4 Ocak 2003
Hava soğuk ama güneşli. Karar verdim. Uzuuun bir yürüyüş yapacağım. Önce ver elini Bebek Sanat Galerisi. İbrahim Örs Sergisi. Sonra biraz daha gayret: Salopet. Giyindim. Sokağa indim ve geçen ilk taksiye bindim.
O saatlerde galeri boş. Aydın henüz gelmemiş. İyi... Geçen yıl onun koleksiyonunda bir-iki İbrahim Örs tablosu gördüğümden beri bu sergiyi bekledim. İşte şimdi, tam da istediğim gibi sessiz, sakin, rahat rahat gezerim.
21 tablo sergileniyor. Ama içlerinden özellikle biri, o kedi, ağzında balık tutan kedi. Picasso'nun kedisi, o yok mu o, karşısında mıhlandım kaldım. Dik dik yüzüme bakıyor. Yüzüme de değil gözlerime. Gözümün taa içine. Bunda şaşıracak ne var? ‘‘Kediler krallara bile bakabilir, sana da elbet bakar’’ demeyin. Keşke baktığı ben olsam. Eğilip gözbebeklerini inceledim: Orada bir kadın duruyor. Ama ne kadın! Yerinde olmaya dünden razıyım.
Sonra diğer tablolar: Atın alın yazısında, bir diğerinin köşesinde, bir kıvrımın gerisinde, bizatihi kendi portresinde hep aynı kadın.
Bir de ‘‘Ne kadar Caravaggio'yu andırıyor’’ diye hafiyelik ettiğim ve tablonun adını görür görmez yerin dibine geçtiğim resim var: Caravaggio'ya Selam.
Yurtdışında yaşadığını biliyorum. Olur a, hálá buralardaysa, dönmemişse; ustalara selam gönderen, resimlerine bir kadın gizleyen ressamla tanışmak isterim. Aydın'a bir not yazdım, ‘‘Salopetteyim, gelebilirseniz sevinirim.’’
Çıktım.
SIMSICAK BİR MEKAN
Salopet, Bebek'ten Etiler'e çıkarken, soldaki beyaz köşkte yeni açılan ve İstanbul'da pek de örneğine rastlanmayan sımsıcak bir mekán.
İçeri girer girmez sizi bir renk cümbüşü karşılıyor. Duvarlarda, çilek pembesi, kırmızı desenli duvar káğıtları, her biri değişik kumaşla kaplı, farklı sandalyeler, 1950 yıllarında Rum ustaların yaptığı kulağı açık, aslan ayak, renkli 'Bergere'ler ve tombul bacaklı ahşap masalar.
Hele ortada üstünde iri bir balkabağının durduğu devasa bir masa var ki, insanda hemen etrafına dizilip İtalyan aileleri gibi cümbür cemaat, bağıra çağıra yemek yeme isteği uyandırıyor.
Burası giriş katı. Merdivenin altında bir bar (içinde sevdiğim bütün Türk şarapları var) ve iki basamakla inilen bahçe. Bahçe kış ayları için kapatılmış. Orada da uzun bir masa, gene upuzun bir kanape ve renkli puflar.
Hep böyle dipdibe diz dize mi oturuluyor diye sorarsanız, hayır. Günlük gazetelere, dergilere göz atarken huzurla kahvenizi içmek, yalnız kalmak mı istediniz? O zaman üst kata bekleriz.
RESİM SOHBETİ
Dekorasyonu Mustafa Toner yapmış. Fotoğrafları Hakan Denker çekmiş. Söylemeyi unuttum: Dört bir yanda, boy boy, çeşit çeşit, içlerinde en az birkaç tanıdığınıza rastlayabileceğiniz salopet giymiş insanların fotoğrafları asılı.
Ben Ahmet Tulgar'ın gülen resminin karşısına geçtim. Kahveye de çaya da boş verip, bir bardak şarap ve peynir tabağı istedim.
Dergiler, gazeteler... Sonra yan masada oturan birinin ‘‘Galiba kar yağacak’’ diyen arkadaşına ‘‘Yağsa da mahsur kalsak’’ dediğini işittim. Haklı. Mahsur kalınacaksa burada kalınmalı.
Sonra, İbrahim Örs'le Aydın geldi.
‘‘O kadın kim?’’ sorusuyla başlayan sohbetimiz, Velasquez'in Las Maninas'ı, Van Gogh'un postalları, yani resimle başlayıp resimle bitti.
Uzun sürdü çünkü araya Rothko girdi.
SALOPET'İN ŞEFİ MEHMET USTA'NIN KREMALI TAVUĞU
2 adet kemiksiz tavuk göğsü 3 adet kemiksiz tavuk budu, parmak şeklinde kesildikten sonra bir diş sarımsak, birer çay kaşığı kuru fesleğen, kırmızı toz biber biraz tuz ve karabiberle ayçiçek yağında marine edilir. Sonra pişirilir.
Ayrı bir tavada, az haşlanmış ıspanak, hazırlanıp doğranmış 1 baş soğan, 1 kırmızı dolmalık biber, 2 sivri biber, biraz mantar, 2 diş sarımsakla sote edilir. İçine bir küçük kutu krema ve rendelenmiş çedar peyniri ve tavuklar eklenerek servis yapılır.
SALOPET
Adres: İnşirah Cd. Bebek Deresi Sk. No: 1 Bebek
Tel: 0.212 257 10 53
Fiyatlar: Salopet bir cafe. Bir kahve de içebilir, mükellef bir yemek de yiyebilirsiniz. Kahve içerseniz 4 milyon. Yemek yerseniz 20-25 milyon arası ödersiniz.
İBRAHİM ÖRS: RESSAM
Göçmendi, göçebe oldu
‘‘40 yaşında karar verdim. Ya kalıp kariyer yapacaktım. Ya gidip resim’’ diye anlatıyor. 80'li yılların başında, akademinin Bedri Rahmi atölyesinde, bir elinde bitirmesi gereken tez, ötekinde rengárenk bir palet, seçim yapmak zorunda kalmış.
Önce bocalamış, ama sonra resim ağır basmış.
15 yıldır Kopenhag'da oturuyor. Başlangıçta resim satıp yaşarım diye düşünmüş, olmamış. Sonra bir düzendir kurulmuş.
Resim dersleri, İassos'ta Danimarkalı öğrencileri için açtığı yaz okulu derken yıllar geçmiş.
Ardında her tuali en az üç kez boyayarak açtığı birçok sergi, ‘‘Göçmendik, göçebe olduk’’ dediği bir hayatı var.
Karşımda da, kendisine daha fazla zaman ayırabilmek adına resim dışında her şeyden istifa ettiğini söyleyen bir adam, bir ressam.
Öyleyse, rastgele!
AYDIN POLATCAN: RESİM ALAN
İlk resim hayatına
ilk günah gibi girdi
Bir kitap okuyunca hayatı değişen roman kahramanları gibi Aydın'ın da hayatı aldığı ilk resimle değişti.
Bu sevdaya düşmeden önce ‘‘Harmonie’’ adlı şirketinde, ortaklarıyla -ismi üstünde- uyum içinde yaşayıp giderdi.
Ne zaman ki o ilk resim hayatına ilk günah gibi girdi. Sabahtan akşama kadar, teknik, mekanik, Barko, kısaca benim hiçbir zaman anlamadığım o karmaşık sistemlerle uğraşan adam gitti, yerine müzayedelerden çıkmayan, sergileri kaçırmayan biri geldi. Resim topladığı yetmedi, galeri açtı. Galeri küçük geldi, genişletti.
Allah'tan, ne yaşama sevinci ne komikliği -tahtalara tık tık- hiç değişmedi.
Şimdi, sabahtan akşama kadar şirkette, akşamları galeride, başkalarının bırakın gerçekleştirmeyi aklına bile getirmediği hayalleri hayata geçirmekle uğraşıyor.
Bana sorarsanız, rüyalarında da resim topluyor.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2002
Zamana karşı koymak kolay değil elbet. Bu insanlar için olduğu kadar mekánlar için de geçerli. Bu çağdaş hele hele bizim diyarda, teslim olmadan, kabullenmeden, olduğun gibi kalmak ciddi bir çaba gerektiriyor. Olduğun gibi kalırken üzerini ince bir toz bulutunun kaplamasına izin vermemek, ayrı bir çaba. 15 yıl işimin en hummalı dönemleri yılbaşlarına denk geldi. ‘‘Yılbaşı gecesi ne yapacaksın’’ sorusunu, hele şu sırtımdaki küfeyi atayım uyuyacağım diye yanıtlar, öyle de yapardım. Herkesin hazırlanıp kendini dışarı attığı saatlerde eve gelir, onlar kuşluk vakti yorgun argın dönerlerken, ben uyumuş, zinde sokağa çıkardım.
Bu hálá böyle: Bilirsiniz insanlar bir şaşkınlıklarından bir de alışkanlıklarından kolay kolay kurtulamazlarmış.
Gene o yıllarda birkaç arkadaş yılbaşı arifesi ya da ertesi Park Şamdan'da akşama devrilen uzun öğle yemekleri yemeyi adet edinmiştik. Geçen yılın götürdüklerini gelen yılın beklentileriyle harmanlar, gençlik bu ya değişmesini umduğumuz hayatlarımız için, değişmeyeceğini bildiğimiz Şamdan'da yeni yıla kadeh kaldırırdık.
Bu da hálá böyle.
Zamana karşı koymak kolay değil elbet. Bu insanlar için olduğu kadar mekánlar için de geçerli. Bu çağdaş hele hele bizim diyarda, teslim olmadan, kabullenmeden, olduğun gibi kalmak ciddi bir çaba gerektiriyor. Olduğun gibi kalırken üzerini ince bir toz bulutunun kaplamasına izin vermemek, ayrı bir çaba.
Sanıyorum sihirli formül, değişmezken eskimemeyi becerebilmek. Ve sanıyorum 'klasik' tanımlaması da tam bu işi kotarabilenler için kullanılıyor.
O gece hem Cemil hem Yonca ağız birliği etmiş gibi Şamdan'a gidelim diye önerdiklerinde işte bunları düşündüm. Bir de yazacağım yazının içinde mutlaka klas ve klasik sözcükleri geçsin istedim. Cemil İpekçi, Yonca Ebüzziya ve Park Şamdan.
İşte size klasın ve klasiğin birleştiği üç isim: Daha ne isterim?
O İKİ MASA DİLE GELSE
Merdivenin başında ışıl ışıl bir çam düzenlemesi. Kesibe yapmış. Birkaç basamak daha. Hiçbir zaman önünde iri kıyım adamların durmadığı kapının zilini çalıyorum. Bir arkadaşıma gider gibi.
Şamdan'ın barı özeldir. Oradaki iki masa dile gelip konuşsa, İstanbul'un orta yerinde duran ama hiçbir kitapta yazmayan nice hikáye anlatır. İçinde aşkların, kavgaların, atılan zarlar, kazanılan davalar, kurallarını kendi koyup kendi bozanlar ama en çok da 'mahalleye yabancı sokmayan delikanlı'ların hikáyelerini.
Yonca ile o barda bir kadeh içip Cemil'i bekledik. Cemil bütün o güzel adamlar gibi kendi halesiyle geldiğinde de masaya geçtik.
ISPANAK KÖKÜ İLE KÜLBASTI
Benim işim kolay: Ben kış aylarında Şamdan'da hemen hep aynı şeyleri yerim. Ispanak kökü salatası ve kuzu külbastı. Geç akşam saatlerinde de kimi zaman paça çorbası. Yonca da bunları seçermiş. Cemil'e gelince Cemil inatçı. Her seferinde ezbere bilmelerine rağmen üşenmeyip tarif ettiği karışık roka salatası ve mutlaka kurbağa bacağı.
Şaraba gelince şarap seçimini Ersoy'a bıraktık. Elinde en iyi ne var, o bilir dedik. Önerdiği bir şişe Yeni Zellanda Şiraz şarabını -Cemil hariç- afiyetle içtik. (Lindemans Cawarra-Cabarnet'99)
Karşımda birbirlerine kendi kardeşlerinden bile fazla benzeyen iki güzel ve özel insan, iki eski dost, iki çift yeşil göz ve tut tutabilirsen Selanik'ten İstinye'ye, çocukluktan şimdiye, sonra gençliğin deli fişek günlerine, oradan yemeye, içmeye, sıçradığı gibi BMW'ye, elbette modaya ama en çok da hayata uğrayan SÖZ, erken buluşalım erken ayrılırız dediğimiz geceyi çekti uzattı.
Tam kaçta kalktığımızı unuttum. Ama kalkar ayak ‘‘durun’’ dedim, yeni yılda gerçekleşsin diye hepimiz için bir dilek tuttum.
Dedim ya. Ne şaşkınlık, ne alışkanlık...
Değişmiyor.
İçi ve dışı aynı güzellikteki nadir insanlardandır
Arkadaşlarımdan yana şanslı oldum hep: Düşünüyorum da, akıllı, zarif, zeki, güzel, ince düşünceli, munis, cerbezeli, becerikli, iyi birçok arkadaşım oldu. Beni seven, benim sevdiğim.
Bunlardan biri de Yonca. Oysa iş onu yazmaya gelince, düpedüz zorlanıyorum. Dilimin ucunda bir sıfat dolaşıyor, sonra bırakıyorum. Derken bir diğeri. O da olmuyor. Hiçbiri Yonca'yı yeterince anlatmıyor. Belki de zarfla mazruf'un bu kadar örtüştüğü başka birini tanımadım ben demeliyim.
Gerçekten de Yonca neredeyse inandırıcılıktan uzak, içi ve dışı aynı güzellikte olan ender insanlardandır. Buldum işte: O nadidedir. Sahiden.
Önce bale yapmış. Sonra konservatuvar. Resim bölümü. Yıllarca Cemil ile birlikte koreograf olarak çalıştıktan sonra televizyonlara kültür-sanat programları. TRT, TV8, Kanal D. O dönemi, yorulurdum ama mutluydum, diye anlatır. Şimdi ne mi yapıyor? Borusan Otomotiv'in bir anlamda elçisi. Bilmezdim. Meğer dünya çapındaki böyle köklü kuruluşlar kendi imgelerine yakın buldukları kişileri 'elçi' tayin ederlermiş. Örneğin, BMW'nin Avrupa'da adı Prens Leopold ile anılırmış. Valla ben kendilerini tanımam. Ama rahatlıkla, onların prensleri varsa, bizim kraliçemiz var derim. O kadar.
CEMİL İPEKÇİ
Ne Cemil modayı bırakır Ne de moda Cemil'in peşini
Cemil İpekçi ismini bugüne kadar duymayan kaldı mı? Ya da onu tanımayan? Sanmam.
Cemil 35 yıldır moda ile iç içe yaşıyor. Hünerli ellerin, yerel malzemeler kullanarak çağdaş bir çizgi yakalayabileceğine ve Türkiye'nin kendi modasını yaratabileceğine gönülden inandı.
Pazen kullanarak yaptığı elbise ile biliyorsunuz son dünya güzellik yarışmasında en iyi tasarım ve en iyi kostüm ödüllerini aldı.
Başarıların genellikle derin bir sessizlikle karşılandığı ülkemize inat dünya ile ses verdi ya; vurun abalıya.
Moda zaten meşakkatli bir iştir. Dışarıdan bakıldığında ne denli renkli görünürse görünsün, içinde yaşayanları hırpalar. Yaratıcılığınızın öteki ucuna olur da dünyevi kaygıları aşmazsanız, denge bozuluverir. Hem bugüne kadar yapılmamışı yapmak hem de onu kullanılır kılmak zorundasınızdır. Modacıyı bıktıran da budur, yoran da bu.
Cemil'in ‘‘Yurtdışında yaşıyor olsaydın eğer’’ diye başlayan cümleler kurmasını da ‘‘Zerre kadar mecalim kalmadı artık’’ diye hayıflanmasını da anlıyorum. Ama biliyorum ki, ne Cemil modayı bırakabilir ne de moda Cemil'in peşini.
Bir de onu, sadece moda kalıplarının içine hapsetmek doğru değil. Cemil, yoklukta da bollukta da hep hayatın farklı alanlarından beslenmesini bildi.
Eğer bugün dimdik ayakta durabiliyorsa biraz da bundandır. Bir de kendinden başka kimseye borcu olmamasından.
ŞAMDAN'IN MUTFAĞINDAN
ZEYTİNYAĞLI ISPANAK KÖKÜ
Ispanak önce köklerinden ayrılarak yıkanır. İçerisine sarmısak, soğan, havuç kıyılıp, tencereye dizilir. Üzerine tuz, zeytinyağı ilave edilerek pişirilir.
PAÇA ÇORBASI
Paça temizlenip yıkanır. Bol suda limon, sarımsak, soğan ilave edilerek yaklaşık 6-7 saat pişirilir. Sonra paçalar kemiklerinden ayıklanıp ince kıyılır. Tencerede tereyağı ve un kavrulup paçanın suyu ilave edilerek çorba koyulaşıncaya kadar pişirilir. Piştikten sonra bir kenara alınıp içerisine kıyılmış paça taneleri ilave edilir. Üzerine biberli yağ ve kruton ekmek konarak servis yapılır.
Park Şamdan
Adres: Mim Kemal Öke Cd. No: 18 Nişantaşı Tel: 0.212 225 07 10-11
Rezervasyon gerekli
Fiyatlar kişi başı 50 milyon
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2002
Habire saatime bakıyorum. Sekiz çeyrek, sekiz buçuk. Geç kalmaktan, birilerini bekletmekten ödüm kopar. Üstelik ‘‘Biraz erken buluşalım, rahat rahat konuşuruz’’ diyen benim. Geciken gene ben. Gıdım gıdım ilerleyen taksinin içinde kararımı verdim: Ya kalıp çıldıracağım, ya inip Açık Hava Tiyatrosu'na kadar koşacağım. İndim. Birkaç metre koştuktan sonra sigarayı bırakmaya ve bütün topuklu ayakkabılarımı atmaya ant içtim. Bir yandan hızlı hızlı yürüyor bir yandan düşünüyorum: Zeynep benim otuz yıllık arkadaşım. Birbirimize nazımız geçer. Ama Tuncer'i Zeynep'le tanıdım ben. Üstelik Almanya'da okuduğunu, uzun yıllar orada yaşadığını biliyorum. Hatırlayın lütfen, Alman felsefesinin ağır toplarından İmmanuel Kant, tam yirmi beş yıl boyunca her sabah üniversiteye gitmek için yola çıktığında, mahalleli ‘‘Herr Kont geçti’’ der saatlerini ayarlarmış. Gerçekten. Durdum durdum, geç kalınacak randevuyu buldum.
Öte yandan içimde cılız da olsa bir umut: Belki onlar da gelmemiştir kimbilir? Biraz koşmaktan, biraz utançtan alım al morum mor Loft'un kapısına vardığımda yarım saat gecikmiştim. Hafifletici sebeplerimi bir bir sıraya dizdim, olanla ölene çare yokmuş deyip içeri girdim.
Kalabalıkta Zeynep ile Tuncer'e bakınıyorum. Upuzun barın ucunda mırıl mırıl konuştuklarını görünce rahatladım. Bilirsiniz birini tek başına beklemek başka şeydir, çift başına beklemek başka. Konuşacak çok şeyin olduğu biriyle beklemekse bambaşka.
Rahatladım ya: İnsanı deli eden trafikmiş. Çırağan Sarayı'nın önü Çanakkale olmuş geçilmezmiş hepsini bir kalemde sildim. Zeynep'e sarıldım. Onu her görüşümde etrafa yayılan bahar kokusunu sanki unutmuştum. Hatırladım.
O gece inanmayacaksınız ama Loft Kopenhag'daydı. Yazar, çizer, gazeteci, diplomat neredeyse her masada o gün biten zirvenin sonuçları konuşuluyordu. Kimine göre zafer, kimine göre hezimet.
Yirmi yıldır Avrupa Birliği konusunda çalışan, düşünen, yazan hatta bu günlerde Hürriyet gazetesinde bu konuda bir sayfa hazırlayan Zeynep, çok bilen az konuşur misali fazla yorum yapmadı. Sadece bir ara yan masada yüksek sesle atıp tutan birini dinledi. ‘‘Yanılıyor Figen’’ dedi. Sonra 13.12.2002 diye tarih atıp imzaladığı son kitabını verdi.
Leziz ve şaşırtacak kadar ucuz
Loft New York'takilere benzeyen bir lokanta. Böyle olması da doğal, çünkü hem sahibi hem mutfak dahil lokantanın her ayrıntısıyla inceden inceye uğraşan Umut Özkanca ve dekorasyonu gerçekleştiren Nazlı Gönensay New York'ta okumuşlar. Umut Bey İstanbul'a döndüğünde düşlediği gibi bir yer açmak istemiş. Ortaya geniş, ferah, işlevsel ve bana sorarsanız çok şık bir lokanta çıkmış. Bu kadarı bile gitmek için yeterli. Ama asıl şaşırtıcı olan yediğiniz kalitedeki yemek için ödediğiniz fiyat. Biz o gece üç kişi, salatası, eti tatlısı bir şişe de Fransız Pinot-Noir şarabı için 130 milyon lira ödedik. Kahve de cabası.
İstanbul'a şık, leziz ve lezizliği oranında bu kadar ucuz bir yer kazandırdığı için Umut Özkanca'ya, duvarlara astığı devasa iki Botero için Nazlı Gönensay'a bir de kendisine ayırdığı masayı bize vermek inceliğinde bulunan büyük patron Rasim Özkanca'ya teşekkür ederim.
Tel: 0.212 219 63 84/85/86
Adres: Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı (Açık Hava Tiyatrosu Karşısı)
Rezervasyon: Şart. Şu aralar yukarıda saydığım nedenlerden ötürü 15 gün sonrası için masa ayırtabiliyorsunuz.
Fiyatlar kişi başına: 30 milyon.
Çok şey ama herşeyden önce anne
‘‘Oğluma Avrupa Mektupları’’ kırmızı okuma kurdelasını taktığı gün Ali Sinan'ın bile rahatlıkla anlayabileceği bir dil ve yirmi yılın birikimiyle yazılmış yirmi mektuptan oluşuyor.
İlk mektup: ‘‘Meis'teki horozların şarkısı ile Kaş'takilerin türküsü birbirini kucaklar. Meis'te ötenler Avrupalıdır. Kaş'ta ötenler ise kimine göre Asyalı kimine göre Ortadoğulu, Akdenizli bile değil. Avrupalılık tanımının sınırları işte böyle keyfi çizilmiştir küçüğüm’’ diye başlıyor. Yaklaşık iki yüzyıl süren Batılılaşma serüvenimizi, AB maceramızı kılçıksız, masalsı bir dille anlatıyor. Son mektup ise gelecekten.
Birkaç satırda ne Zeynep'i ne de bugüne dek yaptıklarını anlatabilirim. İyisi mi kitabın kapak fotoğrafına bakmayı deneyeyim. İpuçları oradadır kimbilir? ‘‘Kumda yürürken akan zamanın farkına varılır’’ dediği kumsalda, tek sınırın ufuk çizgisi olduğu denize karşı, güzel yüzü oğluna dönük oturmuş çok şey ama her şeyden önce anne olan arkadaşım.
ZEYNEP'İN MUTFAĞINDAN KEREVİZ GRATEN
2 orta boy kereviz ince ince dilimlenir, kararmamaları için limonlu suya konur. Buharda pişirildikten sonra bir bezle kurulanır. Diğer yanda 50 cl. taze krema sütle sulandırılır. 200 gr. rendelenmiş gravyer peyniri, muskat, tuz, karabiber karıştırılır. Fırına giren bir kaba, bir sıra kereviz, bir sıra sos olmak üzere döşenir. En üste biraz gravyer peyniri konup, önceden ısıtılmış (180 C) fırında 35 dakika pişirilir. Et ve av etlerinin yanında verilir.
TUNCER ÇAKMAKLI
Hayata geçirilen her fikir biten bir ütopyadır
Her mimarın vurulduğu bir malzeme vardır derler. Bir de düşlediği ütopyalar. Ben bu listeye, kulağında bir müzik, gözünde bir renk vardırı ekleyebilirim. Bizim buralarda sıkça örneğini gördüğümüz türden değil ama bilinen anlamıyla mimarlık zor iştir çünkü. İçinde rengi, sesi, dengeyi barındırır. Tuncer iyi bir mimar. Orası kesin. Söyleyenlerin yalancısıyım: Ahşap onunla konuşurmuş. Ütopyalara gelince, ‘‘Gördüğün her sorun için ürettiğin her fikir, hayata geçirildiğinde biten bir ütopyadır’’ diyor. Bir değil, bin ütopyası olduğundan söz ediyor. Yüksek öğrenimi için gidip uzun yıllar kaldığı Almanya'dan döndükten sonra Tünel'deki ofisinde mimari projelerin yanı sıra, iç-mimari, tasarım, kentsel planlama, restorasyon gibi geniş bir alanda ekibiyle birlikte çalışıyor. Mimar Sinan Üniversitesi'nde mimari proje dersleri veriyor. Bir de güldüğünde, gözlerinin içiyle gülüyor.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2002
Canan'a kalsa Tophane'ye nargile içmeye gideceğiz. Hani yaz olsa, püfür püfür ağaçların altında otursak neyse de bu zemheri ayında Tophane'de işimiz ne? ‘‘Canan’’ dedim ‘‘Sen sigara bile içmezsin. Tamam Ergün nargile seviyor ama ben ne yazacağım? Tömbeki çeşitlerini mi? Şöyle yemek yiyebileceğimiz bir yer bulsan’’ dememle, ‘‘O zaman Margo'ya gidelim’’ cevabını almam bir oldu. Duraksadım. Habire Tophane civarında bir Margo düşünüyorum, düşünüyorum. Margo? Margot olmasın? Margaux mu acaba derken anladım: Söz ettiği yer Ritz Oteli'nin altında yeni açılan şu meşhur lokanta. Şimdi başka biri bu hızla Tophane'den Taksim'e çıkıp nargileden kuşkonmaza konsa şaşkınlıktan dilim tutulur ama Canan Göknil bu. O, seksek oynarken şampanya içebilir. Yakışır da. Hazır İstanbul il sınırları içinde bir yer önermiş, Ergün'ün de itiraz edeceğini sanmam, ‘‘Tamam’’ dedim. İkiletmedim. Sıra Margaux'da yer ayırtmaya geldi. Her ne kadar şu aralar İstanbul'un en gözde lokantalarından biri de olsa üç kişilik bir masa bulacağımızdan eminim. Bulduk da. Ancak sorun şu ki içeride fotoğraf çekmek yasak. Tam vazgeçeceğim aklım başıma geldi. Ben kimlerle yemeğe çıkıyorum? Canan Göknil ve Ergün Gündüz'le. Peki Ergün ne iş yapar? Çizer. Bundan daha iyi bir iş bölümü olabilir mi? Canan gözleyecek, Ergün çizecek, ben yazacağım.
Kapıda güleryüzlü görevliler paltoları alıyor. Büyük bir mekána giriyorsunuz. Sağ taraf bar ve oturma alanı, sol taraf yemek bölümü olarak düzenlenmiş. Bar kısmında adı üstünde upuzun bir bar, turuncu kadife perdeler, siyah deri kanapeler, beş kollu gümüş şamdanlar, varak koltuklar var. Renkli kristal avizeler asılmış, yerler mozaik.
Yemek bölümünde kocaman siyah bir piyano, beyaz örtülü masalar, incecik cam vazolarda kan kırmızı güller, duvarlarda Leonardo'nun Mona Lisa dahil çeşitli resimlerinin baskıları var. (Bkz. Ergün'ün çizimi)
Canan'a bakılırsa tipik bir ‘‘Ben yaptım oldu’’ dekorasyonu. Bana kalırsa Philippe Starck'ın Paris'teki ünlü Hotel Costes'unun tıpkı basımı değilse de hayli benzeri.
Müşterilere gelince: Kadınlar genç, erkekler orta yaşlı. Birkaç istisna dışında kadınların hepsinin göbekleri açık, erkeklerin çoğu yakın gözlüğü kullanıyor.
Canan'a bakılırsa, ‘‘Bu moda böyle süregiderse yakın gelecekte çocuğa hasret kadınlar ordusu oluşacak.’’
Bana kalırsa, kadınlar çoluk çocuğa karışıp yerlerini başkalarına bırakacak.
Yemekler gelince bu konuda hepimiz hemfikiriz: Yemekler çok iyi. Mutfağı ünlü şef Mike Norman'ın yanında yetişen ve gene onun danışmanlığında Murat Bostancı yönetiyor.
Ben kendi payıma ıspanak çorbası, ardından Risotto üstünde kaburga yedim. Canan, keçi peynirli salata ve T.Bone Steak. Ergün ılık dana carpaccio tabağıyla oyalandı. Sevmediğinden değil. Çizmekten yemeğe vakti kalmadığından. Hepsi çok, çok iyiydi.
Margaux'nun logosunda kırmızı bir gül var. Margaux adıyla gülün bir ilintisi var mı diye araştırdım: Margaux Fransa'nın en iyi şaraplarından üretildiği yörenin adı. İsmin Marga'dan yani kilden türediği düşünülüyor. Bu işin bilinen yanı. Bir de efsaneler var: M.S. 4. yüzyılda bu topraklarda Latin kökenli şair Marajollia yaşamış. Doğa üstüne şiirler yazarmış. Belki de bir şiirinde ‘‘Kil, şarap ve gül’’ demiştir kimbilir?
ERGÜN GÜNDÜZ
Ben çizerin zeki, komik ve yakışıklısını severim
Ergün Akademili. Resim bölümünden. Gırgır dergisinin efsanevi kadrosunda yer aldı. Hıbır'ın kurucularından. Sonra sırasıyla RR, Joker dergilerinde çizer ve yönetici olarak çalıştı. Floransa'da ve Fransa'nın Amien kentinde davetli olarak sergiler açtı. Şimdilerde İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Dijital Medya dersleri veriyor ve Hayal adını verdiği stüdyosunda çizgi film, illüstrasyon, reklam, tasarım alanlarında grup çalışması yapıyor. Diğerlerinin yanı sıra Jacques Fernandez ile birlikte İstanbul üstüne hazırladıkları ‘‘Carnets D'Orient, İstanbul’’ adlı bir çizgi-anlatım kitabı var.Bütün bu saydıklarım, anlaşıldığı üzere onun C.V.'si. Örneğin www.bddumonde.com sitesine girdiğinizde daha ayrıntılı bilgilere de ulaşabilirsiniz. Ancak insana hemen ‘‘Ben çizerin zeki, komik ve yakışıklısını severim’’ dedirten şeyin ne olduğunu anlamanız için onu tanımanız gerekiyor.
CANAN GÖKNİL
O hizaya girmez
Şimdi lafa, ‘‘Floransa'da okuduktan sonra İstanbul Şehir Tiyatroları'nda kostüm tasarımcısı olarak işe başladı. Halen bu görevini sürdürmekte. Bunun dışında en ünlüsü ‘‘Sultans of the Dance’’ olmak üzere çeşitli gösterilerin kostümlerini hazırladı. Ayrıca sinema ve reklam sektöründe çalıştı. Hatta İstanbul'un kimi 5 yıldızlı otellerinin personel üniformaları bile onun imzasını taşır‘‘ diye başlamak var. Ama olmaz, bütün bunlar Canan'ı yeterince anlatmaz. Yeteneklidir ve işini iyi yapar. Burası yüzde yüz doğru. Ama bunların dışında, bence Canan'ı en iyi farklı sözcüğü tanımlar. O, farklıdır. Giyiminde, duruşunda, düşünme biçimi ve düşüncelerini hayata geçirme alanlarında bu farklılığı hemen görürsünüz. Sivri dille eleştirir. Aynı oranda da eleştiriye açıktır. Alınmaz. Yardımseverdir. Fedakárlıktan hoşlanmaz. Havai görünse de toprağa sağlam basar. Geniş bir çevrenin içinde yalnız yaşar. Ketumdur, vefalıdır. Ona istemediği, inanmadığı hiçbir şeyi yaptıramazsınız. Canan, hizaya girmez.
Onu hizaya sokmak isteyenleri, inanın önce çileden, sonra hizadan çıkarır.
CANAN'IN MUTFAĞINDAN BILDIRCIN DOLMASI
6 kişilik malzeme:
50 gr. dolmalık üzüm
50 gr. kuru incir
50 gr. dolmalık fıstık
75 gr. fındık
75 gr. tuzsuz badem
12 adet bıldırcın
1 yumurta sarısı
Zeytinyağı, tuz, karabiber, biberiye, defne birkaç diş sarımsak.
Bıldırcınlar temizlenir. Yürek ve ciğerleri 1 yumurta sarısı, biraz zeytinyağı, tuz karabiber ve verilen oranlardaki kuru yemişlerle birlikte robotun iri yanıyla çekilir. Elde edilen bulamaçla bıldırcınlar doldurulur. Yağlanmış bir tepsiye konduktan sonra her birinin üzrine fındık kadar tereyağı, birer defne yaprağı, biberiye, birkaç baş sarımsak konur. İnce şerit zeytinyağı gezdirilip önceden ısıtılmış fırında (8.C) 20 dakika pişirilir.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2002
Claudine bavulunda Sarp'ın ‘‘Söyle ona elini korkak alıştırmasın bolca alsın, zaten yarısını kendi yiyor’’ diye takılarak ısmarladığı ciğer ezmeleri, peynirler, son yolculuğunda keşfettiği ve mutlaka tatmamız gerektiğini düşündüğü Jura bölgesinin kendine özgü Arbois şaraplarıyla çıkageldiğinde ben çoktan herkese haber vermiştim bile. ‘‘Yarın bagatini kapan gelsin. Kontes burada.’’
Onun her İstanbul'a gelişi bizler için bir şölendir. Bavulunda sadece saydıklarım değil, yeni çıkan birkaç CD, okuyup ilginç bulduğu çokça kitap, içimizden birini düşünerek kesip sakladığı bir makale, ‘‘seveceğini düşündüm’’ diyerek verdiği incelikli bir hediye kısaca, Paris vardır.
Çekirdek kadro bellidir: Baude çiftini taa 80'li yılların başında Ankara'nın kasvetli havasında tanımış ve sevmiş 8-10 kişi.
Oysa o gece eksiktik. Kimimiz Moskova'da, kimimiz rahatsız -lapaya talim- bir diğerimiz ağırlaması gereken konuklara mahkum derken, ancak beş kişi masanın etrafına toplanabildik. Aklımız gelemeyenlerde, kulağımız Claudine'de ‘‘Anlat bakalım’’ dedik. ‘‘Paris'te ne var ne yok?’’
Tam 11 Eylül'ün Fransız aydın çevrelerinde yol açtığı kafa karışıklığından, sıradan vatandaşların geliştirdikleri islam paranoyasından söz ediyorduk ki, telefon çaldı. Aylar sonra sanki Claudine'nin geldiğini hissetmiş gibi, çekildiği kozasından çıkan Salih Ecer aradı.
KİTABIN ADINA BAKIN
Şimdi siz doğal olarak Salih'le konuştuktan sonra lafımıza kaldığımız yerden devam ettiğimizi, konunun Türkiye-AB ilişkilerine oradan Amerika'nın Ortadoğu politikasına filan geldiğini düşünüyorsunuz değil mi? Hayır efendim, fena halde yanılıyorsunuz.
Hemen içmeyi, özellikle de şarap içmeyi çok seven arkadaşımız ve yeni çıktığını söylediği romanı için kadeh kaldırdık: Beni Yutkunmaya Sevk Eden Bir Erkeklik Hali Sezdim.
Yemin ediyorum ne bir virgül eksik, ne bir nokta fazla. Kitabın adı bu.
Claudine'nin çat pat Türkçesiyle içinden çıkabileceği bir başlık değil elbet. Çeviriydi, Salih'i neyin yutkunmaya sevk ettiğiydi, erkeklik halleriydi derken siyasi sohbetimiz başladığı gibi bitti. Sonra da laf uçtu gitti. Nereye mi?
Kanatlandı. Ankara'dan İstanbul'a, Tosya'dan Bodrum'a, Paris'ten Malmantile'ye dolaştı durdu. Sonra da okşayarak Tansu'nun omuzuna kondu.
36 BİN ŞİŞESİ VAR
İki gün sonra Salih'le Beyoğlu'nda buluşmaya karar verdik. Galatasaray sıralarından tanıdığı Bülent Ofluoğlu'na uğrayıp şarap alacağını söyledi. Bülent, lise biter bitmez Paris'e gidip o yıllarda birçok Galatasaraylı'nın yaptığı gibi, turizm işine girmiş. Büyük paralar, keskin dönemeçler derken kendisini şarap işinde bulmuş. Onsekiz bin şişesi Türkiye'de bir o kadarı da Fransa'da olmak üzere ciddi bir kavı var. Burada ‘‘Ben şarabın Fransızını severim’’ diyenlere ve büyük lokantalara şarap satıyor. Şimdilerde eski Papirüs'ü devralıp Paris'tekiler gibi bir şarap barına dönüştürmenin hayalini kuruyor. O akşam bize düzgün bir şarap diye Cabarnet Şauvignon (29 milyon) ve iyi şarap diye Chateau Margaux ikram etti.
İKİ ÇEŞİT EKMEK
Claudine dedim. Diyelim İstanbul'da yaşıyorsun. İki şişe de kırmızı şarabımız var. Sofranın Fransız kokması için ne yaparsın?
Önce ekmek dedi. En az iki çeşit. Sonra terayağı. Elbette bolca peynir. Tercihan eski peynirler. Haşlanmış bıldırcın yumurtası. Zeytinleriniz çok güzel. Zeytin. Sonra salatalık turşusu. Ne sert ne yumuşak olmayan sosison. Biliyorum satılıyor. Biraz ciğer ezmesi. Taze fesleğen ve balsamik sirkeyle hazırlayacağım domates salatası. Eee! Sıcak bir yemek yok mu? Biraz düşündü, sonra üşendi. ‘‘Ekmeği bol tutarsan herkes doyar’’ dedi.
SALİH ECER
Salih, içkiyi, şiiri, kadınları sevdi. Bu saydıklarımdan birini bile hakkıyla sevmenin insanı ne hallere düşürdüğü bilinir. En çok da Maya'yı Son kitabını ona adamış. Kızına.
Maya,
Seninle gül gibi yaşarız
Geçinip gideriz diye düşünüyorum
Sen benim yaralarımı temizlersin ben oltaları,
Perşembe pazarından aynalar alırız
Renkli gösteren
gemilere bakarız. Sen süvariye aşık olursun,
ben karısına. Tekneye atlar Lisbon boğazına gideriz.
Oltaları sallandıdır yeni aşklar bekleriz.
En fazla iki şarkı ezberleriz. Gelene gidene söyleriz.
Kaptan karısına döner. Oltamızı toplar bir yan şehre geçeriz.
CLAUDİNE BAUDE
Yirmi beş yıllık arkadaşım ve ortağım Claudine'i bir yazıya sığdırmam zor. Size birkaç satırbaşı:
ASİLDİR Her ne kadar söylemese de dört satırlık soyadıyla gerçek bir kontestir.
İNATÇIDIR Gençliğinde nedense düğünü için Beyrut'ta bir otel seçmiş, elinde çiçeği, üstünde gelinliği, Fransa'dan gelen konuklarla birlikte bütün gece damadı beklemiştir. Beklenen damat altı ay sonra İnterpol aracılığıyla bir kibutz'da muz toplarken bulunduğunda kendisiyle evlenmekte hiçbir sakınca görmemiştir.
NAZİKTİR Vanuatu'da bir kabile şefinin onurlarına verdiği yemekte kocaman bir yaprak içinde sunulan canlı kurtçukları gözünü kırpmadan yemiş ayıp olmasın diye ikinci yaprağı reddetmemiştir.
DALGINDIR Garajından arabası çalındı diye bütün bir polis teşkilatını ayağa kaldırmış, üç gün sonra iki sokak ötedeki temizleyicinin ‘‘Merak ettim Madam, paketinizi de arabanızı da almaya gelmediniz’’ demesiyle aynı teşkilattan özür dilemiştir.
SÜRÇ-İ LİSAN EYLER Ankara'da oldukça sıkıcı bir davette yanında oturan kallavi şahsiyet biraz da laf olsun kabilinden takılarına iltifat ettiğinde gülümseyerek yüzüğüne bakmış, kırık Türkçesiyle ‘‘Ben büzük seviyorum’’ diyebilmiştir.
ALÇAKGÖNÜLLÜDÜR Evinde asılı bir tabloyu çok beğenen arkadaşlarından biri tablonun ressamını sorduğunda ‘‘Bir Rus’’ demiş. O Rus'un Chagall olduğunun anlaşılmasıyla yerin dibine geçmiştir.
RASTLANTIYA İNANIR İstanbul'a ilk kez üç çocuk, iki kedi, yığınla bavulla ne bir gün önce ne bir gün sonra tam 12 Eylül 1980'de gelmiştir. O gün bugün her geldiğinde yağmur yağdığını söyler.
Nasıl anlatılır ki? O Claudine'dir.
O kadar.
CLAUDİNE MUTFAĞINDAN
Tavuk ciğeri ezmesi
8 Kişilik Malzeme:
1/2 kg. tavuk ciğeri
250 gr. mantar
1 büyük baş soğan (rende)
1 küçük paket margarin
1 demet maydanoz
2 yaprak jelatin
1 tablet tavuk suyu
Tuz, karabiber, biberiye ve bir tatlı kaşığı konyak.
Büyük bir tavada yağ eritilir. Önce temizenmiş ve dilimlenmiş mantarlar sote edilir. Sırasıyla ciğer, soğan, maydanoz ve tuz, karabiber, biberiye eklenir. Suyunu çektikten sonra bir kaşık konyak katılır. 2 çay bardağı kaynar suda tavuk tablet ve jelatin eritilir. Yarısı bir kaba konur. Soğuması beklenir. Diğer yarısı tavadaki malzemeye katılıp blenderle çekilir. Elde edilen püre jelatinli kaba aktarılıp buzdolabında bekletilir. Yenileceği zaman ters yüz edip servis yapılır.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2002
Fındıklı Sardunya'da Aziz ile Hümeyra'yı bekliyorum. Sisli, puslu bir İstanbul gecesi. Lokantada kimsecikler yok. Terasa çıktım. Karşımda Kız Kulesi, Tütün Deposu, eski evim. Hava serin ama aldıran kim? Gözümün önüne başka bir gece geliyor. Yaz sonu olmalı. Teras hıncahınç dolu. O yıllarda burayı Hümeyra işletiyor. Aziz, ben, birkaç arkadaşımız daha müzik sesini bastırmaya çalışarak, bağıra bağıra konuşuyoruz. Bir ara gözüm elindeki mendili heyecanla sallayan Hümeyra'ya ilişiyor. Tam ne yapıyor diye düşünürken, üstümüze doğru son hızla gelen vapuru görüyorum. Alışık olanların gülümseyerek izledikleri, olmayanların yüreklerini ağızlarına getiren eski bir kaptan numarası bu: Tam çarpacak işte derken yavaşlıyor, dönüyor. Sonra iki uzun bir kısa düdük çalıyor. Belli ki Hümeyra'yı selamlıyor. Ben hemen bu selama bir veda anlamı yüklüyorum. Zira tam da o günlerde, Hümeyra bu kadarı ancak Hollywood filmlerinde olur dedirten rastlantılar sonucu bir müzik yapımcısıyla evlenip Amerika'ya yerleşmeye karar vermiş, İstanbul'da son günleri. Sardunya kapanacak, bavullar toplanacak sonra ver elini yeni hayat. Onun adına seviniyor, kendi adımıza üzülüyoruz.
Artık gecenin büyüsünden mi, yoksa yüzünde gördüğümü sandığım hüzünden midir bilmem dönüp Aziz'e ‘‘Yok’’ diyorum, ‘‘İmkanı yok bu vapur sesi insanın peşini bırakmaz. Geri çağırır. Göreceksin dönecek.’’
Kehanetim doğru çıktı. İşte üç yıl sonra yine Sardunya'da birlikteyiz. Hümeyra'yı herkes tanır da, Aziz'i bilenler bilir. Dışarıdan bakıldığında birbirlerine benzemezler. Biri ne kadar cevvalse öteki o kadar serinkanlıdır. Biri ne kadar göz önündeyse öteki o kadar kamera arkasında. Yakın akraba olduklarını damarlarında akan deli kandan, bir de normal insanlara bir ömür yetecek malzemeyi bir güne sığdırmalarından anlarsınız.
Daha gitmeden biliyordum. Ne yaparsak yapalım lafımız bitmeyecek ve makul bir saatte evlere dönülmeyecek. Biz de ertesi sabah gidilecek setlere, ezberlenecek rollere, yazılacak yazılara boş verip, gecenin tadını çıkarmaya baktık.
Pencere önündeki rahat masaya kurulup şef Ahmet Yıldız'ın bizim için seçtiği yemekleri yerken geçmişten, komik anılardan, ortak dostlardan konuştuk.
SADECE BİR YAZ LOKANTASI DEĞİL
Aziz'e telefonda nereye gitmek istediklerini sordum. Ben genellikle bu yazılar için kendi belirlediğim mekanlardan çok birlikte çıktığım arkadaşlarımın önerecekleri yerlere gitmeyi yeğliyorum. Böylelikle hem yeni yerler keşfediyor, hem de onların nereleri beğendiklerini, hangi yemekleri tercih ettiklerini öğrenmiş oluyorum.
Aziz ‘‘Sardunya'ya’’ gidelim dediğinde biraz duraladım. Bilirim Sedat Zincirkıran, Hümeyra ve Aziz'in çok sevdikleri bir arkadaşları. Sardunya'da kendilerini evlerindeki gibi rahat hissettikleri de gerçek. Ama benim için nedense Sardunya Fındıklı bir yaz lokantası. Belki de oraya hemen hep yaz aylarında gittiğim için böyle bir önyargım vardır diye düşündüm, bir de Hümeyra'yı söylediğim gibi uzun süredir görmemiştim. Şimdi şanson bir yere gideceğiz, gürültü patırtı derken doğru dürüst sohbet edemeyeceğiz, ‘‘Tamam’’ dedim, ‘‘Sardunya'da buluşuyoruz.’’
Sardunya'nın dekoru bu yıl yenilenmiş. Mustafa Toner açık renkler ve normal yemek masalarından daha yüksek masalar kullanarak ferah, şık bir mekan yaratmış. U şeklindeki bar, insanı rahatsız etmeyen yumuşak aydınlatma, arabanızı nereye bırakacağınız sorununun olmaması, deniz kenarında değil neredeyse denizin içinde olan eşsiz konumuyla Sardunya kış aylarında da rahatlıkla gidilebilecek bir lokanta. Yemekler gerçekten çok iyi. Şef Ahmet Yıldız aynı zamanda Aşçılar Birliği'nin de başkanlığını yapıyor. Bütün servis elemanları uzun yıllardır aynı yerde çalışmanın getirdiği rahatlığa sahipler.
Biz o gece, başlangıç olarak torik lakerda, ahtapot salatası, ardından kaşıkta pazı yaprağında levrek, şişte kalamar, İspanyol usulü tereyağında karides yedik. Abartısız, hepsi birbirinden güzeldi. Daha sonra pek de halim kalmamasına rağmen mutlaka tatmamı istedikleri antrikotu da tattım. Birkaç yer hariç İstanbul'da yiyebileceğiniz en iyi antrikot.
Bütün bu saydığım artılara rağmen biraz da Ramazan ayı nedeniyle olsa gerek, o gece bizim dışımızda bir iki masa vardı. Sanırım benim gibi Sardunya'nın bir yaz lokantası olduğunu düşünen hala pek çok sayıda insan var.
Leyla'cığım. İş sana düşüyor. Güzel bir lokantada güzel yemekler yemenin mevsimi olmadığını benim gibilere göstermelisin.
FINDIKLI SARDUNYA
Adres: Meclis-i Mebusan Caddesi No: 22
(Deniz Ticaret Odası Binası).
Tel: 0 212 249 10 92
Rezervasyon yapılır.
Fiyatlar adam başı 50 - 60 milyon arası.
Ahmet Usta'dan
KAŞIKTA PAZI YAPRAĞINDA LEVREK
10 kişilik
1 bağ pazı
500 gr. levrek
Tereyağı-Tuz
Balık sulu beyaz sos
Hollandez sos
1 bağ pazı yarım haşlanır. 500 gr. levrek 50 gr.'lık parçalara bölünür. Levrekler dolma sarar gibi pazıya sarılır. Açılmamaları için kürdanlanır. Tereyağlı tuzlu suda haşlanırlar. Haşlandıktan sonra balık suyu katılmış beyaz sosa yatırılır. Servis yaparken balık sulu beyaz sostan çıkarılır. Üzerine bir kaşık Hollandez sos koyularak kaşıklar içinde servis yapılır.
HÜMEYRA RESME BAŞLAMIŞ
Hümeyra Amerika'dan döndükten sonra ayağının tozuyla, Şehir Tiyatrolarında, Mehmet Alkan'ın sahneye koyduğu, İonescou'nun Kral Ölü/şü/yor adlı oyununda oynamaya başlamış. Bir de senaryosunu Barış Pirhasan'ın yazdığı, Deniz Türkali'nin yapımcılığını yaptığı dizi var. ‘‘Herşey Aşk İçin.’’ Rutkay Aziz'le birlikte oynuyor. Ama aklı fikri resim yapmakta. Amerika'da kaldığı süre içinde Berkley'de resim derslerine devam etmiş. Evin garajını atölye yapmış. ‘‘Sürekli resim yaptım’’ diyor. Bu aralar vakit bulduğu an, Yusuf Taktak'ın atölyesine koşuyormuş. Hatta geçenlerde atölyede imzalamadan bıraktığı bir resim satılınca nasıl heyecanlandığını anlattı. Tuhaf şey; Yıllardır oyuncu, şarkıcı olarak hep sevilen işler yaptı, ödüller aldı ama hayır; şimdi onu en çok ilgilendiren şey kendini resimlerle nasıl ifade edebileceği?
Bir sergi açıp açmayacağını soruyorum. ‘‘Daha öğrenmem gereken çok şey var’’ diyor. Ama ben adım gibi biliyorum: Uzun sürmez yakında onu ressam kimliğiyle de görürüz. Üstelik unutmayın. Ailede Erol Akyavaş adında büyük bir ressam var.
AZİZ AKYAVAŞ KİTAP YAZIYOR
Aziz, CBS, NBC gibi ünlü televizyon kanallarında yıllarca muhabir olarak çalıştı. El Salvador'da ayaklanma mı olmuş? Hooop Aziz orada. Irak'ta savaş mı çıkmış? Hoop Aziz burada. Öyle bir dönem hatırlıyorum ki nereye gideceğini sormaya çekinirdik. Hani yemekten biraz erken kalkan birine nereye gittiği sorulur ya, Aziz Taksim'e der gibi Guatemala'ya derdi. CBS için Nikaragua'da Sandinistalarla birlikte bir haber kovalarken helikopterden düşünce (Dikkat edin, attan değil helikopterden düşüyor) çok sevdiği işine bir süre ara verip Türkiye'ye geldi. Bu kazadan nasıl olup da sağ kurtulabildiğini başta kendisi olmak üzere kimse anlayabilmiş değil. Hálá CBS'e açtığı, yılan hikayesine dönmüş bir davası var. Eğer hayatınızın son 20 yılını dünyanın nasıl derler 'sıcak bölge'lerinde haber peşinde koşarak geçirdiyseniz, elbette anlatacak yığınla hikayeniz vardır. Nitekim bu günlerde bu konuda bir kitap hazırlıyor. Ama bir de yakınlarınıza yaşattıklarınız vardır ki o gece Hümeyra'nın da kendi payına bir kitap yazmasının elzem olduğuna karar verdim. Şimdilerde biraz duruldu demeye dilim varmıyor. Böyle insanlar durulmazlar. Olsa olsa bir süre için durulurlar. Hele şu kitap ve Körfez Savaşı üstüne hazırladığı belgesel bitsin, gene yollara düşecektir. Eminim.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2002
Geçen yaz İstanbul'un sıcaktan kavrulduğu günlerden birinde, telefonumu ortak bir arkadaşımızdan aldığını, adının Steve Yaşar olduğunu söyleyen biri, Boston'dan aradı. Yaklaşık dört ay sonra İstanbul'a geleceğini, ardından neresi olduğunu asla anlamadığım bir yere gitmek istediğini söylüyor, bu konuda kendisine yardımcı olup olamayacağımı soruyordu.
Hava sıcak, serde Türklük arada çok sevdiğim bir arkadaşım var. Fazla düşünmeden ‘‘Buyrun gelin, elimden geleni yaparım’’ mealinde bir şeyler söylediğimi, içimden de ‘‘O güne kadar kim ölee kim kala’’ diye geçirdiğimi hatırlıyorum.
Ekim ayında ikinci telefon. Bilet alınmış, Büyük Londra Oteli'nde yer ayırtılmıştı. Birkaç gün içinde İstanbul'a gelinecek, buradan da o meçhul diyara gidilecekti. Acaba kendisine bir rehber bulabilir miydim? Haa, bir de eğer mümkünse bir Bizans uzmanıyla tanışmak istiyordu. Baktım iş ciddi. Ben daha nereye gidileceğini bile kavrayamamışım, ne kadar tekrar ederse etsin, anlaşılan kavrayamayacağım, ‘‘Steve’’ dedim, ‘‘Rica etsem heceler misiniz?’’ Elimde kalem bekliyorum M.A.L.A.Z.G.İ.R. O daha son T'yi söylemeden başıma ne geldiğini anlamıştım anlamasına ya, yapacak bir şey yoktu. Ölürdüm de geleneksel konukseverliğimize hálel getiremezdim.
MEĞER VİNÇ İSTİYORMUŞ
Şimdi bir insan neden Boston'dan kalkıp Malazgirt'e gider? Düşünüyorum, içinden çıkamıyorum. Soyadımız Yaşar ya herhalde oralardan göçmüş birilerinin ahvadı dedim.
Peki neden bir Bizans uzmanı ister? İşte orası muamma.
Aslına bakarsanız, daha ortak arkadaşımızın adı telaffuz edildiğinde kuşkulanmalıydım. Çünkü sözkonusu kişi, yıllar önce uzun süre kaldığı Mısır'dan ülkesine dönerken ucuz diye bir Rus gemisine binmiş, üçüncü günün sonunda geminin Marsilya'ya değil Odessa'ya gittiğini anlayıp, canhıraş beni aramıştı. ‘‘Figen’’ demişti, ‘‘İstanbul'da inmek istiyorum, ama bana mutlaka bir 'grue' bulman lazım.’’ Nasıl yani diye sorarken, telefon çat diye kesilmişti. Şimdi, 'grue' Fransızcada yosma demek. Hayırdır inşallah deyip söz ettiği gün Karaköy Limanı'na gittiğimde sorunun, arabasının kıyıya indirilmesi olduğunu anlamış ve grue'nün ikinci anlamını ölene kadar unutmamak üzere öğrenmiştim: Vinç.
Şimdi itiraf etmeliyim ki, Bizans uzmanı istemek vinç istemekten daha makul bir talep. Ancak memleketimizde vinç bolluğu kadar uzman bolluğu olmadığı da bir gerçek.
Ne yapsam diye dört dönerken aklıma Aydın Uğur geldi. ‘‘Aydın’’ dedim, ‘‘Türk asıllı bir Amerikalı ata topraklarını ziyaret etmek için Malazgirt'e gidecek. Ona bir rehber ve bir Bizans uzmanı bulabilir misin?’’ Otuz yıldır başına benzer garabette işler açtığım arkadaşım şaşırmadı bile, ‘‘e-mail'imi ver bana yazsın’’ dedi. O kadar.
Büyük bir yükten kurtulmuş, Steve'i emin ellere teslim etmiştim.
Malazgirt dönüşü Steve aradı. O kadar mutluydu ki, bal çanağına düşmüş arı gibi vızıltılar çıkarıyordu. Dönmeden önce bizi görmek, teşekkür etmek istiyordu. Anlattığına göre Aydın, İstanbul'da gerekli bütün bağlantıları sağlamış, rehber olarak da Gül Pulhan'ı küçük bir doğu turu yapmaya ikna etmişti. Şimdi söyleyin: Madem Malazgirt'e gidilecek, kim ayağının tozuyla Oxford'dan yeni gelmiş bir Ön-Asya arkeoloğuyla gitmek istemez?
Ben Malazgirt macerasını dinlemeye hevesliyim ama Aydın hem o akşam hem de ertesi akşam dolu. Parmağımı kıpırdatmadan gelen bu hayranlığı da 'içime sindiremiyorum. ‘‘Steve’’ dedim, ‘‘Yarın akşam Bebek'te Poseidon lokantasında buluşalım. Ama bir şartım var. Benim konuğum olacaksınız ve bu yemek üstüne bir yazı yazacağım. Anlaştık mı?’’ Anlaşmıştık. Ama küçük bir pürüz vardı. Birbirimizi nasıl tanıyacaktık? Tam elinizde Boston Clobe gazetesi, yakanızda karanfil olsun diyeceğim çözüm ondan geldi: ‘‘At kuyruğum var.’’
SIKI BİR YEMEK MERAKLISI
Kararlaştırdığımız saatten önce lokantaya gittim. Niyetim, iyi bir masa seçmek ve bir yabancıya ilginç gelecek yemekleri önceden ayarlamaktı. Bir de ne olursa olsun şaraptan başka bir içki içmeyeceğimizi belirtmek. Deneyimlerime dayanarak söylüyorum: Nedense İstanbul'a gelen her yabancı rakı içme hevesine kapılır. ‘‘Aman hızlı içmeyin, çarpar’’ demenize fırsat kalmadan da çarpılır.
Şef Selman Usta ile lakerda, közlenmiş patlıcan, hamsi ızgara ardından da salata ve balıktan oluşan seçimin doğru olduğuna karar verdik. Tam küçük küçük masayı donatıyorlar, Steve geldi. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz faslından sonra ilk şokumu yaşadım. Patlıcan salatasını tatmakta olan Steve'e nasıl bulduğunu sorduğumda, ‘‘Ben sosuna biraz tahin katmayı seviyorum’’ demez mi?
Boston'da tahinin köşebaşındaki bakkalda satılmadığı aşikár. Ardından İspanyolların ahtapotu kızartmadan önce şarapta dinlendirdikleri falan derken, Steve'in yemek yapmayı çok sevdiği, gittiği her ülkeden yığınla malzemeyle döndüğü ortaya çıktı. Bu kadarla kalsa iyi.
Yaşar diye bellediğim soyadı O'Shea olup, Türk asıllı Amerikalı değil. İrlanda asıllı Kanadalı imiş. Uzun yıllar yaşadığı Paris'te ünlü İngiliz ve Amerikan sanat dergilerinin muhabirliğini yapmış. 89-92 arası New York'ta Elle dergisinin genel yayın müdürüymüş. Başından geçen en komik olaylardan birinin yıllar sonra Moskova'da yapılan ilk güzellik yarışmasında jüri üyeliği olduğunu söyledi. Sonra tekrar Fransa'ya dönüş. Bu kez Perpignan yakınlarına yerleşmiş. Hem Variety dergisine film eleştirileri yazıyor hem de Kassovitz, Luc Besson, Varda, Rohmer gibi ünlü Fransız yönetmenleri ile çalışıyormuş. Yapımcı ve çevirmen olarak. 99'dan bu yana Boston yakınlarındaki Rhode Island’da oturuyor ve kitap yazıyor.
İlk kitabı Birinci Dünya Savaşı'nda geçen ‘‘Cepheye Dönüş’’ İngiltere, Amerika ve Kanada'da yayınlanmış. Ama büyük başarı, Lehçe'den Portekizce’ye yağınla dile çevrilen, 13. yüzyılda Güney Fransa'da ‘‘Tanrının iki yüzü vardır. Biri ak öteki kara’’ felsefesinin savunucuları olan ve Vatikan tarafından kanlı bir biçimde katledilen Katarları anlattığı ‘‘Katarların Doğuşu ve Ölümü’’ adlı ikinci kitabı ile gelmiş. Kitap öyle bir satış adedine ulaşmış ki, duyduğumda kulaklarıma inanamadım.
Tahmin edeceğiniz üzere çok keyifli bir yemek yedik.
‘‘Arada İstanbul'a da uğrarsan çok mutlu olurum’’ dedim. Ayrıldık.
ESKİ YENİ GÜNEŞ LOKANTASI
Poseidon Bebek'te eskiden ‘‘Yeni Güneş’’ adlı lokantanın yerine açıldı. Kısa adıyla ‘‘güneş’’ genellikle sanatçıların gittiği köhne bir balıkçı lokantasıydı. Yemek mi dayak mı yediğinizi anlamaz ama o eşsiz konumu nedeniyle gitmeden de duramazdınız. Hele bir kahve istemeye görün. Sanki Güney Amerika'dan toplayıp getirmelerini istemişsiniz gibi tuhaf tuhaf yüzünüze bakar öyle bir yok derlerdi. Aman unutup da bir daha istemeyeyim diye kaç arkadaşımın parmaklarındaki yüzüğün yerini değiştirdiklerini biliyorum. Ben her ne kadar Boğaz'daki salaş lokantaların birer birer kapanıp, yerlerine lüks restoranların açılmasına için için bozuluyorsam da, Poseidon açılınca, bir zil takıp oynamadığım kaldı.
Bir kere konumu söylediğim gibi olağanüstü. Bahar aylarında erguvanları seyredip, serçeleri beslediğiniz teras, kış geldiğinde de kullanılıyor. Üstelik yenilenen dekorasyonuyla iç salon o kadar ferah ki, illa terasta oturacağım diye tutturmuyorsunuz. Ne kadar kalabalık olursa olsun, servis hep hızlı, çalışanlar hep güleryüzlü ve en önemlisi yemekler hep aynı kalitede. Pişerken balığınızın kuruması, salatanızın istediğiniz gibi hazırlanmaması gibi sürprizler yok. Bugüne kadar bırakın bir gün önceden kalmış bir meze, bir adet pörsümüş maydonoza bile rastlamadım.
Sadece yabancı konuklarım geldiğinde değil, günün herhangi bir saatinde, birileriyle ya da tek başıma gitmekten gerçekten mutluluk duyduğum ender lokantalardan biri.
Mutfağı büyük bir titizlikle yöneten şef Selman Usta'ya ve yıllarca Bebek Oteli'nin altındaki Ambassadeurs lokantasında çalıştıktan sonra şimdilerde Poseidon'da olan belki de yakın bir gelecekte Amerika'da yeni bir hayata başlayacak İşletme Müdürü Binali Sarıtaş'a buradan sevgilerimi yolluyorum. Tabii diğer herkese de.
STEVE'İN MUTFAĞINDAN
KAYISILI ISPANAK TATLISI
1/2 kg. körpe ıspanak
10 adet küçük domates
1/2 paket dolmalık fıstık
5-6 adet kuru kayısı
Sızma zeytinyağı
Balzamik sirke
Tuz, karabiber, bir fiske şeker
Kuzu ıspanağın yaprakları ayıklanır, yıkanır kurulanır. Büyük yapraklar elle ikiye ayrılır. Büyük bir salata kabına konur. Küçük domatesler ikiye ayrılır. Kuru kayısılar ince ince doğranır. Sızma zeytinyağı, balzamik sirke tuz karabiber ve bir fiske tuzla sos hazırlanır. Ispanaklara kayısılar, domatesler, fıstık konduktan sonra sos ilave edilir. Hemen servis yapılır. İstendiğinde ızgara tavuk dilimleri de koyabilir, daha doyurucu bir salata hazırlayabilirsiniz.
TAHİNLİ PATLICAN SALATA
1 kg. patlıcan
1 çorba kaşığı tahin
Sızma zeytinyağı
Limon suyu
1 diş sarımsak ezilmiş
tuz, karabiber
1 kahve kaşığı kimyon.
Patlıcanları közledikten sonra, çekirdeklerini çıkartıp bıçakla kıyın. Diğer bütün malzemeyi karıştırıp, patlıcanlara ekleyin.
PoseIdon
İşletme müdürü:Binali Sarıtaş Rezervasyon şart Fiyatlar: Biraz da yediğinize, içtiğinize göre değişmekle birlikte 50 milyon civarı. Adres: Küçük Bebek Cevdet Paşa Cd. No: 58 Telefon: 0212 263 38 23
Yazının Devamını Oku