İsteyen magazin malzemesi olur İsteyen gizli köşesinde kafa dinler
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Bir aydır küfemde yazılmayı bekleyen iki yazı var. Araya hayat girdi, ölüm girdi, bir türlü yazamadım.
Biri, Mehmet Yalçın’ın daveti üzerine gittiğimiz ve kime niyet kime kısmet diyerek TMSF’den alınan birbirinden nadide şarapları tattığımız öğle yemeği; ikincisi ise henüz ortalık bu denli kalabalık değilken Türkbükü Divan Palmira’da geçirdiğimiz hafta sonu tatili. Güngör Uras ile dünyanın en iyi lokantaları arasında gösterilen Cipriani’de yemek yerken, birbirimize ‘Geçen hafta yediklerimiz bundan kat be kat iyiydi’ dediğimiz; tattığımız her şaraptan sonra ‘Nerede bizim içtiklerimiz, nerede bunlar’ edasıyla bakıştığımız beş kişilik öğle yemeği yazısı gelecek haftaya kalsın. Bu hafta dilim döndüğünce Divan Palmira’yı anlatmaya çalışayım.
Türkbükü denildiğinde insanların tepkileri iki türlü. Ya gözleri parlıyor, ya suratları asılıyor. Kayıtsız kalan yok gibi.
Birinciler Türkbükü’nün, daha doğrusu yeni ve kuyruklu adıyla Göltürkbükü’nün Türkiye’nin en iyi sahil kasabası olduğunu, bu küçük balıkçı köyünün yirmi yılda evrilip devrilerek Portofino, Amalfi, Saint-Tropez gibi çekim merkezine dönüştüğünü söylerken; ikinciler gürültüden, kakafoniden, kirlilikten dem vuruyor.
Bana gelince; ben, Türkbükü’ne mümkün olduğunca sezon dışında gitmeyi sevenlerdenim. Değil sere serpe yatmak, adım atılacak yer olmayan iskelelerden denize girmek bana göre değil. O iskeleler yazın şu hay-huylu günlerinde başkalarının tapusunda.
TÜRKBÜKÜ KİMLERİN
O iskeleler; sabah saatlerinde Filipinli bakıcılara emanet şapka-şort asorti huysuz çocukların; afyonu patlamadığı için ağızlarını bıçak açmayan, muhtemelen afyonları patladığında da konuşacak fazla bir şeyleri olmayan ebeveynlerin; sepetlerinde ıslanmadan değiştirecekleri mayolarla arz-ı-endam eyleyen, konuşmalarını dinlediğinizde tek kaygıları yanmayan bacak içleri sandığınız genç kızların; onları çaktırmadan süzen ama nedense kızları tavlamak yerine cep telefonları ile konuşmayı yeğleyen delikanlıların hizmetinde.
Haa bir de yatlarının güvertesine konuşlanıp dürbünle kıyıda olup biteni izleyen, ya da en gözde işletmenin en orta yerinde şeş dü-dü beş tavla oynarken bir yandan buzlu içkilerini yudumlayan ve bu arada iş konuşmayı unutmayan adamlar ve onların, pareolarını zırh gibi kuşanıp kışın yedikleri tatlılar için durmadan hayıflanan ama nedense tek zevkleri yemek yemekmiş gibi duran eşlerinin...
Velhasıl eğlence merkezinde olunca eğlendim sanan insanların.
Peki Türkbükü bundan mı ibaret?
Hem öyle hem değil.
KÖPRÜNÜN ÖTE YANINDAKİ OTEL
Evet, 15 Temmuz ile 15 Ağustos arası, dere üstüne kurulu minik köprünün bıçak gibi böldüğü sahilin öte yanında kalan işletmeleri genellikle magazin basınının gözbebeği insanlar doldurur. Ama bir koy dönünce, bir tepe çıkınca, manzara değişir. Türkbükü aslında bilenler için saklı cennetler beldesidir.
Kalabalığa karışmak isteyen karışır, istemeyen karışmaz.
Herkesle birlikte olmak da mümkündür tek başına kalmak da.
Ama konumuz, Palmira...
Civcivli kıyı boyu uzanan işletmeler de Bodrum koyları gibidir. Hem birbirlerine benzerler hem benzemezler.
Kimi gecelerin mekanıdır. Variller içinde yanan ateşe vurgun pervaneler, çalan müziğe uyarak sallanır.
Kiminin havuz başı namlıdır, kiminin açık sofrası.
Kimi akşam üstleri dolar kimi gece yarısı.
Divan Palmira işte bu işletmelerin sıralandığı kıyının yani minik köprünün öte yakasının en ünlü otelidir.
En önemli otelidir, çünkü diğerlerinin hepsinden büyük, hepsinden konforludur.
Ucuz değildir. Gecelemek isteyenler haziran ortasından eylül başına, yani yüksek sezon diye adlandırılan zaman diliminde oda-kahvaltı yaklaşık 300 euro’yu gözden çıkarmak zorundadır.
Bu fiyat yenilenmiş ferah odalar için geçerlidir. Süitte kalmak isteyenler neresinden baksanız bunun iki katını öderler.
Rahat şezlongların sıralandığı iskelesi, bakımlı bahçesi, kortları, üzerinize soğuk buharların fışkırdığı ve yarımadanın en iyi Bloody Mary’sini içebileceğiniz barı sadece konaklayanların değil, Türkbükü’ne uğrayanların da gözdesidir.
Buraya kadar saydıklarım belki diğer otellerde de vardır ama Palmira’yı ayrıcalıklı kılan, insanı hiçbir koşulda sukut-u-hayale uğratmayan Divan kalitesidir.
Servis mükemmeldir.
Yemekler de öyle.
BAKALIM HAVA NASIL OLACAK
Bundan bir ay önce, tam da sevdiğim mevsimde; yani henüz sıcaktan bunalmaz, kalabalıktan boğulmaz iken Palmira’da bir hafta sonu geçirdik. Biz, yani 12 kişi. Ben ve o hafta sonu tanıştığım genç gazeteciler.
Bodrum’a indiğimizde Esra’nın, Divan Halkla İlişkiler Müdire’sinin yüzü kaygılıydı. Evet, hava şimdilik açıktı ama meteoroloji o hafta sonu için iç açıcı bilgiler vermiyordu. Yağmur bekleniyordu. Aslında iki hafta öncesi için planlanan, son dakika çıkan fırtına yüzünden iptal edilen geziyi ikinci kez ertelemek istememiş ama son yirmi yıldır bozmayan havanın bu yıl bozacağının tutması da özene bezene hazırladıkları davet programını altüst etmişti.
Bodrum gibi yüzü yaza dönük yerlerde B planı da olmaz.
Deniz ve denize ilişkin maddeleri listeden çıkarmayagörün, yapacak fazla bir şey kalmaz.
Esra bize bir şey söylemiyor ama cep telefonuna gelen güncellenmiş hava tahminlerine baktıkça kah kararıyor, kah ışıyordu.
Evet, akşam yemeği otuz beş çeşit mezesi, balıkları, kalamarları, inceden soğutulmuş şarapları ile hazır olmasına hazırdı. Tecrübe ile sabitti, beğenmeyen çıkmazdı.
ÖĞLEN SİESTA AKŞAMÜSTÜ İÇKİ
Evet, lobide hoş geldin kokteylleri içilmiş; üç gün sonra öpüşerek ayrılacak olsalar da, o an için birbirine yabancı olanlar için düzenledikleri ısınma turu iyi geçmişti.
Ama ya ertesi gün deli yağmur yağarsa, ya tekne gezisi iptal olursa; ya konuklar odalarından burunlarını çıkaramaz da sıkılırlarsa?
Korktuğu olmadı.
O hafta sonu yağmur yağmadı.
Diğerlerini bilemem ama benim için o iki gün mükemmel geçti.
Sabah kapıya asılı gazeteleri kaptığım gibi kahvaltıya gittim. Kalori, kolesterol aldırmadan yağlı ballı mükellef kahvaltı ettim.
Sade kahvemi deniz kıyısında içtim.
Bıkmadan usanmadan denize girdim. Ürperince güneşe serildim.
Akdeniz geleneğini unutmadım: Öğle yemeklerinden sonra siesta yaptım.
Akşamüzeri bara tünedim, alacalı içkiler içtim.
Akşam saatleri unutulmazdı.
Kıyıya kurulan uzun sofrada Kenan Usta’nın hazırladığı muhteşem yemeklerden tattık, uzun sohbetlere daldık.
Sayılı gün çabuk geçti.
Diğerlerini bilmem ama ben o hafta sonu hem eğlendim hem de uzun yıllardan bu yana ilk kez iliklerime kadar dinlendim.
Sadece bunun için bile bana o iki günü sunan insanlara teşekkür etmek isterim.