Eşya olsaydı cetvel, böcek olsaydı çekirge, mahalle olsaydı Ortaköy olurdu
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Hani bir oyun vardır.
Arkadaşlar arasında oynanan.
Biri içinden birini tutar, diğerleri soru sorar. 10 soru-10 cevapta kimin tutulduğu bulunmaya çalışılır.
İlk soru genellikle ‘‘Bir renk olsaydı ne olurdu?’’ olur. Bir çiçek olsaydı, bir böcek olsaydı, bir hayvan olsaydı; gibi kalın sorulardan sonra sıra, bir beste olsaydı, bir ses olsaydı, bir tanım olsaydı gibi daha incelikli sorulara gelir.
Her cevapta eşkál biraz daha belirlenir. Ortaya bir resim çıkar.
Oyunun püf noktası kurnaz cevaplar vermektir. Bir de ister sıradan ister sivri olsun, renkli insanları seçmek gerekir.
Salı günü, onunla Teşvikiye'de buluştuktan, Mavi Cafe'nin kaldırıma serili masalarından birine oturup salata yedikten ve yaklaşık dört saat konuştuktan sonra eve dönerken bu oyunu oynadım.
Kendi kendime...
‘‘Bir renk olsaydı şarap rengi olurdu’’ dedim. Kanın, kaftanın rengi.
Çiçek olsa mor salkım. Hem bize ait hem hüda-i-nabit.
Böcek olsa, çekirge... Yürümek diye zıplamayı bilen...
Beste? Hem Bach'tan hem Dede Efendi'den.
Hayvan? Bir yanı ana kuzusuysa öbür yanı sokak kedisi.
Ses? Martılar, vapur düdükleri, seyyar satıcılar... Korna sesleriyle ezan sesinin birbirine karıştığı şehrin sesi.
Tanım? Kesinlikle ‘‘İstanbul delisi.’’
Bu oyunu arkadaşlarımla oynasam kalan sorular ne olurdu, vereceğim cevaplar ne, bilmiyorum.
Ama içlerinden biri bir eşya olsa diye sorsa, hem cetvel hem divit desem, diğeri bir rüya dese, sırı dökülmemiş ama sırrı yerinde İstanbul desem, duraksarlardı.
Bir semt olsa sorusu akıllarına gelip de sorsalar bir de benden Ortaköy cevabını alsalar, hemen adını koyarlardı: Erhan İşözen.
Onunla tanıştığımızda Ortaköy'le yatıp Ortaköy'le kalkıyordu.
O dönemin Beşiktaş Belediye Başkanı Ayfer Atay'a danışmanlık yapıyor, şehrin göbeğinde kuşatılmış bölge gibi duran Ortaköy'ü ruhunu zedelemeden çağdaş bir hále getirmeye uğraşıyordu.
Önce yollar kazıldı, altyapı çalışmaları tamamlandı. O günlerde İstanbul'a geleceği rivayet edilen doğal gaz hattıyla kablolu televizyon hattı bile çekildi, evlerin önüne kutular dikildi.
Önemli olan bugün örülen kaldırım, yarın sökülmesin. Ama gel sen bunu semt sakinlerine anlat... Paralar havaya gidiyor diye yakınanlar, evlerimiz dinleniyor diye sızlananlar. Hatta üşenmeyip yazanlar..
Aldırmadı. Bildiğini yaptı.
Sonra evler onarıldı, boyandı.
Lokantalar, dükkanlar açıldı.
Önce meydan, derken sokaklar doldu, Ortaköy kendini Ortaköy'e ait hisseden insanların semti oldu.
ŞİMDİ ŞİŞLİ'DE ÇALIŞIYOR
O günleri konuşurken ‘‘Amerika'yı yeniden keşfetmedim’’ diyor. Bütün metropollerde yapılan benzer uygulamaları örnek aldığını söylüyor.
Bugün, Ortaköy'ü beğenenler kadar eleştirenler de var.
Beğenenler İstanbul'un en renkli semti diyor.
Beğenmeyenler eskinin tozlu günlerini özlüyor.
Şimdi Şişli için kolları sıvamış durumda.
Şişli ile yatıp Şişli ile kalkıyor.
O Şişli ki orta ölçekli bir Avrupa şehri.
Bu kez Mustafa Sarıgül'ün danışmanı.
Apartman cepheleri temizleniyor, kirlilik yaratan tabelalar sökülüyor, Teşvikiye'den Kuştepe'ye boş alanlar park yapılıyor, sokak sergileri açılıyor, heykeller dikiliyor...
Halaskargazi'de, Hüsrev Gerede'de, adlarını art arda yazamayacağım yığınla caddede, hummalı bir çalışma; trafik ve yaya yolları yeniden düzenleniyor.
Bunca çalışmanın arasında buluştuk.
Koltuğunun altında üç kitapla çıkageldi. İkisi kendi kitabı. Şişli'de Bir Apartman ve İlk Adım. Diğeri Rinaldo Marmara'nın titiz çalışması: Pangaltı...
İlk kitap, adı üstünde, semtin tarihini, 1930'lu yıllarla birlikte ortaya çıkan apartman olgusunu, Constantin Papa tarafından yapılan Arif Paşa Apartmanı'nı ve Vedat Tek'in binalarını anlatan, Şişli'nin önemli kavşaklarından tutun şu andaki yenileme çalışmalarına ve yapılması gerekenlere kadar semti kuşatan bir kitap.
İkincisi, belli ki Atatürk'ün ‘‘Benim ilk inkılap ve müşkülat arkadaşım’’ dediği Hüsrev Gerede'yi cadde ismi olmaktan çıkartmak, biraz olsun tanıtmak için yazılmış.
Zaten, kent üstüne, kentlilik üstüne yazılmış yirmiye yakın kitabı var.
Bunlar sonuncular.
DÖRT SAAT KONUŞTUK
Erhan gibi insanlara sorulacak en tehlikeli soru ‘‘Nasılsın?’’ı izleyen ‘‘Ne yapıyorsun?’’ sorusudur. Çalışmayı olduğu kadar yaşamayı da çok seven insanlara sorulmaması gereken sorudur bu. Anlatmaya başladıklarında bilgi, birikim, yaşanmışlık, acemilik el ele verir.
Uzak diyarlarda bir adam kartpostal toplar, diğeri tanımadığı annesinin mezarına çiçek koyar, beriki sahip olamayacağı evin maketini yapar. Öyle bir maket ki ailenin her ferdi düşlediği evi anlatmış, maket bu istekler doğrultusunda tamamlanmış, bittiğinde herkes el ele tutuşup karşısında oynamıştır...
Bu ve buna benzer öyküler, altı çizilmeden söylenmiş cümleler sonunda sizi allak bullak eder. Dört saatlik sohbetin sonunda, masadan kalktığımızda ben de öyleydim.
Dediğim gibi arabaya bindim eve dönerken aklıma bir zamanlar oynadığımız bu oyun düştü.
Anlattığım gibi: Bir renk olsa? Bir çiçek? Bir böcek? Bir tanım diye başladım.
Yazmaya çalıştım ama Erhan İşözen'i tanımlayamadım.
MAVİ NE RENKTİR???
Mavi benim Teşvikiye Abdi İpekçi Caddesi'nde, hele hele üst katında, arkadaşıma ait bir daireyi kısa bir süre için ofis olarak kullandığım günlerde en sık gittiğim ‘‘cafe’’lerden biri. O gün de Erhan'la nerede buluşsak diye konuşurken Mavi'yi önermesiyle, bende bir sevinç, anlatamam. Bakılınca ‘‘Mavi'nin neresi özel?’’ diye sorabilirsiniz. Bana soracak olursanız önce sahipleri özel. Reya Göksun ve Sermin Faga... Ve gerçekten ikisi de birbirinden güzel. Sonra yeri özel. Sonra adı özel. Sonra servisi özel. Bunların dışında kıstas diye benzer yerler alınırsa, fiyatları özel. İçki yok, rezervasyon yok. Salatalar, omletler, krepler, sıcak ya da soğuk sandviçler, günün mönüsü... Aklınıza gelen her türlü içecek, aklınıza gelmeyen tatlılar var. Hava iyiyse kaldırıma, olmadı terasa, üşürseniz içeriye kuruluyor, bir yandan bir şeyler atıştırıp bir yandan gelip geçeni seyrediyor, tanıdıklarınızla konuşuyor, tanımadıklarınıza bakıyorsunuz. Eh, burası İstanbul, İstanbul'un en afili semti, semtin en sevimli cafe'si diyor, mutlu oluyorsunuz.