Paylaş
Mahut ‘ucube-darbe’ hükümetlerinin kurulmasında milletimizin en ufak bir kusuru ve kabahati yoktur. Sandığın yansımasını şirazesinden çıkaran hep dış güçler (ABD ve İngiltere) olmuştur. İçimizdeki bir kısım sözde aydın, solcu, ilerici, Atatürkçü, devrimci kurum ve kuruluşlar ve bunların ileri gelenleri, darbe severler olarak; yönetimdeki iktidarları (kendilerinden olmayan merkez sağ iktidarları) alaşağı etmeyi her zaman marifet bilmiştir.
Bakınız 12 Mart Muhtırası’nın üzerinden 41 yıl geçti; bu uğursuz (meşum) günleri unutmamalı ve yeni nesillere aktarmayı borç bilmeliyiz. Zira dünü bilmeyenin ve dünden ibret almayanın yarınları olmaz; olsa da böyle olur!
1965 ve 1969 seçimlerini büyük bir başarıyla kazanan Süleyman Demirel (AP), tek başına iktidarını sürdürürken, ülkede yüzde 5 enflasyon vardı ve yüzde 7 kalkınma sağlanmıştı.
Erdoğan’ın bugün yürütmekte olduğu ‘denge’ politikasını, o gün Süleyman Demirel yapmak istemiş, Sovyetler Birliği ile bir dizi anlaşmalar imzalamış ve bunların çoğunu hayata geçirmişti. (İzmir Aliağa Rafinerisi, İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, Arpaçay Barajı vb.)
Demirel’in bu denli denge politikası, ABD ve onun içimizdeki sözde aydın hempaları (omuzdaş) tarafından, Türkiye’nin eksen kayması şeklinde yorumlandı. Malum onların eksen dediği şey ABD’nin kucağına oturmaktı!
Yukarıda olmasına rağmen, ‘Suyumu bulandırıyorsun’ diyen ABD Başkanı, özel adamını Süleyman Demirel’e gönderdi ve Türkiye’de haşhaş ekimine son verilmesini talep etti. Halbuki Türkiye’deki haşhaş ilaç sanayisinde (başta ABD’de) kullanılmaktaydı ve ABD ile Batı’ya giden uyuşturucuyla bir ilgisi yoktu.
Demirel, bu haksız ve hukuksuz talebi kabul etmedi. ABD talimat verdi, içerideki yandaşları harekete geçti. Tehlike anında, ABD’nin Türkiye’deki muhatapları askerlerdi ve askerlerden olan cumhurbaşkanlarıydı. Zira lider olarak onları görüyordu; onlara verdiği talimatlarla Türkiye’yi dizayn ediyordu.
12 Mart 1971’de Meclis’te askerin muhtırası okundu. Çankaya’da bulunan asker kökenli Cumhurbaşkanı Sunay, Başbakan’ın telefonuna çıkmadı. Demirel, güvensizlik oyuyla hükümetten düşürüldü.
CHP’den istifa ettirilen Nihat Erim’e hükümet kurduruldu. Erim, ayağının tozuyla gittiği ABD’de haşhaş ekimi yasağına ‘Baş üstüne’ dedi ve Türkiye’deki tüm yatırımları durdurdu. Böylece Türkiye, istenilen eksene oturtulmuş oldu.
Bugün de Türkiye denge politikası güdüyor; bir farkla ki, Sayın Erdoğan bu kez pergelin sivri ucunu Ankara’ya sağlam sabitledi (savunma sanayiini geliştirerek, ayağı yere sağlam basıyor).
Bu yüzden, pergelin diğer ucuyla bütün dünyayı rahatlıkla dolaşabiliyor.
Kendilerini yukarıda sanıp suyumu bulandırıyorsun diyen onca ülkeler, ellerinden geleni artlarına koymadılar ve Sayın Erdoğan’ın kalemini onlarca kez kırmaya yeltendiler.
Süleyman Demirel, kendisine yapılan onca kahpelikleri bildiğinden, ABD’nin suyuna gidilmesi gerektiğini söyler ve ‘Lazım olduğunda Washington’un telefonlarını çevirir, uzun uzun çaldırır ve açılmadığını görürsünüz’ diye ikaz ederdi.
Pergelin ucu, Ankara merkezli sağlam bastığından, bunların hemen hepsi avuçlarını yaladı.
Bakınız, Türkiye nereden nereye geldi; dün başbakanın telefonuna, kendi cumhurbaşkanı çıkmıyordu. O da şapkasını alıp gitmekten başka çare bulamıyordu.
Bugünse bölgesel ve hatta küresel siyasetin nabzı Türkiye’de atıyor.
Rusya ve Ukrayna barış için Türkiye’nin arabuluculuğuna evet diyor ayrıca Ukrayna, Türkiye’nin garantörlüğünü talep ediyor.
Türkiye güçlü olmasa ve güven vermese bu noktalara gelebilir miydi?
Paylaş