Loş ve hoş bir geç - akşam barında bıraktığımız yerden başladık

Barseverler bilir, bar demek barmen demektir ve her iyi barmen biraz da ‘ruh deşendir.’ ON'un barmeni, siz susunca susan, konuştuğunuzda konuşan ve yüzünüze baktığı anda isteklerinizi anlayan biri.

On üstünden On.

Ömer Uluç ve Tûba Çandar ile yemek yiyeceğiz. Ve her zaman yaptığımız gibi lokantadan önce bir bara gideceğiz.

İyi ama hangisi?

Nişantaşı deyince aklımıza gelen ilk isim elbette Kafein. Sonra, Buz Bar var, Niş var, bir de açıldığından bu yana gitmek isteyip de bir türlü gidemediğim Reasürans Çarşısı'nın içindeki ON. Onun da ucunda Sevda var.

Sevda'yı yirmi yıldır tanırım. O benim elim ayağım.

Fırsat bu fırsat ON'a gidelim mi diye sordum, gidelim, dediler.

Bar deyince benim aklıma tek başıma gittiğimde rahat ettiğim, arkadaşlarımla birlikteysem sohbet edebileceğim mekánlar gelir. Barseverler bilir, bar demek barmen demektir ve her iyi barmen biraz da ‘‘ruh deşendir.’’

ON'un barmeni, siz susunca susan, konuştuğunuzda konuşan ve yüzünüze baktığı anda isteklerinizi anlayan biri. On üstünden On.

Müzik çok iyi. Gittiğimde hızlı bir şeyler çalıyordu. Sonra Kamos nereden anladıysa anladı, Paolo Conte'nin en sevdiğim şarkısını çalmaya başladı. On üstünden yirmi.

Bunun dışında ON, müşterileri otuzlu yaşlarda olan, içkinizin yanında küçük küçük bir şeyler atıştırabileceğiniz hayli loş ve hoş bir geç-akşam barı.

Ömer'le Tûba'yı beklerken, bir içki isteyip eski günlere gittim. Evet belki araya inkıtalar girdi ama biz birlikte ne çok eğlenmiştik yarabbi.

İstanbul'un orta yerinde ya da ücra semtlerinden birinde, müdavimi olmadan bırakmadığımız bir yer keşfeder, haftanın bir iki gecesi buluşurduk.

Buluştuğumuzda Ömer'in fırça tutmaktan parmakları kasılmış, Cengiz haber peşinde koştuğu için Tûba yalnız, ben gümüş tozuna bulanmış olurdum. Bilmem bilir misiniz? Gümüş tozu karadır. Yalnızlık da öyle. Karşınızda duran boş tuval de. Oysa biz kararmazdık. Aksine, yerdik içerdik, konuşurduk, gülerdik. Tûba gülünce gözleri ve dişleriyle güler, Ömer çınlatır ben biraz kıskısımdır.

Neşeli miydik? Evet.

Zaman zaman hüzünlü. O da doğru.

Ama sanırım mutluyduk demek en doğrusu.

Tek kusurumuz gecenin ucuna gitmekti. Gece, içmekten değil konuşmaktan bitmezdi. Ne zaman ki garsonlar kıpırdanmaya başlar, ışıklar kısılır, saatin farkına o zaman varılırdı. Hesabı ödeyip çıkardık, söz yarım kalırdı.

Böyle gecelerden ikisini unutamam.

İlki komik.

Ömer'le Paris'teyiz. Gene laf uzamış, gece sarkmış, son metroyu kaçırmışız. Onun evi de benim kaldığım yer de şehrin öteki ucunda. Taksi de yok, çaresiz yürüyeceğiz. Dışarıda da bir ayaz, anlatılmaz.

Bir saat sonra Fouquets'nin önüne geldiğimizde ikimiz de donmak üzereydik. Fouquets, Paris'in pahalı lokantalarından biri. Girişinde küçük bir bar, barda da belli ki son kadehlerini içen birkaç afili adam var. Girelim, ısınırız dedik. Daha adımımızı atmamızla, nemrut barmen bana şöyle bir baktı ve arkasındaki levhayı gösterip homurdandı.

Peki Ömer ne yaptı?

Sakin sakin tezgáha yanaştı ve havlamaya başladı. Nasıl güldüysek -buna afililer de dahil- o barmen o gece bize içki ısmarladı.

İkincisi daha farklı.

Her hatırlayışımızda Tûba'yla içimizi ürperten karlı bir İstanbul gecesi vardır. Eyüp Sultan'da biten. Mevsim gene kış ve İstanbul'a yılın ilk karı yağmış. Dışarı çıktık ki her yer bembeyaz. Zar zor Ömer'le Vivet'i evlerine bıraktık ve nedense döneceğimize, ıssız Galata Köprüsü'nden geçtik. Eyüp Sultan'a gittik. Ne Tûba ne de ben, işte o geceyi, usul usul yağan karı, servi ağaçlarını, sessizliği bölen sabah ezanını, dua eden adamı, mezarları, elle tutulur hale gelen ölümü ve yavaş yavaş ağaran gökyüzünü unutamadık.

Bunca yıl sonra bile, ne zaman İstanbul'da böyle usul usul kar yağsa, ikimizin de aklına Eyüp Sultan ve derinden çok derinden bir dua sesi gelir.

Ben böyle geçmiş günlere dalmış, bir içki daha içerken Ömer'le Tûba geldiler. Ne mi yaptık? Bıraktığımız yerden başladık.

Yedik, içtik, konuştuk, güldük.


ÖMER ULUÇ


Resim onun yüreğine çengelli


Her ne kadar onun resimle kurduğu ilişkinin yakın tanıklarından biri olsam da, ressam Ömer Uluç'u anlatmak haddim değil.

Birkaç satırda İnsan Ömer'i anlatmaksa inanın mümkün değil.

Onunla karşılaşmadan efsanesini duymuştum: Afrika'dan yeni dönmüş ve İstanbul sanat çevresinin üstüne bir kabus gibi çökmüştü. Resmini beğenen vardı beğenmeyen vardı. Önemsemeyen çıkmazdı.

Bir de elbet hayatı.

Bir o, bir Selahattin Hilav, bir de Hayalet Oğuz. Üçü de içkici adamlardı. Ama onlar diğerlerine benzemiyor, ‘‘içince bir korsan ağzıyla içiyor, sevince durup düşünüyorlardı.’’

Gerçekten de Ömer kadar sevdiği üstüne ince düşünüp titizlenen, sevmediğine hepten boşveren başka birini tanımadım ben.

Sonra Vivet'le -bence onun için, belki ondan ötürü- Paris'e taşındı. Yeni bir sayfa açtı.

Yığınla zırtapozun yaptığını yapmadı: Resmini ucuza satmadı. Açacaksa gitti Paris'in önemli galerilerinden birinde sergi açtı.

Şimdi ufukta yeni sergisi var. Bu kez yolculuk New York'a. Geçen akşam Peggy Guggenheim'ı, onun torunu Sandro'yu, Sandro'nun New York'taki galerisinde neyi nasıl sergileyeceğini anlatırken Ömer'e baktım: Ece Ayhan'ın dediği gibi, resim onun yüreğine çengelli.


TÛBA ÇANDAR


Esas onun hayatı roman olur


Tûba'yla uzun süre görüşemedik. Aramıza coğrafya girdi. Coğrafya deyip geçmeyin. Dostluk kırandır o. İnsan kimi zaman dağları denizleri aşar da bir engebeyi aşamaz. Takılır kalır.

Ne sen gidebilirsin ne o gelebilir.

Evet, uzun süre görüşmemiştik. Cengiz'le bir iki yıllığına gittiği Amerika'dan döndüğünü biliyordum da açıkçası neyle uğraştığını bilmiyordum. Geçen ay karşılaştığımızda Mualla Eyüboğlu üstüne bir kitap yazdığını öğrenince çok sevindim. Okumuşsunuzdur: Hitit Güneşi.

Tûba'yı tanıyanlar bilir: Hayatında yazının hep önemli bir yeri oldu. Ama bana sorarsanız o hep ‘‘yazmanın’’ kıyısında durdu. Bunu iki yıl boyunca Gazete Pazar'da yazdığı portrelere hatta Hitit Güneşi'ne rağmen söylüyorum. Eğer hayatını yaşamak değil de yazmak belirleseydi ne olurdu diye düşünmeden edemiyorum.

O, yaşamayı seçti. Geçenlerde bir söyleşisinde anlattığı gibi debisi yüksek bir adamla Cengiz Çandar'la. Cengiz'in ışığıyla mı parladı, hayatı mı ona akıttı, kestirmek güç.

Ama, bildiğim bir şey var: Bunca birikimini, ezbere bilmeme rağmen burada tek bir ipucu bile vermeyeceğim hayatına yatırsa ve yazsa biliyor musunuz ne olur? Hani herkesinki romandır ya, esas onun hayatı roman olur.


ON BAR

Reasürans Çarşısı No: 10

Tel: 0.212 296 13 11

Yerli içkiler: 4-5 milyon

Yabancı içkiler: 9-10 milyon
Yazarın Tüm Yazıları