Merzuka ve Christophe Dubrule ile Kıyı’da buluştuk, Paris’in dedikodularından Hindistan’a uzandık
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Hindistan’dan dönmek zor geldi.
Nereye gidersem gideyim, İstanbul’a dönmenin mutluluk olduğunu düşünen ben, bu kez sevinemedim.
Gözüm renk arıyor. Oysa başımı çevirdiğimde gördüğüm tek renk gri. Gri gökyüzü, gri apartmanlar, griye kesmiş ağaçlar, griden başka renk giymeyen insanlar, gri konuşmalar, gri ilişkiler.
Kaçış yok. Dört yanım duman rengi. Bir süre, çekip uzattığım tatilin nasıl geçtiğini soranlarla oyalandım, anlattıkça açıldım. Renkler dedim, kokular dedim, gezdiğim gördüğüm yerlerden, anlamakta güçlük çektiğim değerlerden, çelişkiler yumağı bu tevekkül ülkesinden söz ettim.
Hindistan, oraya gitmemiş insanlara kolay anlatılabilecek bir ülke değil. İstediğiniz kadar şeddeli konuşun, bir şeyler eksik kalıyor. Köre fil tarif ediyorum duygusuna kapılıyorsunuz. Ama oralara gitmiş, gitmekle kalmayıp gönül vermiş insanlarla konuşmaya görün, o zaman da sohbetin tadına doyulmuyor.
Bu hafta kiminle nereye gideyim diye düşünürken aklıma Christophe ve Merzuka Dubrule geldi.
Hem ikisini de çok özledim, hem de adım gibi biliyorum ki, laf dönüp dolaşacak Jaipur’a, Udaipur’a varacak. Daha doğrusu ben vardıracağım. Bir taşla iki kuş.
Hatırlıyorum; yıllar önce gene böyle gri bir akşam vakti, yeni taşındıkları, henüz tam yerleşemedikleri, her köşesi görür görmez insanı çarpan bir zevkle döşenmiş evlerinde saatlerce Christophe’tan Hindistan anılarını dinlemiş, hatta onu, böyle ballandıra ballandıra anlatmayı sürdürse, masadan kalkıp bavulumu hazırlamaya gitmekle tehdit etmiştim.
Şimdi sırası. Yeter ki İstanbul’da olsunlar.
Buradalarmış. Boşlarmış. Üstelik öğleden sonra Tarabya taraflarında olacaklarmış. O zaman Kıyı’ya gitsek, balık yesek iyi olmaz mıymış?
BİR TAŞLA ÜÇ KUŞ
‘Kıyı’ dedikleri anda, Üç Kuş dedim.
Kıyı, İstanbul’da en sevdiğim balık lokantalarının başında gelir. Hiçbir ahval ve şerait altında kalitesi değişmez. Mezeler harika, balık taze, servis mükemmeldir.
Orada yemek yiyip de masadan mutsuz kalktığım tek bir gün bile hatırlamıyorum. Öyle ara sıra gittiğim bir yer de değil. Eve iki adım. Yolum sık sık, genellikle de hafta sonları kah akşam yemeği, kah öğle yemeği için oraya düşer. Tek kötü yanı, balık ve salata dışında hiçbir şeye el sürmeme kararı verdiğim günlerde, takoz lakerdadan ılık pilakiye, ahtapot salatasından kıtır turşuya kadar tıka basa yemem, üstüne bir de tatlı söylememdir.
Bilenler bilir: Kıyı klastır, klasiktir.
Saat yedide buluşmaya karar verdik.
Eve iki adım ya, elbette geç kaldım. Gittiğimde Merzuka’yı beni bekler buldum. Biraz sonra Christophe geldi. Sonra da İlhami. Fotoğrafları çekecek. Kadehler kalktı, fotoğraf çektirmenin zorluğundan söz edildi, sahte gülücükler derken poz verme işkencesi bitti. İlhami adet olduğu üzere yazmak için konukların adını sordu. Söyleyince de şöyle bir durdu.
Duraklaması Christophe’un yazımı zor bir Fransız adı olmasından değil. Düşünsenize bunun Dubrule’ü var Merzukası var.
BELLEĞİME KAZINAN İSİM
Haklı. Ben de Merzuka adını ilk duyduğumda -ki bu son oluyor- bu ilginç adlı kadının kim olduğunu merak etmiş, ondan söz eden arkadaşıma sormuştum. Dünyanın en sıradan ismiymiş ve ancak soyadı söylenince kim olduğunu anlayacakmışım gibi ‘Merzuka mı? Merzuka İmrahor işte’ demiş, hayatımda ilk kez hiç tanışmadığım birinin ismini altın harflerle belleğime kazımıştı: Merzuka İmrahor.
Bu konuşma geçeli kaç yıl oldu hatırlamıyorum bile. Yılları saymayı bıraktım.
Bir gün, adı aklıma kazılı güzeller güzeli bu genç kadınla aynı işin ayrı uçlarından tutan insanlar olarak karşılaştım. Karşılaşmakla da kalmadım. Bir süre de Narmanlı Apartmanı’nın yüksek tavanlı dairelerinden birinde birlikte çalıştım.
O yıllarda Paris’te yaşıyordu.
Buraya dönmek, İstanbul’da yaşamak gibi bir niyeti yoktu. Paris’i seviyordu. Üstelik Paris hiç kimseye yakışmadığı kadar ona yakışıyor, o da orada yaşamanın hakkını veriyordu.
Gençti, güzeldi, becerikliydi, özgürdü.
Özledikçe İstanbul’a geliyor, işlerini hallettikten, sevdiklerini gördükten sonra dönüp Paris’e gidiyordu.
Hayatımda onun kadar ne istediğini bilen ve istediği her neyse bunu gerçekleştiren insan tanımadım.
Üstelik kimseyi kırmadan, gücendirmeden.
Merzuka o kadar zevklidir ki, değdiği her şeyi özel kılar. Bu da onun yakınında duran, onun hayatına bakan insanlarda karmaşık duygulara yol açar. Ona deli gibi hayran olan, bir o kadar da düşman demeyeyim ama hasetten çatlayan az insan tanımadım.
Haddinden fazla güzel, haddinden fazla zevkli, haddinden fazla yetenekli insanların ortak yazgısı...
BİRBİRLERİNE YAKIŞIYORLAR
Bir dönem geldi, İstanbul’a daha az gelir oldu.
O zaman Christophe’un adını duyduk.
Peki kimdi bu Christophe Dubrule? Nereden çıkmıştı?
Bir Paris yolculuğumda Merzuka’ya uğramış ve ateşin bacayı değil binayı sardığını görmüştüm.
Bir iki gün sonra bir kafede buluştuk. Christophe’la tanıştık.
O gün ne düşünmüştüm şimdi hatırlamıyorum ama bugün ikisinin birbirlerine yakışan yegáne arkadaşlarım olduklarını düşünüyorum.
Christophe, Paris’in bu ünlü aristokrat ailesinin hercai menekşesi, Merzuka ile karşılaştıktan sonra her babayiğidin alamayacağı bir karar aldı: Doğduğu şehri, çocukluğunun kokularını, gençliğinin zıpırlıklarını, hovardalık ettiği arkadaşlarını, ezbere bildiği sokakları, sarhoş olduğu barları, hayranlarını, alışkanlıklarını arkasında bıraktı ve İstanbul’a taşındı.
Önce Çukurcuma’da eski bir bina alıp onardılar. Fransa’daki dostlarla, daha doğrusu ünlü dekoratörlerle işbirliği yaptılar. Çukurcuma’ya o güne kadar kimselerin görmediği 18. yüzyıl antikaları, şeffaf porselenler ve el yapımı ipek kumaşlar geldi.
Sonra da Nişantaşı’ndaki ikinci dükkan açıldı.
Şimdi Reasürans Çarşısı’nın tam karşısındaki üçüncü dükkanlarındalar. İmrahor’da.
Christophe on yıl geçmesine rağmen verdiği karardan hiç pişmanlık duymuyor.
‘İstanbul’da, Paris’te kalsam yaşayamayacağım bir hayatım var’ diyor. Orada yaşamayı seçen kardeşlerinin, gençlik arkadaşlarının alıştıkları düzeni artık sürdüremediklerini, bu yüzden de mutsuz olduklarını düşünüyor.
80’li yıllardan sonra Paris’in üşüdüğünden ve örtündüğünden söz ediyor. Gitgide kopan insan ilişkilerinden, karşılaştığı herkesin parasızlıktan şikayet ettiğinden, Fransızları çekici kılan bütün deliliklerin, filtresiz Gitanes kokusunun, Beaujolais’nin buruk tadının, yakın bir gelecekte geçmişin tatlı anıları olarak tarihteki yerlerini almasından korktuğunu söylüyor. Ne kadar şikayet ederse etsin, gene de ayın bir haftası Paris’te.
Christophe, her ay iki kere düzenlemesini değiştirdiği dükkandan, Merzuka dekorasyonunu yaptığı evlerden sorumlu. Böyle bir iş bölümü yapmışlar.
Nefes alacak zamanları olduğunda yoculuğa çıkıyorlar. Yeni şehirler, yeni ülkeler, yeni insanlar, yeni tatlar, keşfedilecek antikalar, eşyalar...
Sonra buraya üç kedi, bir köpek, sayısız kitap ve sevdikleri dostlarıyla kurdukları dünyalarına dönüyorlar.
Tam üç saat konuştuk: Şaraptan, dostlardan, kırık Türkçesiyle Christophe’un kırdığı potlardan, İstanbul’un burada yaşayan bir Fransız asilzadesine hangi yüzünü sunduğundan, Paris’in son dedikodularından ve elbette Hindistan’dan.
Her yer gri diyerek gittiğim Kıyı’dan pürneşe çıktım. Birlikte yapacağımız yolculukları düşünüp, renkli düşlere daldım.