Kongo’yu bana Kongo Dışişleri Bakanı değil, Barbaros Şansal anlattı
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Bilmem biliyor musunuz? Bizler, yani gazetelerin eklerinde yazanlar yazılarımızı en geç çarşamba günü yollamak zorundayız. Bu elbette salı günü yollayamayız anlamına gelmiyor.
Haftada bir, bir arkadaşla yemeğe çıkmak, lak lak edip dönmek ilk bakışta kolay, hatta zevkli bir iş gibi görünse de pek öyle değil.
Söylediğim gibi çarşambayı yazı alır, perşembeye mecal kalmaz.
Cuma ve cumartesi her yer hınca hınçtır. Yer bulunsa da rahat edilmez. Bir de gene bu günlerde bilmem neden herkesin işi çıkar; açılışlar, kapanışlar ev davetleri hep bu günlere rastlar.
Pazar, aile ve tembellik günüdür. Kimse kıpırdamak istemez.
Pazartesilerin namı karadır. Ne yapar ne eder insanı yıpratır. Soluğunuzu burnunuzdan çıkartır.
Kaldı mı bir tek salı? Seç, beğen al. Öğlen mi buluşalım? Akşam mı?
Arkadaşlarım genellikle ense yapıp oturanlardan olmadığı için öğle yemeklerine pek sıcak bakmazlar. Ya gün içinde halletmeleri gereken işleri vardır, ya da öğle yemeğinin ardından işe dönme fikri acıtır.
Peki akşam yemeği? Onda sorun yoktur. Daha doğrusu onlar için yoktur.
SON DAKİKA İPTALLERİ VE UÇUŞAN KELİMELER
Bana gelince...
Genellikle sekiz gibi buluşulur. Kalkıldığında gece yarısı olmuştur. Yemekler yenmiş, içkiler içilmiş, bol sohbet, hasret giderilmiştir.
Döner dönmez yazıya oturamam. Sabah kargalardan önce kalkar, afyonum patlamadan bir gece önce konuşulanları hatırlamaya çalışırım. Bende kaset, kalem, kağıt, not, hak getire. Aklımda ne kaldıysa o yazılacak. Ama o saatte değil akılda kalanlar, akıl bile başta olmaz.
Boş boş duvara bakılır, iki-üç acı kahvenin işe yarayacağı sanılır, tıkırtı olmasın diye yalınayak dolaşılır.
Yazmak, bana sorarsanız düpedüz işkencedir.
Sevdiğiniz, değer verdiğiniz birini tek sözcüğünüzle üzebileceğinizi bilmek, överken aşırıya kaçmak, yermekten kaçınmak, o işyerinden ekmek yediğini bildiğiniz insanların ekmekleri ile oynamak, anlamsız cümleler kurmak, imla hataları, hepsi bir anlık dalgınlığınıza gelebilir. Dikkatli olmanız gerekir.
Öğleye doğru yazı biter. Bitmemişse daha beter. Sıkıntıdan mı zamanın kısıtlanmasından mı neden bilmem, siz acele ettikçe yazı uzar, kelimeler uçuşmaya başlar.
Böyle zamanlarda ne hale geldiğimi bilen annem ve sorumluluk sahibi kimi arkadaşlar yazıları yedeklememi söylüyorlar. Ama o da olmuyor. Bu iş kaset çözmeye benzemiyor. İşin büyüsü kaçtı mı ortaya sası bir yazı çıkıyor.
Çorba dediğin buharı tüterken içilir.
Bu anlattıklarım her iş yolunda gittiği zaman karşılaştığım zorluklar. Bir de işlerin yolunda gitmediği haftalar var ki böyle haftalarda panik atak geçirmemek mümkün değil.
Aniden bastıran kar, 39 derece ateş, giyinmek için eve dönüldüğünde soyulmuş olduğunu görmek gibi öngörülmeyen yığınla nedenden ötürü son dakika iptal edilen yemekler...
İşte dün de böyle bir gündü.
Aradığımda yurtdışında olduğunu ama hafta başı döneceği için benimle seve seve buluşacağını söyleyen bir arkadaşım, uçağı kaçırdığı için gittiği yerden dönemedi.
Bu kara haberi vermek için bana ulaştığında ise artık çok geçti.
Kimi bulacağım da aynı akşam yemeğe çıkacağım?
Yazmamak? O da olmaz.
Sabah kalktım ve yazmaya başladım. Eh, biraz şikayet, biraz gevezelik derken de gördüğünüz gibi yazıyı yarıladım.
Ancak bir bu kadar daha yazmak gerek.
Ne yapmalı ne anlatmalı?
SIRTI SALONA DÖNÜK ONUR KONUĞU
Ufukta geçen haftadan söz etmekten başka çare görünmüyor. Biliyorum, konular çoktan güncelliğini kaybetti ama olsun. Üst üste iki gece davet vermiş, iki yemeğe katılmış yetmemiş bir de pazar öğlen Yeniköy’deki Yelken’e gitmişim.
Bu kadar sosyallikten üç bin beş yüz vuruş çıkar elbet.
Nasıl denir, katıldığım ilk etkinlik (!) cuma gecesi gittiğim, Sophia Loren’li Festival açılış yemeği idi.
Çok yazıldı çok çizildi.
Ve Sophia Loren hayranı olsun olmasın, o geceye katılan herkes ünlü yıldızın sadece bir yıldız değil; görünmesiyle kaybolması bir olan kuyruklu yıldız olduğunda hemfikirdi.
Bilenler bilir: Lütfi Kırdar’ın altındaki Loft loş bir yerdir.
Gittiğimde henüz açılış daveti bitmemiş ama benim gibi davete katılmayıp da doğrudan yemeğe gelenler barın çevresinde kümelenmişlerdi. Ortak konumuz elbet, Loren.
Kimimiz ‘En iyi filmi Özel Bir Gün’ diyoruz, kimimiz şiddetle itiraz ediyoruz. Acaba filmlerdeki kadar güzel mi, yoksa yıllar ondan da bir şeyler götürdü mü, bildik konuşmalar işte...
Sonra kapıda bir dalgalanma oldu. Geldi, geldi fısıltıları. Gözler Sophia’yı arıyor. Ama ne yapsan boş. Benim gibi giriş kapısının karşısına konuşlanmışlar bile lacivert takımlı adamlar arasında bütün endamına rağmen Sophia’yı seçemiyor.
Ben şahsen fotoğraflarından tanıdığım ve özel koruma şirketi sahibi olduğunu bildiğim Yıldırım Memişoğlu ve çevresini saran kalabalığın ortasında ilerleyen kabarık bir saç tutamı dışında başka şey görmedim.
Umudumuzu yemeğe ve yemek sonrasına bağladık. Ne aymazlık!
Neden bilmem, festivalin onur konuğu sırtı salona dönük oturtuldu.
Protokol masaları nasıldır bilirsiniz. Onur konuğu masanın ortasına oturtulur, önü arkası sağı solu devlet ileri gelenleri ile doldurulur. Bu kez de kural bozulmadı. Ve saat on ikiye doğru biz Loren’in sırtını yeterince izlemiş ve neredeyse onun salonda olduğunu unutmuş iken; yol ve protokol yorgunu olduğu gözlenen aktris kalktı. Beş dakikaya kalmadan da lokanta boşaldı.
KONGO’YU BARBAROS ŞANSAL’DAN ÖĞRENDİM
Ertesi akşam Vogue’daydım.
Kongo Dışişleri Bakanı Adada ve eşinin katıldığı bir yemekte. Ne işin vardı demeyin, inanın ben de bilmiyorum. Bir kere, davet sevdiğim bir arkadaşımdan geldi. Yorgunum desem itiraz etmezdi de, insan hayatında kaç kez Kongolularla yemek yer? Kabul ettim.
Unutmayın, bir de Afrika oldum olası beni çeker.
Kongo eski bir Fransız sömürgesi olduğu ve ülkede muhtemelen yüzlerce dil konuşulduğu için resmi dil Fransızca. Zaten bakanın eşi de Fransız. Otuz yıl önce evlenip Kongo’ya yerleşmiş bir Bretonne. Gerçek bir Bretonne. Az buçuk Fransa’yı bilen, ne dediğimi anlar.
Kongolulardan Kongo’yu dinlerim derken öyle olmadı. Havadan sudan, İstanbul’dan, Roma’dan, Paris’ten Nantes’dan konuştuk. Bize Kongo’yu başka biri anlattı: Barbaros Şansal.
Gecenin sonuna doğru ekonomisinden hammaddesine, zengin saraylardan yoksul evlere, vitrinsiz dükkanlardan kumlu sokaklara, aile yapısından eğitime kadar Kongo hakkında ne öğrendiysem Barbaros’tan öğrendim.
Barbaros Şansal ve Yıldırım Mayruk... Biliyorum ki zamanla yediğimiz yemekleri de, Kongo hakkında edindiğim bilgileri de unutacağım. Bana bu geceden tek bir anı kalacak; o da Yıldırım Mayruk ve Barbaros Şansal ile tanışmam olacak.
Yelken’e gelince... Yerim bitti.
Hani hep yazıları yedeklemem öneriliyordu ya, ilk kez sözlerini dinledim.