
Kendisi bir hata yaptı diyelim, bedelini de çok ağır ödedi; aynı aymazlığı ABD, hem Irak’ta ve hem de Afganistan’da gösterdi. Her iki yerde de ne denli rezil ve rüsva olduğunu görmedi mi?
Yaptıklarından ibret almadıysa da, gördüklerinden de mi ders çıkarmadı?
Zavallı Putin, çarlığa, Sovyet İmparatorluğu’na soyundu; halbuki Çarlık yüz yıl öncesinden, Sovyetler de otuz yıl öncesinden tarihe karıştı. Sele giden değirmenin gürültüsünü arayan Putin’e ne kadar acınsa azdır.
Ondaki bu histerik (kişilik bozukluğu, aşırı duygusallık ve aşırı ilgi görme ve dikkati üzerine çekme isteği) hali fark eden düşmanları, kendisine tuzak kurdu.
Ve onu tıpkı iri cüsseli bir orkinos balığı gibi avladı. Malum orkinos balıkları çok güçlüdür, bundan dolayı da profesyonel avcılar tarafından avlanabilirler. Orkinos, zokayı yuttuktan sonra serbest bırakılar; hemen çekilmeye kalkışılırsa, tekneyi devirebilir.
Balık, zokayı yutmasını müteakip kaçmaya başlar. Takımın kopmaması için olta, balığın hızına göre gergin tutularak denize bırakılır. Zorlanmayla birlikte tekne sürüklenir. Orkinos duraklamaya başlayınca olta bırakılmayıp balığın mukavemeti teknenin ağırlığına bırakılır. Bir süre sonra balık yorulur, korkusu geçip uysallaşır. Bundan sonra hurma halatı yavaşça tekneye doğru çekilir. Bu haliyle bile tehlikeli olacağından balıkçının elinde keskin bir bıçağın olması gerekir.
Putin
Avrupa ülkeleri, savaşların enerji kaynaklarına sahip olmaktan çıktığını gördü ve o günkü enerji kaynakları olan çelik ve kömür üzerine bir birlik kurdu. Şimdiki AB’nin temelleri böyle atıldı.
Gittikçe safları sıkılaştırdılar; gümrük birliği ve bilahare ortak para kullanımında anlaştılar.
Avrupa devletlerinin büyük kısmı güvenliklerini NATO’ya havale etti. Bunlardan yalnızca ikisi (İngiltere ve Fransa) nükleer güce sahip ülke konumundadır. Diğer bir kısmı (Doğu Avrupa ülkeleri) Sovyetlerin hegemonyasında, Varşova Paktı’na dahil edildiler.
1990’da Sovyetlerin dağılmasından sonra, bir kısım eski Varşova Paktı ülkeleri NATO’ya alındı ve diğerlerinin de alınması için çalışmalar yürütülüyordu.
Bunların başında da Ukrayna geliyordu.
Kimileri, Varşova Paktı çöktü ve dağıldı, NATO’ya ne gerek var demesine rağmen NATO, daha da genişlemesini sürdürdü.
Malum NATO’da altın hisse ve en büyük güç ABD’nin elindedir. Gücüne güvenen, diğer bir deyişle ortaklarının güçsüzlüğünü bilen ABD, NATO’yu kendi hegemonyası istikametinde adeta manivela olarak kullanmaktadır.
Mesela ABD, Türkiye’yi NATO’nun güneydoğu kanadının ileri karakolu olarak görmekte olup NATO’nun her türlü külfetine muhatap kılmasının yanında; en lazım olduğu zamanda nimetlerinden yoksun bırakıyor. Üstelik bununla da yetinmeyip terör örgütlerinin saldırılarına hedef olan Türkiye’nin yanında yer alması gerekirken, mahut örgütlerin yanında hizalanmakta ve Türkiye’ye karşı düşmanca tavır sergilemektedir.
ABD’yi önüne katıp Ukrayna’yı Rus silahlarına karşı koyabilecek silahlarla donattılar. Yetmedi, bu silahların eğitimlerini Ukraynalı askerlere verdiler. Ardından da: ‘Yürü! Biz, AB-ABD-NATO olarak yanındayız!’ dediler.
Rusya’ya da, NATO’ya aldığımız birkaç eski Varşova Paktı ülkeleriyle yetinmeyeceğiz, hepsini alacağız diyerek onu da kışkırttılar.
Kelimenin tam anlamıyla, tavşana kaç tazıya tut diyerek; sonuçta her ikisini de bitmiş ve tükenmiş bir halde, kendi yönlendirmelerine alacaklarını hesap ettiler. Zira 2. Büyük Savaş’tan sonra da hep böyle pis oynadılar ve kazandılar. Lakin ilk defa gözlerini karartıp ‘ayı’yı oyunlarına dâhil ettiler.
Önceki aşağılık oyunlarının ve sözde başarılarının sarhoşluğuyla ateşle oynadıklarını fark etmediler.
İngiltere ve ABD akılları sıra, gözlerine kestirdikleri maşaları vasıtasıyla vekâlet savaşlarıyla işin içinden sıyrılabileceklerini zannediyor.
Belli ki Türkiye’nin güneyinde destekledikleri Kürt ayrılıkçılarla Putin’i karıştırdılar. ‘Ayı’nın severken bile muhatabını öldürdüğünü unuttular. Üstelik bu ‘ayı’ dünyanın 2. büyük nükleer gücü.
Dolayısıyla dünyanın bu en pis oyuncuları ilk kez tüm dünyayı yakabilecek bir ateşle oynuyorlar.
Mahut pis oyuncuların hedefinde yalnız Rusya yok, bir o kadar önem addedip düşmanca tavır sergilemekten çekinmedikleri Türkiye var.