Nasıl başlasam?<br><br>Uzun ara vermenin bedeli de bu anlaşılan. İlk cümleyi kuramamak, yazıya afili bir giriş yapamamak.
Şeddeli bir dil ararken insanın aklına gelenin sıradan kelimeler olması ve kurduğun her cümlenin ’yeniden merhaba’ gibi bayağı bir klişeye bağlanması ne tuhaf.
Rodos Adası’nın arka tarafında, Lindos’tayım.
Sağımda, bütün ihtişamıyla yükselen Lindos Kalesi ve kalenin yamacına serpilmiş kesme şeker evleriyle şirin kasaba, solumda ufku noktalı virgül gibi bölen kıraç bir adacık var.
Kasabanın bitimindeki küçük kumsalda sıralanan şezlonglar henüz boş.
Limana yanaşan teknelerden inip Rodos’u gezen, ertesi gün de adanın bu kuytu koyunu keşfe gelen turistleri taşıyan otobüsler boz tepeleri yararak inen kıvrımlı yolda belirmedi henüz.
Dalga sesine karışan tek ses yok.
Ne keçi melemesi ne eşek anırması ne ağustosböceklerinin bitmek bilmez cırcırları.
Saat sabahın altısı ve ben teknenin kıçında oturmuş bir yandan dalga seslerini dinliyor bir yandan ne yazacağımı düşünüyorum.
Yeniden merhabalı ilk cümleyi kuruyor, beğenmeyip siliyorum.
İkinciyi üçüncü, üçüncüyü dördüncü izliyor.
Dikkatimi dağıtan ne ola ki?
Yazmadığım süre içerisinde çok mu şey birikti?
Daha da beteri hiçbir şey mi birikmedi?
Peki koca yaz nasıl geçti?
Temmuz ortası gibiydi.
Yazmaktan da çizmekten de arpacı kumruları gibi düşünmekten de fenalık gelmişti.
Aylardır bıkıp usanmadan yazın sıcak geçeceğini söyleyenler, bunu söylerken de havadan söz etmeyenler kazanmıştılar işte.
Milletin yüreğine korku salmayı başarmışlar, geleceğin ne getireceğinin kesitirilemez olduğu bir bilinmezlik ortamı yaratmayı başarmışlardı.
Ortalığa her gün doğruluğu su götürür binbir haber saçılıyor, herkes ama herkes birbirini suçluyordu.
Ülke ikiye bölünmüş, birinin yenilgisinin diğerinin zaferi demek olduğu iki uçta da nefesler tutulmuş silahlar çekilmişti.
Her yerde herkes birbirine aynı soruyu soruyor, cevabı olmayan her soru gibi bu da akla asılıp yüreğe kazınıyordu.
Evet ne olacaktı Türkiye’nin hali?
Türkiye denirken kastedilen hal de elbet bizim halimizdi.
Gazetede yazdığım için kimsenin bilmediği bilgilere haiz olduğum düşünüldüğünden olsa gerek, en olmadık yerde en olmadık insanın Türkiye’nin geleceğinin ne olacağı ile ilgili sorularına muhatap olmak, daha da fenası bilmiyorum dedikten sonra bile onun korku filminden beter gelecek öngurülerini dinlemek zorunda kalmaktan öylesine bunalmıştım ki, bir süre sonra evden çıkmak bile zor gelmeye başladı.
Nerede kaldı yeni bir şeylerin tadına varıp yazmak?
Ruhum üşümüştü işte.
Çevrede çiğlikten başka şey görmez olmuştum.
Günden güne kirlenen deniz, o denizi kirletenler, kirlettikleri sularda kendileri yüzenler, demirledikleri koylardan bir adım öteye gitmeyen şatafatlı teknelerinde al gülüm ver gülüm davet verenler, mayo değiştirmekten denize girmeye vakit bulamayan, Türkiye’yi bu küçük sahil kasabası sananlar.
Bir yanda müşterisi kalmadığından yakınan kazıkçı esnaf, gelen az sayıdaki turisti dükkanına çekmek için kırk yıllık komşusunu kötüleyen, iktidar partisi yandaşı olduğu için yapılmaz deneni yapan, kanun tanımayan, kendini bizzat kanun sanan yerel hokkabaz bir yanda, ezan sesini sonuna kadar açmayı marifet belleyen, karısına kızına bacısına haşema denen o korkunç kılığı reva görürken bikinili güzellere kesik bakışlar fırlatan yobaz müsveddesi ile onun kısa süre önce paraya kavuştuğu, kalmayı seçtiği bol yıldızlı oteller ve elit diye burun kıvırdığı sınıfa ait değerlere göz dikmesinden belli türevleri bir yanda.
Dört yanım çiğlikten geçilmezken ben neyi eşecek, neyi deşecektim de bir yerlerden çıkarıp saklı güzelliklerden söz edecektim?
Bir iki hafta coşkunun c’sinin bile bulunmadığı yazılar yazdıktan sonra pes ettim.
Duracaktım.
Öyle de yaptım.
Herkesin terapisi kendine derler ya, doğrudur.
Kimi örer, kimi işler, kimi uyur, kimi kendini sokağa, yogaya, kitaba vurur.
Benimkisi ise büzülmek.
Küçülebildiğim kadar küçülmek.
Her sabah aynı saatte kalktım.
Gazete okumayı da televizyon izlemeyi de bıraktım.
Aynı saatte aynı plaja gittim. Aynı iskelenin aynı köşesine sindim.
Okumak için hafif kitaplar seçtim. Steig Larsson’un Millenium üçlemesini bir haftada bitirdim. Sudoku faslında üst seviyeye geçtim.
Yüzebildiğim kadar yüzdüm. Pek az arkadaşımı gördüm. Pek azı bende kaldı.
Pek az yemek pişirdim. Sevdiğim pazarlara hemen hiç gitmedim.
Günbatımlarını hep aynı köşeden izledim.
Mehtap bana inat odama asılı kaldı, gümüşe kesti uyutmadı.
Ne huysuzlandım, ne heyecanlandım.
Saatler saatleri, günler günleri kovaladı.
AKP kapatılmadı.
Davul çalıp halay çekenlerle, yasa girip gözyaşı dökenler saflarına çekildi.
Atılıp tutulandan mangalda kül kalmadı.
Ergenekon’dan beklenen sonuç çıkmadı.
Yalanla doğru, hayalle gerçek birbirine dolaştı.
Aydınlar ikiye ayrıldı. Birinin ak dediğine öbürü kara dedi. Vatan hainliğinden herkes payına düşeni aldı.
Akıl, sağduyu, hoşgörü gene sınıfta kaldı.
Ormanlar yandı, Kafkaslar tutuştu, görmemişin sünneti baş sayfalara kuruldu, zabıtalar kudurdu.
2008 yılının Türkiye’sinde ağustos ayı buydu.
Sonra bitti.
Yaz geçti.
Önceden, çook önceden kararlaştırlmamış olsa, bu ruh haliyle kalkıp Santorini’ye gider miydim, bilemem.
Ama gittim.
Oradan Girit’e, oradan da teknenin kıçında oturup kara kara yazmamı engelleyenin ne olduğunu düşündüğüm Lindos’a geldim.
Engelleyen şey, sanırım bıraktığımla bulduğumun örtüşmemesi.
Oysa kavgayla ahengi ayıran, hepi topu birkaç yüz deniz mili.
Uzatmanın anlamı olmadığı gibi, karamsarlığın da alemi olmadığını biliyorum.
İyisi mi beyaz bir sayfa açayım, varsın klişe olsun, Yeniden Merhaba diye başlayayım.