Figen Batur

Bir İsviçre saatini özel biricik ve pahalı yapan şey nedir

27 Eylül 2008
Bundan bir süre önce biri çıkıp da İsviçre’de harika üç gün geçirecek ve hayatında görmediğin kadar sıcakkanlı ve sevecen üç İsviçreli ile tanışacaksın dese güler geçerdim. Geçirebileceğimi rahatlıkla düşündüğüm üç harika gün yüzünden değil, üç "sıcak ve sevecen" İsviçreli yüzünden elbet.

İsviçreli dediğin benim için düzgün, mesafeli, hesaplı insan demek oldu hep.

Bu da düzgün eşittir işbilir, mesafeli eşittir kibirli, hesaplı eşittir cimri.

Bana göre İsviçrelilerden iyi ortak çıkardı da, iyi dost, ııhh.

Birlikte iş çevirebilir, briç oynayabilir ya da ne bileyim St.Moritz’de slalom yapabilirdiniz de, ne ak ne kara gününüzde yanı başınızda bu ufak Orta Avrupa ülkesinin vatandaşlarından birini bulamazdınız.

Aslında bunca ahkamı neye dayanarak kestiğim de meçhul.

Çok mu uzun süre İsviçre’de yaşadım? Yoo.

Çok mu İsviçreli tanıdığım oldu? O da değil.

Güneylilerin sıcak, kuzeylilerin soğuk insanlar oldukları gibi bilindik önyargılardan biri farkına bile varmadan gelip içime yerleşmiş işte.

Bunun küllum yekun tepetaklak olması içinse Cenevre’ye gitmem gerekliymiş.

Cenevre havaalanından çıkar çıkmaz yüzüme çarpan rüzgar içimi öylesine titretti ki, başımı çevirip önce ha yağdı ha yağacak gökyüzüne, sonra kötü kötü yanım sıra yürüyen Banu’ya baktım.

Nasıl bakmam?

Arkamda otuz altı dereceyi, çarşaf denizi, mehtaba dalıp gittiğim melisa kokulu ılık Bodrum gecelerini bırakmış, yılın bu güzelim ayında Banu davet etti diye kalkıp Cenevre’ye gelmişim.

Hoş Banu istese, değil meteorolojinin beş günlük tahminlerinde on üç dereceyi dirhem aşmayan sıcaklığıyla sonbahara teslim Cenevre’ye, sulu sepken kar yağışı beklenen Helsinki’ye bile giderim, o da ayrı.

Bir de oltanın ucunda Piaget var.

*

Hiç saat düşkünü olmadım.

Hiç ciddi paralar ödeyerek afili bir saat almadım.

Üstelik Quartz çıktığından beri saatlere servet ödemenin delilik olduğunu, üç kuruşluk saatle üç trilyonluk olanının eninde sonunda aynı dakiklikle çalıştığını, saat denen meretin erkeklerin tek aksesuvarı olması hasebiyle zamandan çok onların varsıllıklarını gösteren araçlardan biri olduğunu düşünenlerdenim.

Ama ailede, çevrede, saatlerle yatıp saatlerle kalkanlar da yok değil.

Kulağımda çocukluğumdan kalan "Kazandığı ilk parayla gidip kendine bir Zenith almış", ya da "İstemeye geldiklerinde altın bir Vacheron Constantin getirmişler", "Dikkat ettin mi kolundaki Piaget" gibi cümleler var.

Buna sünnet düğünlerinde takılan ciddi Omega’ları görür görmez büyüyüveren oğlan çocuklarını, bir dönem kadın erkek herkese bulaşan Rolex çılgınlığını, Patek Philippe’çilerin tıpkı Cartier’ciler gibi klasik, IWC’cilerin farklılıklarının altını çizmeye meyyal, Müller’cilerin caka sever insanlar olduğunu anlatan anektodlarla o minicik alet için duyduklarını düşündüğüm hırsı, hevesi, isteği ekleyin; saat hastalığına tutulmanın ne olduğunu az buçuk bilirim.

Bilmediğim; onu biricik, özel ve pahalı kılanın ne olduğu.

Eh bu durumda da Piaget daveti bulunmaz nimet.

Dört kişilik küçük bir grubuz: Ben, Büyük Banu yani Birkan, Rob Report’dan küçük Banu yani Kılıçdaroğlu ve Chronos Saatçilik’ten Dafne Kısakürek.

Daha önceki Cenevre seferlerinde sadece lokantasına gittiğim La Reserve’de konaklayacağız.

Otel, havaalanı ile şehir merkezi arasında, büyük bir parkın ortasına kurulmuş, lokantaları ve spa’sı ile ünlü tumturaklı bir otel. Programda öğleden sonra serbest zaman olarak bırakıldığından, odalarımıza yerleşmemizle fırlıyor, eski şehri gezmeye gidiyoruz.

Daracık sokaklar, antikacılar, sanat galerileri, mutfak edavatından döşemelik kumaşa akla gelebilecek her türlü ev malzemesi satan şık dükkanlar, teraslarında kaşkollara sarılmış insanların oturduğu kafeler, küçük sayılabilecek bir meydanda bütün heybetiyle yükselen katedral derken dolaşa dolaşa aşağıya, Rhone kıyısına iniyoruz. Manzara değişiyor. Artık herhangi bir Orta Avrupa ülkesinde değil, İsviçre’deyiz. Bankalar, bankalar, bankalar.. Firkete almaya kalksan servet ödeyeceğin markalar, markalar, markalar, mücevherciler, ciler, ciler ve elbette saatçiler, çiler, çiler, çiler, çiler.

Otele dönüp akşam yemeğine inmek için hazırlanıyoruz.

İlk şokumu orada Eduard ile tanıştığımda yaşıyorum. Bu uzun boylu güleç İşviçreli Piaget’nin üst düzey yöneticilerinden biri. Dubai’de yaşıyor ve dünyanın dört bir yanını dolaşıyor. Neden Dubai’de yaşıyorsunuz diye bir soru sorayım da sizi hayretlere boğayım diye söze başladığımda öyle bir kahkaha salıveriyor ki, İsviçreliler’e yönelik önyargılarım daha o anda yerle yeksan oluyor.

Bizim dışımızda dört kişilik küçük bir Hintli grup daha var. Hint Officielle’inde, Vogue’unda ve ülkenin en büyük özel uçak filosu Jet Air’in akıl almaz tirajlı dergisinde yazan üç genç kadın ve Piaget saatlerinde kullanılan pırlantaları temin edip aynı zamanda Richmont grubunun tüm ayrıcalıklı ürünlerini ülke çapında dağıtan bir şirketin yöneticisi Jay.

Eduard ile saat dışında hemen herşeyden laflamaya başlıyoruz. Bir ara İsviçreliliği tutuyor ve bana Piaget sizin için ne ifade ediyor diye soruyor. Bana hiçbir şey ama anneme çok şey diyorum. Bu kaçamak cevabın Arşimed’in sabunu gibi etki yaratacağını nereden

bileyim?

Eureka der gibi, öyle bir "İşte bu!" diyor ki, markanın politikasının ben ne kadar gençsem artık, gençlere ulaşmak olduğunu anlıyorum.

Yemek bitiyor ve ertesi sabah hem Eduard’ın hem de henüz tanışmadığımız Carole de Oix adında bir yöneticinin katılacağı Cotes au Fees seferi için buluşmak üzere sözleşiyor, odalarımıza çekiliyoruz.

Ben gene hemen, Carole’u soyadındaki -de eki yüzünden kibirli bir aristokrat ve gittiğimiz yeri sonundaki fees eki yüzünden perili bir masal kenti olarak hayal ediyorum.

Havanın bu peri diyarında üç derece civarında olacağını söylediklerinden, bavulda ne varsa üst üste geçirmiş halde küçük minibüsümüze doluşuyoruz.

Çıka çıka karşıma bırakın burnu büyük bir aristokrat, kürdan gibi komik mi komik bir kadın ve adına köy bile denemeyecek mezra büyüklüğünde küçük bir yerleşim yeri çıkıyor.

Perili olduğu kuşkulu ama ne yalan, kartpostal gibi.

Ben bir yandan önümde ilerleyen gruba yetişmeye çalışır bir yandan da tepesine bulut çökmüş çam ormanıyla kaplı tepelere ve önümde uzanan yemyeşil vadiye bakarken yüzümdeki şaşkınlığı fark eden Carole, yanıma yaklaşıp ileride geviş getiren ineklerle otlayan koyunları göstererek fees’nin anlamının sadece peri değil aynı zamanda yerel dilde koyun da demek olduğunu fısıldıyor.

Ve o koyun sözcüğüne öyle bir vurgu vuruyor ki, gülmeye başlıyor ve bundan yüz otuz dört yıl önce Georges Eduard Piaget adlı on dokuzunda genç bir adamın, doğup büyüdüğü ve bitmek bilmez uzun kış gecelerinde gaz lambasının soluk ışığı altında o dönem için bulunmaz dakiklikte saat mekanizmaları yaptığı evin önüne geliyoruz.

Hatıra fotoğrafı.

Evin karşısında ellili yıllarda inşa edilmiş mütevazı bir bina var.

Piaget efsanesinin doğduğu yer arkamızdaki ahşap ev ise, sürdüğü yer bu bina.

Yaş ortalaması otuz altı olan gençlerin karşılarında uzanan kartpostal manzarasına bakarak günde sekiz saat kafalarını kaldırmadan çalıştıkları yer burası.

Fabrikanın İnsan Kaynakları Müdürü Yves kapıyı açıp Gulliver’in dünyasına hoşgeldiniz, diyor.

Eşikten adım attığımız andan itibaren gerçekten de büyülü bir dünyaya giriyoruz.

Ve saati özel, biricik ve pahalı yapan şeyin ne olduğunu orada, o büyülü dünyada öğreniyoruz.

Haftaya...
Yazının Devamını Oku

Gezmeye 80’lerde yanıbaşımızdan başladık sonra uç uzaklara gittik

20 Eylül 2008
Gazetelerden birinde iri puntolu bir haber: Şeker Bayramı’nda 100 bin kişinin yurtdışına gitmesi bekleniyor. 100 bin kişi mi?

Sayı bana az göründü.

Az buz değil aslında, yüz bin kişi dediğin orta ölçek bir şehir nüfusu. /images/100/0x0/55ea3207f018fbb8f870bad3

Ama gene de fırsatını bulur bulmaz yurtdışına giden, farklı ülkeleri, farklı kültürleri tanımayı iş edinen mutlu azınlığın sayısının hele böyle uzun düşen bir bayram tatilinde çok daha fazla olduğunu düşünüyorum nedense.

Hiçbir somut veriye dayanmayan bu fikrin içime kök salmasının nedeninin de son yıllarda nereye gidersem gideyim en alakasız mevsimlerde, en olmadık yerlerde karşılaştığım Türk grupları olduğu kesin.

Buenos Aires’te tango izlemeye gittiğimde yanımdaki uzun masaya kim bilir kimler gelecek dediğimde gele gele içlerinde Aydın Belediye Başkanı’nın da olduğu kalabalık bir Türk grubu gelmedi mi?

Uruguay’da beni karşı kıyıya götürecek gemiyi beklerken öylesine uğradığım otelin kapısından içeri şen şakrak Türk kadınları girmedi mi?

Şanghay’da müze gezerken, Moğolistan düzlüklerinde tren beklerken, Fas’ta Rif dağlarının tepesinde, Sydney’de opera binasının fuayesinde burun buruna geldiğim hep Türk grupları değil mi?

Sözünü ettiğim eline bavulunu aldığı gibi ama iş ama güç ama merak ama kaçmak ama yaşamak için kendini dünyanın bir ucuna atan maceraperestler değil.

Onlar, özgür ruhlar hep vardılar.

Ama böyle her yıl kendine keşfedilecek yeni bir ülke seçen ve genellikle aynı arkadaş grubuyla seyahat edenlerle, bir seyahat acentesine gönül verip onun düzenlediği turlarla dünyayı fır dönenler yeni.

Ne iyi.

Bizler, kim ne derse desin yıllarca içimize dönük yaşadık. Bunda kuşkusuz ülkenin yoksulluğu kadar dünyayı gezmenin de günümüzdeki kadar kolay ve ucuz olmamasının payı vardı.

Yurtdışına çıkma izninin üç yılda bir verildiği günler fi değil.

Bundan otuz yıl önce işçi, öğrenci ya da yabancılarla çalışan anlı şanlı bir işadamı değil idiyseniz sınırı ancak 1095 günde bir geçebilirdiniz.

Üstelik cebinizde 100 dolarla.

Bunca beklemişsiniz, sonunda izin çıkmış, bir gideyim pir gideyim şöyle uzun bir soluk alıp öyle döneyim de yok.

Atımınız belli: Gideceğiniz yer 100 dolar sizi nereye kadar götürebilirse, oraya kadar.

SUTYENE GİZLİ KESE BİLE DİKİLİRDİ

Az buz hokkabazlık yapılmazdı o günlerde.

Sutyene gizli kese dikmeler, ayakkabı topuklarına zula açtırmalar, gurbet ellerde yaşayanların ailelerine gönderdikleri paralara göz dikip burada ödeyip orada hellalleşmeler, saymakla bitmez bin türlü şaklabanlık.

Türk Parasını Koruma Kanunu’nun kestiği el acıtırdı.

Türk Lirası’nı korur muydu bilmem ama pek çok kişinin başına bela açtığı kesin. Cebinde izin verilenden üç kuruş fazla para bulundu diye havaalanında göz altına alınıp nezarete gönderilenler mi istersiniz, pasaportuna el konulup zaten üç yılda bir olan yurtdışına gitme hakkını kaybedenler mi, neler neler.

Yetmiş sente muhtaç ülkeden insan manzaraları işte.

Bütün bunlara ilaveten yol parasını denkleştirmek de sorundu.

Uçak biletleri el yakar, trenlere kimse güvenmezdi.

O yılların gözde aracı otobüslerdi.

Sultanahmet’ten kalkıp bitnikleri doğuya taşıyanlar dışında bir iki firma Almanya ve Fransa’ya sefer düzenlerlerdi.

Uzun yola mahkûm otobüs yolcuları günler önceden hazırlanmaya başlar, bavullarının yanı sıra götürülecek nevale, yastık, battaniye tedariğine girişir, yolculuk günü gelip çattığında da neredeyse tüm aile fertlerinin katıldığı uğurlama töreni eşliğinde yolcu edilirlerdi.

Demem o ki çok değil yirmi beş otuz yıl öncesine kadar Türklerin yurtdışına çıkışı gazanız mübarek olsun dedirtecek cinstendi.

HER ÜLKEYİ DENİZDEN HAVADAN, KARADAN KUŞATTIK

Sonra yetmişler bitti, seksenlere gelindi,o ucube kanun kaldırıldı Türkler de dünyayı dolaşmaya başladı.

İlk hedef Avrupa’ydı.

Her yıl bir ülke seçip o ülkeyi didik didik edenler mi ararsınız bütün Avrupa başkentlerine göz dikenler mi çeşit çeşit insan kafilelerle Avrupa yollarına düştü.

Yüzük kardeşliği gibi yolculuk dostlukları oluştu.

Gidilip görülen her ülke gidilip görülecek yeni ülkelerin fişekleyicisi oldu.

Büyük merkezler bitince sıra kuytu köşelere geldi.

Dağlar, bağlar, kıyılar keşfedildi.

Yıllar geçip de gidip görülen yerler azaldıkça yolculuklar çeşitlendi.

Her ülke havadan, karadan ve denizden kuşatıldı.

O da bitince Avrupa’yı görme isteği yerini dünyayı tanıma iştahına bıraktı.

Yanıbaşımızdaki ülkelerden uç uzaklara gidildi.

Çin’den Maçin’e gezildi.

Geziliyor.

Gezildiğini her uzun tatil öncesi gazeteleri kaplayan ilanlardan biliyorum.

Gayet makul fiyatlara öyle tur önerileri var ki, inanılmaz.

Nereden nereye...

Şeker Bayramı’nda 100 bin kişi yurt dışına gidecekmiş...

Yolculuklarının şeker gibi geçmesini diliyorum.
Yazının Devamını Oku

Ortalık bıraktığım gibi toz duman

13 Eylül 2008
İnsanlar gibi hastalıkların da azılısı olur ya, bundan yıllar önce bir arkadaşım da küçük dilinden gözbebeğine kadar yayılan azılı zona yüzünden gittiği doktardan elinde ilaçlar ve ömür boyu kulağına küpe olacak bir nasihat ile çıktığını anlatmıştı. Ona, mutlak istirahatle üzüntüden, sıkıntıdan uzak durmasını tavsiye eden doktorun, peki bunu nasıl yapmamı önerirsiniz sorusu karşısında teklemeden, bu süre içerisinde eliniz gazetelere değmesin ve gözünüz mümkünse televizyonda sadece çekirgelerin çiftleşmeleriyle Semerkand’ın mavi kubbeli medreseleri üzerine yapılmış belgesellere ilişsin dediğini anlatmıştı. Belli ki adamcağız bütün yüreğiyle, dünyayı saran son bela stres adlı illetin medya yoluyla bulaştığına inanıyordu. Nasihat dediğin edilir, alınır, verilir de tutulur mu? Her zaman değil. Nitekim arkadaşım da gerekli ilaçları almış ama onlar kadar elzem nasihatı tutmamıştı. Daha doğrusu tutmuştu da, bir iki gün. Sonrası eski tas eski hamam.

Bugün bile belli aralıklarla nükseden zonasının virüs değil de gazeteler yoluyla bulaştığına inanması da zaten bundan.

Tekneyken nasıl mutluydum. Ne gazete ne televizyon ne de Türkiye’de neler olup bittiğine dair bir haber. Ne zaman ki Yunanistan karasularından çıktık ve Bozburun yakınlarındaki Dirsekbükü’nde demirledik, olanlar oldu.

Gene sabah.

Gene erken.

Gene koyu kahvemi içmiş, gene yüzümü yıkamak için denize girmişim.

Koy o kadar sakin, deniz o kadar çarşaf ki uzaklardan belli belirsiz gelen pancar motorunun sesi bile ahengi bozmuyor.

Bozmak ne kelime, tamamlıyor.

Ufuktaki pat patlar yaklaşıp durdu.

Başımı sudan kaldırıyor, bizim tekneye yanaşmakta olan mavi-beyaz sandalı görüyorum.

Yüz, yüz elli, iki yüz, iki yüz elli, üç yüz, üç yüz elli kulaç.

Yüz yıkaması yeter, dönüyorum

O ise sabırlı, elindeki eprik ipi teknenin kıçındaki çelik babaya bağlamış bekliyor.

Selamınaleyküm.

Aleykümselam.

Gülünce ön iki dişinin yerinde kara bir boşluk olan kır saçlı adam, kendini tanıtıyor: Adım Memet.

Tekneye çıkmadan sandalın çevresinde son kulaçlarımı atıp, merhaba Mehmet, diyorum.

Adını Mehmet diye telaffuz etmeme içerleyip, asık yüzle düzeltiyor: Hesi yok, Memet.

Baydur’u düşünüp gülümsüyorum, nasıl da uğraşırdı aradaki H harfiyle.

İnsanların durduk yerde adına varolmayan bir harf eklemelerine nasıl da sinirlenirdi.

Hele o D yok muydu o D.

İnce Memed’in akıllara kazıdığı o D.

Hem aradaki H harfini hem sondaki D’yi bugün bile gözümün önünden gitmeyen o müstehzi gülümsemesiyle düzeltir, bunca okumuş yazmış olduğuna göre adının da Çukurovalı roman kahramanı gibi olması gerektiğine inananlara kalın camlı gözlüklerinin daha da muzip kıldığı miyop bakışlarıyla bakar ve yüzünü çarpıtarak hayır derdi: Memed değil, Memet.

Ahh Memet, canım Memet.

Sandalında peştamal, oya, oyalı peştamal, ocaktan yeni çıkmış bazlama ve o sıcak bazlamalara inat köşeye iliştirdiği derin dondurucuda dilini döndürüp de söyleyemediği çeşit çeşit Algida ile kahrolasıca günlük gazeteleri satan Memet’e gözümde biriken yaşlara rağmen gülümsüyor, güneşten şahrem yüzüne bakıp "Ne fark eder ki Allahaşkına diyorum, ha Mehmet ha Memet, ha Memed, eninde sonuda hepsi Muhammed’den gelmiyor mu"?

Memet, sabahın köründe uyumak varken kulaç sallayan, üstelik adında H yok dedi diye gözleri dolan bu zirzop kadını ciddiye alsın mı almasın mı, basıp gitsin mi kalsın mı bilmez, ikircikli bakışlarla yüzüme bakarken, sandalına yığdığı ıvır zıvırdan birine uzanıyor ve üzerinde siyah baskılar bulunan cam göbeği mermerşahinin fiyatını soruyorum.

Bakışlarındaki tereddüt yerini siftah iştahına bırakıyor.

Ucunu tuttuğum kumaşa şöyle bir göz atıp, "pereo" diyor, on beş lira diye eklemeyi unutmadan.

Yüzümü yalayıp geçen gülümsemeden huylanıyor.

Madem satıyorsun diyorum, madem yemeni demek yerine pereo diyorsun, öğren bari, doğrusu pereo değil, pareo.

Ha pereo ha pareo ne farkeder, der gibi omuz silkiyor.

O zaman ha Mehmet ha Memet diyor, kimilerinin adına eklediği H’yi niye dert edip düzelttiğini soruyorum.

Ne cevap vereceğini bilmez bıkkınlık dolu bir sesle "Alışkanlık işte" diyor.

Ver o zaman bütün günlük gazeteleri diyorum."Alışkanlık işte" diyerek.

Hürriyet, Milliyet, Sabah, Takvim, Posta, Akşam, Fotospor, Fanatik, Yeni Şafak, Radikal ve Vatan’ın tutarı camgöbeği pereo tutarını tutmadığından olsa gerek Memet’in yüzü asık.

O camgöbeği pereoyu da ver dediğimde yüzüne günlük rızkını çıkarmış adamların gevşek, dertten azade gülümsemesi yayılıyor.

Dertten azade olmanın on küsur gazete ve bir adet camgöbeği mermerşahi satışı demek olduğu dünyaya nasıl imrendiğimi bir bilse.

Gülümsüyorum.

Gülümsüyor.

Eprik halatı çözüyor...

Pat patlar uzaklaşıyor...

*

Dudağımdaki kıvrım gözüme ilişen ilk manşetle soldu.

Ortalık bıraktığım gibi toz duman.

Almanya’da bir dava açılmış, Kızılay’a rakip olduğunu ve yoksula yardıma koştuğunu söyleyen Deniz Feneri adlı bir dernek memleketten uzakta, Almanya’da yaşayan müminleri dolandırmış, topladığı paraları yoksullara dağıtacağına yandaşlarına dağıtmış, işin kokusu gene bu topraklardan uzakta, Almanya’da çıkmış, dava açılmış, Alman bilirkişiler, savcılar mahkemeye deliller sunmuşlar, davanın üçüncü duruşmasına gelinmiş, ortaya gak guk eden maşa sanıklarla ipini çektin mi muktedir kodamanlara varacak ifşaatlar saçılmış, adına bir takım medya denen kimi gazete ve televizyonlar bu olayı duymuş, o gazetelerde sütunu olan kimi kalemler yememiş içmemiş yazıya durmuş, yazılanları okuyan başbakan kudurmuş, suçlayanın Alman makamları olduğunu unutup çıban başı bellediği medya patronu ile susarsan susarım pazarlığına oturmuş, bağırmış, çağırmış, tehdit etmiş, gözdağı vermiş, okul açılışıymış, grup toplantısıymış fark etmeksizin parmak sallamış, köpükler saçmış.

Vay ki vay.

Aklıma gene, her zamanki gibi, Alan Patton’un Ağla Sevgili Yurdum lafı geliyor.

Onu zonacı doktorun arkadaşıma verdiği tavsiye izliyor: Zonadan depresyona isilikten egzamaya hatta ve hatta böbrek taşından kalp sekmesine hastalanmak istemiyorsan eğer, gazetelere elini sürme, televizyonda çekirgelerin çiftleşmelerini izle!

İlk sayfaları atlayıp spor sayfalarına göz atmaya niyetleniyorum. Olmuyor.

Eylül güneşi yükselip ensemi yakmaya başlarken gazete okurluğunun da bir tür bağımlılık olduğunu keşfediyorum.

Tez elden kurtulunması gereken bir bağımlılık.

Sümsük, kurnaz, hacı, hülleci, kemikli, kemiksiz, yetenekli, kifayetsiz, doğru dürüst, güvenilir, güvenilmez, kadın, erkek, ne kadın ne erkek, genç, gencimsi, hoppa, hoppala... derken HD ustanın deyişiyle yığınla köşe kadısının bizden çaldığı zamanı düşünüyorum.

Öfkeyle.

Biraz sakinleştikten sonra eninde sonunda onların bizden çaldıkları, zaman, diyorum.

Adamına göre ya sabah ya ikindi ya akşam hepi topu bir iki saat!

Peki ya diğer müsibetler?

Onların çaldıkları düpedüz hayat!

O zaman ne zona ne egzama...

Devam, okumaya...
Yazının Devamını Oku

İyisi mi beyaz bir sayfa açayım, yeniden merhaba diye başlayayım

6 Eylül 2008
Nasıl başlasam?<br><br>Uzun ara vermenin bedeli de bu anlaşılan. İlk cümleyi kuramamak, yazıya afili bir giriş yapamamak.

Şeddeli bir dil ararken insanın aklına gelenin sıradan kelimeler olması ve kurduğun her cümlenin ’yeniden merhaba’ gibi bayağı bir klişeye bağlanması ne tuhaf.
/images/100/0x0/55ea48a9f018fbb8f875eb8f
Rodos Adası’nın arka tarafında, Lindos’tayım.

Sağımda, bütün ihtişamıyla yükselen Lindos Kalesi ve kalenin yamacına serpilmiş kesme şeker evleriyle şirin kasaba, solumda ufku noktalı virgül gibi bölen kıraç bir adacık var.

Kasabanın bitimindeki küçük kumsalda sıralanan şezlonglar henüz boş.

Limana yanaşan teknelerden inip Rodos’u gezen, ertesi gün de adanın bu kuytu koyunu keşfe gelen turistleri taşıyan otobüsler boz tepeleri yararak inen kıvrımlı yolda belirmedi henüz.

Dalga sesine karışan tek ses yok.

Ne keçi melemesi ne eşek anırması ne ağustosböceklerinin bitmek bilmez cırcırları.

Saat sabahın altısı ve ben teknenin kıçında oturmuş bir yandan dalga seslerini dinliyor bir yandan ne yazacağımı düşünüyorum.

Yeniden merhabalı ilk cümleyi kuruyor, beğenmeyip siliyorum.

İkinciyi üçüncü, üçüncüyü dördüncü izliyor.

Dikkatimi dağıtan ne ola ki?

Yazmadığım süre içerisinde çok mu şey birikti?

Daha da beteri hiçbir şey mi birikmedi?

Peki koca yaz nasıl geçti?

Temmuz ortası gibiydi.

Yazmaktan da çizmekten de arpacı kumruları gibi düşünmekten de fenalık gelmişti.

Aylardır bıkıp usanmadan yazın sıcak geçeceğini söyleyenler, bunu söylerken de havadan söz etmeyenler kazanmıştılar işte.

Milletin yüreğine korku salmayı başarmışlar, geleceğin ne getireceğinin kesitirilemez olduğu bir bilinmezlik ortamı yaratmayı başarmışlardı.

Ortalığa her gün doğruluğu su götürür binbir haber saçılıyor, herkes ama herkes birbirini suçluyordu.

Ülke ikiye bölünmüş, birinin yenilgisinin diğerinin zaferi demek olduğu iki uçta da nefesler tutulmuş silahlar çekilmişti.

Her yerde herkes birbirine aynı soruyu soruyor, cevabı olmayan her soru gibi bu da akla asılıp yüreğe kazınıyordu.

Evet ne olacaktı Türkiye’nin hali?

Türkiye denirken kastedilen hal de elbet bizim halimizdi.

Gazetede yazdığım için kimsenin bilmediği bilgilere haiz olduğum düşünüldüğünden olsa gerek, en olmadık yerde en olmadık insanın Türkiye’nin geleceğinin ne olacağı ile ilgili sorularına muhatap olmak, daha da fenası bilmiyorum dedikten sonra bile onun korku filminden beter gelecek öngurülerini dinlemek zorunda kalmaktan öylesine bunalmıştım ki, bir süre sonra evden çıkmak bile zor gelmeye başladı.

Nerede kaldı yeni bir şeylerin tadına varıp yazmak?

Ruhum üşümüştü işte.

Çevrede çiğlikten başka şey görmez olmuştum.

Günden güne kirlenen deniz, o denizi kirletenler, kirlettikleri sularda kendileri yüzenler, demirledikleri koylardan bir adım öteye gitmeyen şatafatlı teknelerinde al gülüm ver gülüm davet verenler, mayo değiştirmekten denize girmeye vakit bulamayan, Türkiye’yi bu küçük sahil kasabası sananlar.

Bir yanda müşterisi kalmadığından yakınan kazıkçı esnaf, gelen az sayıdaki turisti dükkanına çekmek için kırk yıllık komşusunu kötüleyen, iktidar partisi yandaşı olduğu için yapılmaz deneni yapan, kanun tanımayan, kendini bizzat kanun sanan yerel hokkabaz bir yanda, ezan sesini sonuna kadar açmayı marifet belleyen, karısına kızına bacısına haşema denen o korkunç kılığı reva görürken bikinili güzellere kesik bakışlar fırlatan yobaz müsveddesi ile onun kısa süre önce paraya kavuştuğu, kalmayı seçtiği bol yıldızlı oteller ve elit diye burun kıvırdığı sınıfa ait değerlere göz dikmesinden belli türevleri bir yanda.

Dört yanım çiğlikten geçilmezken ben neyi eşecek, neyi deşecektim de bir yerlerden çıkarıp saklı güzelliklerden söz edecektim?

Bir iki hafta coşkunun c’sinin bile bulunmadığı yazılar yazdıktan sonra pes ettim.

Duracaktım.

Öyle de yaptım.

Herkesin terapisi kendine derler ya, doğrudur.

Kimi örer, kimi işler, kimi uyur, kimi kendini sokağa, yogaya, kitaba vurur.

Benimkisi ise büzülmek.

Küçülebildiğim kadar küçülmek.

Her sabah aynı saatte kalktım.

Gazete okumayı da televizyon izlemeyi de bıraktım.

Aynı saatte aynı plaja gittim. Aynı iskelenin aynı köşesine sindim.

Okumak için hafif kitaplar seçtim. Steig Larsson’un Millenium üçlemesini bir haftada bitirdim. Sudoku faslında üst seviyeye geçtim.

Yüzebildiğim kadar yüzdüm. Pek az arkadaşımı gördüm. Pek azı bende kaldı.

Pek az yemek pişirdim. Sevdiğim pazarlara hemen hiç gitmedim.

Günbatımlarını hep aynı köşeden izledim.

Mehtap bana inat odama asılı kaldı, gümüşe kesti uyutmadı.

Ne huysuzlandım, ne heyecanlandım.

Saatler saatleri, günler günleri kovaladı.

AKP kapatılmadı.

Davul çalıp halay çekenlerle, yasa girip gözyaşı dökenler saflarına çekildi.

Atılıp tutulandan mangalda kül kalmadı.

Ergenekon’dan beklenen sonuç çıkmadı.

Yalanla doğru, hayalle gerçek birbirine dolaştı.

Aydınlar ikiye ayrıldı. Birinin ak dediğine öbürü kara dedi. Vatan hainliğinden herkes payına düşeni aldı.

Akıl, sağduyu, hoşgörü gene sınıfta kaldı.

Ormanlar yandı, Kafkaslar tutuştu, görmemişin sünneti baş sayfalara kuruldu, zabıtalar kudurdu.

2008 yılının Türkiye’sinde ağustos ayı buydu.

Sonra bitti.

Yaz geçti.

Önceden, çook önceden kararlaştırlmamış olsa, bu ruh haliyle kalkıp Santorini’ye gider miydim, bilemem.

Ama gittim.

Oradan Girit’e, oradan da teknenin kıçında oturup kara kara yazmamı engelleyenin ne olduğunu düşündüğüm Lindos’a geldim.

Engelleyen şey, sanırım bıraktığımla bulduğumun örtüşmemesi.

Oysa kavgayla ahengi ayıran, hepi topu birkaç yüz deniz mili.

Uzatmanın anlamı olmadığı gibi, karamsarlığın da alemi olmadığını biliyorum.

İyisi mi beyaz bir sayfa açayım, varsın klişe olsun, Yeniden Merhaba diye başlayayım.
Yazının Devamını Oku

HAMAK Galiba benim yazlarımı anlatmak için biçilmiş kaftan

19 Temmuz 2008
Tek kelimeyle anlatılması istense hangi kelime seçilirdi acaba yazı anlatmak için? Kuşkusuz herkesin kelimesi kendine olurdu ama tatil, sanki başı çekerdi. Güneşle deniz onu izler, dalgayla kumsal sıraya girerdi sanki. Sonra sıcak ve çağrışımları gelirdi herhalde: Ter, tuz, buz. Balkon bahçe gölge, akşamsefası, şezlong, şemsiye unutulmazdı. Sanki. Tıpkı tekne, rüzgar, iskele gibi. İnce bir ruh eminim pervane derdi. Yayla, memleket, sıla diyenler, buluta renk biçenler çıkardı. Dağları seçenler gibi. Hallerden dem vuranlar olurdu elbet: Miskinlik, huzur, rehavet. Zamandan dem vuranlar olduğu gibi: Kuşluk, günbatımı, ikindi. Akşamla akıllara rakı mangal cacık düşer, karpuzun biricikliği gün boyu sürerdi. Sanki. Bu soruya hiç düşünmeden cevap versem, ne cevap verirdim diye düşündüğümde aklıma hamak geliyor. Tuhaf, çünkü bugüne dek hiç hamağım olmadı. Ama gözümün önüne gelen resim şu: Sıcak bir öğleden sonra, hafifçe sallanan bir hamağa uzanmış, sık yaprakların arasından sızan güneş yüzünüzü yalayıp geçerken tüy bir uykuya dalmışsınız. Bir kolunuz aşağı sarkmış, diğeri uyku esir almadan birkaç sayfasını okuduğunuz açık kitabın üzerinde. Havada ince bir esinti, fonda cırcır böceği sesleri. Derin bir uyku değil bu, dediğim gibi tüy. Usulcacık gelip konan cinsten. Uzun sürmeyecek. Ahenk ya uzaktan gelen bir çocuk ağlaması ya da konmak için burnunuzu bulan densiz bir sinek yüzünden kesilecek. Kalkacak, gidip kendinize içi nane yaprakları dolu buğulu sürahiden buz gibi bir bardak limonata koyacaksınız. Hamağa dönmek yok. Şimdi vakit kuytuya çekilip yarıda kalan kitaba dönme vakti. Galiba hamak benim yazlarımı anlatmak için biçilmiş kaftan. Madem öyle, ne yapıp etmeli, gidip bir adet edinmeli, mendil bahçenin bir köşesine germeliyim. İlk iş.

Hava fena sıcak. Gene Basra üzerinden gelen, gene adamı sersem eden, gene insanda adım atacak mecal bırakmayan koyu bir sıcak bu.

İstanbul’da olmadığım için şükrederek denize giderken, aklıma tanıdıklara aynı soruyu sormak geliyor.

Aslında niyetim yazıyı yaz okumalarına, oradan da Murathan’ın son kitabı Kadından Kentlere getirip noktalamak.

Geçen hafta ilk kez benim dahlim olmadan teknoloji kurbanı olan yazım da Kadından Kentler üzerineydi. Linklerde mi gazetede mi nerede bilmem, oluşan bir arıza yazının zamanında gitmemesine, dolayısıyla yayınlanmamasına yol açtı.

Nasıl sevindim anlatamam. Murathan benim için o kadar özeldir ki, ne onun ne kitaplarının üzerine kalem oynatmaktan hoşlanmam. Hoşlanmam derken düpedüz korkarım. Ne yazarsam yazayım yeterli olmayacak hep bir şeyler eksik kalacak korkusu.

İlk kez yedekliyim, ilk kez bir yerlere gidilmeyen, saatlerin saatleri kovalamadığı, zamanın ağır aksak aktığı bu miskin günlerde ne yazılacak diye düşünmeden rahat bir hafta geçirebilirim. Ama heyhat! Açıp yazdıklarıma bakıyor, beğenmiyorum. On altı kentin on altı kadından geçerek anlatıldığı kitap üzerine uzun uzun yazı döşenmek kitaba da bana da haksızlık çünkü. Tek kelime yeter: Mükemmel.

Öyle bir kitap ki bu, her kent farklı bir kadın, farklı bir hayat anlatıyor gibi dursa da aslında büyük harfle yazılımış kadını anlatıyor. Okurken bir yandan anlatılan kadınlara hiç mi hiç benzemediğinizi düşünüyor, öte yandan bire bir aynı olduğunuzu hissediyorsunuz.

Ne İzmir’deki boynu bükük Nurhayat’sınız ne Adana’ya yerleşmiş İstanbullu Gülsüm. Tuttuğunu koparan iş kadını Esme de değilsiniz, adli tabip Sevim de. Alamancı Şengül’le Samsun’a gelin gitmiş kardeşi Songül de size uzak. Yaşınız, konumunuz, koşullarınız farklı. Ne onlara ne de diğer öykülerin kahramanlarına benziyorsunuz.

Ama bir bakışla çökmenin, erguvanla çözülmenin, fi tarihinde hediye edilmiş yakası kürklü taba bir kabanla yalnızlığı keşfetmenin yabancısı değilsiniz. Bunların sizin de halleriniz olduğunu derinden bilirsiniz.

Uzatmak yersiz dedikten sonra uzatmanın anlamı yok. Ne dediğimi anlamak için alıp okumak yeter.

EMEKLİ BÜYÜKELÇİ İÇİN YAZ: ERGENEKON

Böyle sıcak havalarda deniz kenarında evinin olmadığına hayıflanıyor insan. Ama Bodrum’da yaşayan bir avuç azınlık dışında kimsenin böyle bir lüksü yok. Otelde kalmıyorsanız denize girmek için hep bir yerden kalkıp bir yere gitmek zorundasınız. Ve o mesafe kısa ya da uzun farketmiyor, böyle cehennem sıcakları adamı fena ediyor. Yaya iseniz ne şapka ne şemsiyenin faydası var.

Kıyıya, plaja, tekneye, denize kavuşacağınız nokta her nereyse, o noktaya varana dek alınız ala, morunuz mora kesiyor. Arabada da durum farklı değil. Klima serinletse de camdan giren güneş öyle kızgın ki değdiği yeri kavurup geçiyor.

Plaja vardığımda ilk iş denize koştum. Sonra da yazıyı tamamına erdirebilmek adına tanıdık herkese malum soruyu sordum: Tek kelimeyle yazı tarif edecek olsanız hangi kelimeyi seçerdiniz? Çoğunluk o an içinde bulundukları durumu özetledi.

Biri iskelede bağırıp çağırarak denize atlayan çocuklara atfen gürültü dedi. Diğeri yan gelip yattığından, pineklemek. Mebzul miktarda tatil, sıcak, deniz diyen oldu. Gençten biri aklından çıkmadığından olsa gerek, aşk, dedi. İlerideki ağaca bakıp zakkum da diyen oldu, kocasının içtiği içkiye bakıp zıkkım diyen de.

Bilgisayarının başında arkadaşlarıyla konuşan yeniyetme, anne babasının duyacağı bir sesle sıkıntıyı yapıştırdı. Biri hasret dedi. Ayrı düşmek anlamında mı gidermek anlamında mi bilemedim.

Soruyu ağacın altında gazetesini okurken sorduğumdan mı yoksa onunla yatıp onunla kalktığından mı bilinmez, en tuhaf cevap emekli büyükelçiden geldi: Ergenekon! Bir iki kulak misafiri hoppala der gibi ses çıkardı. Karısı canım sana gündemi değil, yazın senin için ne anlama geldiğini soruyor diye müdahale etti. Bizimki inatçı,başını biliyorum ama cevabım değişmez anlamında salladıktan sonra daha pes sesle Ergenekon diye yineledi. Sesi fesupanaallah diyen karısının sesine karıştı. Meral fırsatı kaçırmadı, illallah’ı yapıştırdı. Konuşmayı izleyen bir diğeri Meral’i hislerimize tercüman oluyorsunuz diye tebrik etti. Doğru, vallahi de billahi de illallah nidalarını gariptir, bitip tükenmeyen Ergenekon konuşmaları izledi.

Sessizce yanlarından uzaklaştım. Gözlerimi kapayıp gölgede sallanan bir hamak düşlemeye çalıştım.
Yazının Devamını Oku

İnsanın içine giren, fotoğrafı karşıdan değil, içeriden çeken büyücü

5 Temmuz 2008
Bir tek çocuklar, bir tek onlar ilgilenmezler fotoğraflarıyla. Onun dışında ne kadın ne erkek ne genç ne yaşlı tek kişi görmedim ki bakıp incelemesin gözüne ilişen fotoğrafını. Beğendiğinde rahatlamasın, beğenmediğinde somurtmasın. Suretimizle kurduğumuz ilişkinin en can alıcı aracıdır fotoğraflar. Aynalara benzemezler. Biri bizi bize tutar, diğeri ötekine, yabancı gözlere. Ayna çıplaktır, sahicidir. Fotoğraf yanıltır, müstehcendir. Biri ile aramızda kurşundan sır vardır. Diğeri ile aramızdaki sır, insandır.

Hayatımın hiçbir döneminde ne fotoğraf çekmekten ne de çektirmekten hoşlandım. Vesikalıklarını parçalayan, aile fotoğraflarını makaslayarak suratı olması gereken yere delik açan biri olmadığım gibi sevdiği fotoğraflarını ve sevdiklerininkini çerçeveletip sehpalara dizen ya da olur olmaz bahanelerle albüm düzen biri de değilim.

Fotoğraf çekme işini de çektirme işini de sevmem sadece. İnsan sevmeyince badireyi atlatmayı da öğreniyor. Düğünlerde derneklerde fotoğrafa durulacağı zamanı kestirip sıvışmayı, masaların ve sıraların kuytusuna oturmayı, hayata vizörden bakan amatörlerin arkasından dolanmayı, kaçıp kurtulmanın imkansız olduğu anlarda da yüzüne donuk bir maske takmayı.

Ben de öğrenmiştim.

O yüzden isteğim hilafına çekilmişler ve her on yılda farklı bir nedenden yenilemek zorunda kaldığım vesikalıklar dışında fazla fotoğrafım olduğu söylenemez. Daha doğrusu gazetede yazmaya başlayana dek söylenemezdi.

Çilemin yazmakla sınırlı olmadığı her yazıyı "ölümsüzleştirecek" bir karenin de yazılara eşlik edeceğini öğrendiğimde yaptığım kısık sesli itiraz, devrin görsellik devri olduğu gerekçeksiyle savuşturulunca başıma geleni anlamakta gecikmedim.

Sevmemek ayrı şeydi ama bu önemsemediğim anlamına gelmezdi. Mesele fotoğraflarda nasıl göründüğüm meselesi değildi. İyi, kötü, şaşı ya da alımlı, endamlı, güzel çıkmakla ilgisi yoktu bu işin.

Kimse olduğundan kaknem, olmadığı kadar ciddi ya da cilveli görmek istemez kendini ama gene de fotoğrafın en beteri insanın kendine benzemeyenidir derim.

Emir demiri keser, madem yazacaktım o zaman bu kabusa katlanmalıydım.

Önce gazetenin hepsi birbirinden canayakın, hepsi birbirinden hevesli foto muhabirleriyle çalıştım, onların ellerinin uzanamadığı yerler için de kendi göbeğimi kesmek adına küçük bir makine satın aldım: Işığı, mesafeyi kendi ayarlayan, insana sadece deklanşöre basma işini bırakan el kadar bir şey. Ama olmadı.

Ne işinin ehli muhabirlerin ne de rica minnet ellerine tutuşturulan makineyle gelen geçenin çektikleri içimi rahatlattı. Fotoğraflardan bana hep bir yabancı baktı.

Bundan üç ay kadar önce gazeteden bir haber geldi. Hürriyetin 60. Yılı için hem toplu bir fotoğraf çektirilecek hem de imza fotoğrafları değiştirilecekti. Toplu fotoğraf çekimi için şu gün bu saate gazetede olmam isteniyor, Sebati Karakurt’un çekeceği imza fotorafları için bilahare bir tarih bildirileceği söyleniyordu.

Toplu fotoğraf çekimi yapılacağı gün Afrika’ya gidiyordum. Nasıl rahatladım, nasıl mutlu oldum anlatamam. Bir çırpıda Şermin’i arayıp durumumu bildirdim ve vartayı atlatmış insanların rahatlığıyla uçağa bindim.

İmza fotoğrafı çekiminde de imdadıma dişçim yetişti: Şimdilerde kanal tedavisiyle boğuştuğum üst dişim öyle bir apse yaptı ki yüzümün yarısı kabakulağa yakalanmış çocuklar gibi şişti. Mazeretim sağlam, serde kadehli fotoğrafı bırakmamak isteği de var, sanıyorum ki seninki kalsın denecek. Ham hayal diye buna derim ben, cevap elbette beklediğim gibi olmadı, bana da yüzüm düzeldiğinde gidip fotoğraf çektirme derdi kaldı.

İyi de kime gidilecek?

Nihat’a dedi Feride. Herkes bana sorar, ben Feride’ye... Bana soranlara deva olup olmadığımı bilmem ama Feride bana devadır. Onun önerilerine gözüm kapalı uyarım ama bu kez ne yalan durum farklı.

Evet Nihat’la tanışıyoruz, birlikte onun pilot benim co-pilotluk yaptığımız müthiş bir Portekiz gezisi var ama tanışıklığımız o kadar. Zamanının dar, işinin başından aşkın olduğu da aşikar. Ama beni huzursuz eden asıl şey onun bu güne dek fotoğraflarını çektikleri: Yabancı kotasından Liz Hurley, Heidi Klum, Elle Mc Person,yerlilerden sinema, sahne ve podyum dünyasının bilinen en ünlü isimleri.

Yani oldukları gibi görünmekten çok göründükleri gibi olmak isteyenler. Yani benim istediğimin tam tersi.

Bana fazla şaşaalı, ona fazlasıyla sade suya tirit bir iş diyor hıklaya, mıklaya Feride’ye derdimi anlatmaya çalışıyorum.

Dinlemedi. İyi ki dinlemedi.

Nihat’ı tanıyınca vazgeçmek zor

Teşvikiye’deki stüdyodan içeri girdiğimde gerginlikten kopmak üzereyim. Nihat’ın başı kalabalık. Tavanında lamba yerine gar saatlerinin asılı olduğu uzun koridordan geçip yabancıya dağınık gelse de sahibinin elini attığında herşeyi bulduğu anlaşılan üstü kitap dolu uzun bir masa ve karşısında duran iki koltuğuyla sade olduğu kadar karışık bir odaya giriyorum. Beklemeye hazırım.

Nihat’ın her işe, her yere, her randevuya geç kalan biri olduğunu, Portekiz’e giderken uçağı kaçırmasına ramak kala gelmesinden, bizi heyecanlara gark ettiğini fark edince de özür dilemesinden biliyorum. İçimin saati ile dışarınınki uyuşmadı gitti demişti en masum haliyle. Kimilerinin şımarıklık olarak göreceği bu özüre yürekten inandığı belliydi, saatleri ayarlayan başka birileri varmış gibi.

Uçak kalkarken beyaza kesmiş, tırnaklarını koltuğa geçirmiş ona dikkatle baktığımı görünce de uçmaktan çok yüzmekten korktuğunu, denize girdiği an fonda Jaws’ın müziğini duyduğunu söylemişti en muzip haliyle.

Tavrında, duruşunda, oluşunda öyle bir şey vardı ki, bana askerliğinin bitimine üç gün kala firar eden gencin hikayesini hatırlatıyordu.

Kimileri böyledir: Kendilerine özeldir. Anlaşılmak gibi dertleri olmadığından anlamayanları boldur.

Ama tanımayagörün, tiryakisi olunup çıkılır, vazgeçmek zordur.

O gün hayatımın ilk fotoğraf çekimini gerçekleştirdik; onun komutları altında önce gergin, sonra daha az gergin, derken laçka.

Çekimi izleyen hafta bilgisayarıma dört fotoğraf düştü. Farkına varmadığım anda çekilmiş birkaçının dışında ilk kez bana yabancı olmayan dört fotoğraf. Bakan sesimi duyacak sanki, öyle sahi.

İşin sırrının ne olduğunu uzun süre düşündüm. Şimdi sağa, baş yukarı, alttan bakın komutları bir ölçüde geçerli, işin tekniği bu.

Ama tekniği bilen sadece Nihat değil. O zaman onun sırrı ne peki?

Işık mı?

Işıkla bitmeyen bir didişmesi olduğu kesin ama bu da onun sırrını açıklamaya yetmez.

Sonunda buldum: Nihat onbinlerce kare çekip içinden en iyisini seçen fotoğrafçılardan değil. On binlerce kare çekse de birkaç kareden sonra öznesi ile bütünleşen biri o. Büyücü gibi: İnsanın içine giriyor, fotoğrafı karşıdan değil, içeriden çekiyor.

P.S: Bu yazıyı yazmak istediğimi, o yüzden Feride ile birlikte yemek yememizi önerdiğimde önce nazlandı. Buluşmaya tam saatinde geldi, bunu bir armağan gibi sundu. Sırrın ne diye sorduğumda, sustu. Feride, soruyu iyi insan olması diye yanıtladı ki bence doğru. Yazının fotoğrafı o gün çektiği ama benim görmediğim bir kare olacak. Eminim o karedeki ben bana yabancı bakmayacak. Bakarsa, yandı demektir Nihat!
Yazının Devamını Oku

Zıpkın temize çıktı ama çıkmasaydı kim haklıydı?

28 Haziran 2008
Yaz geldi ya, evli evine köylü köyüne bendeniz de her daim olduğu üzere Bodrum’daki yazlığa döndüm. Yerinden kalkmayan iki adet bavul ve yerinde duramayan Zıpkın’la birlikte. Meteorolojinin mevsim normallerinin üstünde dediği, benim çok ama çok üstünde hissettiğim sıcak ve nemli bir akşamüzeri, bahçe kapısından girmemizle cefakar Mehmet, yaz süresince uğraşacağımız sorunun adını koydu: Kediler.

Komşum bir kedisever. Sevdiği yalnız kendi kedileri değil, dünyanın bütün kedileri. Hepsini beslemek, hepsini okşamak, hepsini yuva sahibi yapmak onun varoluş nedeni. Hal böyle olunca kediler de onun aşkına kayıtsız kalmıyorlar elbette.

Geliyor gidiyor, sevilip besleniyor ve her biri birer özgür ruh olduklarından işleri bitttiğinde çekip gidiyorlar. Giderlerken de benim mendil bahçeden geçiyorlar.

Zıpkın bahçeye girer girmez apartman hayatından bunalan her hayvanın yaptığını yapıp koşup oynamaya başladı. Zamanında doğru hesaplanmadığı için sık dikildiğinden, şimdilerde cangıla dönüşmüş begonvillerin altından zarif hareketlerle geçen ilk kediye tosladı. Anlamadı. İkinciye de aval aval baktı. Kedi düşmanlığı yok, bilmiyor. Ama ne zaman ki sıkı geçtiği anlaşılan bir sokak kavgası sonucu tek gözünü kaybettiğini düşündüğüm babaç sarmanla karşılaştı, ipler koptu.

Bizimkinin orada, kendisinin olduğunu varsaydığı alanda bulunmasına sinirlenen kulağı kesik sarman, Zıpkın’ın üstüne atladığı gibi hayvanı altına aldı. Bağırıyor çağırıyor, yeri göğü Zıpkın diye inletiyorum ama garibimin kaçıp yanıma gelecek mecali yok. Gözüne tırmık yemesinden o kadar korkuyorum ki sesim mahalleyi ayağa kaldıracak oktava erişiyor.

Mehmet dala dikene aldırmayıp cangıla dalmasa olacağı da o. Sarman kaçıyor, Zıpkın kurtuluyor, ben titriyorum. O dayaktan sonra Zıpkın kedi düşmanı kesildi. Kedi gördüğü anda havlamaya başladı. Gelen geçenin de haddi hesabı yok. Bir sonrakini bir sonraki, onu da başka bir sonraki izlediğinde resmen deliriyor.

Ben ki onu aldığımda sağır dilsiz mi acaba diye düşünmüşüm, öylesine sakindir, sus demek ne fayda, havlamaya, mendil bahçenin dört bir yanında yorgunluktan bayılana kadar koşup çismeye devam. Mesaj açık: Burası sizin değil benim bahçem. Ve bana sorarsanız haklı.

Komşumun biri kedisever ise diğeri köpeksever. Bahçesinde iri bir kurt besliyor. O kocaman gövdeye o bilindik heybete karşın munis mi munis bir kurt. Gün boyu kulübesinin önünde çıt çıkarmadan oturan ama işten dönen sahiplerini gördüğü an sevinçten havlayıp zıplayan genç bir kurt. Zıpkın’la arkadaşlar. Birbirleriyle alıp veremedikleri olmadığı gibi birbirlerini kolladıkları da anlaşılıyor.

Zıpkın’ın bıçkın sokak kedisinden okkalı dayak yemesine genç kurt fena bozuldu. Kış boyu önünden geçip gittiklerini gördüğü kedilere o da kafayı taktı, kedi kokusu aldığı anda o da havlamaya başladı. Mahallede sokak kedileri olduğu kadar sokak köpekleri de olduğundan onlar da koroya katıldı. Zıpkın’ı bütün yaz evde tutmam imkansız olduğuna göre ne yapmalı diye düşünür, kedilere zarar vermeden bu işi nasıl halledebilirim diye kafa patlatırken, bu sabah karşı yamaçtaki sitede oturduğunu söyleyen genç bir kadın derdiyle birlikte çıkageldi: Bebeği varmış, köpek havlamasından sabaha kadar uyuyamıyormuş, başına ağrılar saplanıyormuş, bu işe çare bulunmazsa belediyeye haber verecekmiş, ne yapacaklarsa artık onu yapsalarmış, köpekleri toplasınlarmış.

Bu sözün ucu, kulakları küpelileri hatta bizimkileri itlafa, oraya buraya atılacak zehirlere gider ki, uykusuzluktan gözlerinin altı morarmış ve dertli olduğu her halinden anlaşılan genç kadını peki sizce ne yapmalıyım, diye susturdum.

a- Zıpkın’a dört ay sürecek hücre hapsi uygulamak.

b- Komşuya kedi sevip, besleme demek.

c- Gür sesli olduğundan diğer komşuya kurt yerine başka bir cins köpek almasını söylemek.

d- Çevrede başka şikayetçi olmadığına göre genç kadına taşınmasını önermek.

Sonunda sorunun bizim gelişimizden çok önceye dayandığı anlaşıldı da Zıpkın temize çıktı. Ama çıkmasıydı, kim haklıydı?

Yazlık sahibi olmanın biraz da komşu sorunu almak demek olduğunu biliyorum. Bu sorunlar kedi köpekle sınırlı olsa ne álá.

Ağacı keselim mi kesmeyelim mi?

Annem anlattı: Bir arkadaşı çıldırmış. Elinde şuç duyurusu savcı savcı dolaşıyormuş. Savcıların da başı bugünlerde fazlasıyla kalabalık olduğundan şikayet dilekçesinin hasıraltı edildiğinden kuşkulanıyor, içi içini kemiriyor, tanıdığı tanımadığı herkese bir üst makama nasıl başvuracağını danışıyormuş. Sorun eliyle diktiği, teriyle suladığı, gölgesinde /images/100/0x0/55eb029ff018fbb8f8a51eaeserinlediği ağacının komşusu tarafından manzarasını kapatıyor diye kökünden kesilmesi. Oysa diyormuş, manzarayı kesmek ne kelime, ona ayrı bir boyut katıyor, ufukta görünen denizin önünde fena mı birkaç yeşil dal sallanıyor?

Hadi sadece dalların ucunu kesse neyse de, koca ağacı kökünden budamak? Şikayetçiyim, dava açacağım, asacağım, keseceğim. Ara bulmaya çalışmışlar olmamış. Kesene de sormuşlar. O da ondan beter esip gürlüyormuş. Açık alan değil ki burası diyormuş, el kadar bahçe, arkada kim oturur, nerede yer nerede içer düşünmeden her yıl coştukça coşan uzadıkça uzayan ağaç dikilmez ki. Onun o kıymetli ağacı bütün ışığımızı kesti, ev Likya mezarlarından beter hale geldi, rica ettik olmadı, aracı bulduk tınmadı, dilekçe üstüne dilekçe yazdık gelen giden yok, iş başa düştü. Evet kestik, iyi de ettik!

Mahalle şimdi ikiye bölünmüş: Kesicilerden yana olanlarla kesilenlerden yana olanlar diye.

Annem arada derede. Komşu dalaşlarının en mümbit alanlarından biri de hiç kuşkusuz kış ayında yaptırılan tadilatlar.

Gene bir tanıdık geçen kış evini yenilemek istemiş. Satın alındığında her ne kadar evlerin dış cephesinde değişiklik yapılamayacağı hükmü olsa da gel zaman git zaman herkes komşularından izin almak kaydıyla ufak tefek tadilatlara girişmiş. Hemen hemen bütün site sakinleri mimari bir hata olarak gördükleri fazlasıyla küçük teraslarını büyütme gayretine düşmüşler.

Komşulardan izin alma nedeni sadece nezaket gereği değil. Olası bir şikayet durumunda devreye belediye giriyor ki, o zaman öde ödeyebildiğin kadar ak akçe durumu var. Bir komşusuyla gene bilmem hangi nedenden kanlı bıçaklı olan biri diğerlerinden gerekli izini aldığı halde tahmin edilebileceği gibi ondan izin koparamamış. Ne dese nafile. Adam Nuh demiş peygamber dememiş. İzinsiz olsa da tadilatı yapmaya karar verirken güvendiği tek şey kanlısının da zamanında benzer biçimde tadilat yaptırttığı.

Olası bir şikayet durumunda adamın kendi kalesine gol atacağını düşündüğünden müsterih. Dört ay süren inşaat bitip de iş taşınmaya geldiğinde belediye elinde yüklü bir miktar ceza ödenmemesi durumunda da yıkım kararıyla çıkagelmiş. Neden belli. Dış cephe değişikliği. Dış cephesinde değişiklik yapmayan tek ev var mı? Yok. Ama şikayet de yok. Oysa onun evi için var, imza da belli. Söylenti o ki belediyecilere laf geçiremeyince bahçede duran kazmayı kaptığıyla yeni biten evini yıkmaya girişmiş sonra da çekip gitmiş. Yemeyip içmeyip bütün siteye dava açacağını, izin vermeyen o şerefsizin evini de bizatihi yıkacağını haykırarak.

Cinnete şahit olanlar tehditlerini gerçekleştireceğinden eminler.

Eskiler boşuna ev alma komşu al dememişler.
Yazının Devamını Oku

Direksiyonda daldı mı dalan Claudine yanında sağını solunu öğrenememiş ben Luberon yollarında

21 Haziran 2008
Dünyanın en medeni tabiatı diye bir tanım olsa, bu ancak bu topraklar için uydurulmuş olurdu diye düşünüyorum çevreye bakarken. Göz alabildiğine uzanan lavanta ve gelincik tarlalarından geçiyoruz. Kış o kadar yağışlı geçmiş ki, yöreyi iyi tanıyan Claudine bile buraları hiç bu kadar yeşil görmediğini söylüyor. Luberon’dayız. Fransa’nın güneybatısında yer alan Provence bölgesinin gözbebeğinde. Paris’in mayıs başından beri yağarak bütün Parislileri depresyona sokan yağmuruna ve on dört dereceyi dirhem aşmayan soğuna bir gün bile katlanacak halimiz kalmadığını fark ettiğimizde aldığımız ani kararın ne kadar doğru olduğunu düşünüyoruz önümüzde uzanan vadiye bakarken. Dünyanın bütün ressamlarının buraya akın etmesi boşuna değil. Gün doğumundan batımına dek çevreyi sarıp sarmalayan ışık öyle yumuşak, öyle huzmeli, öyle değişken ki, insan yerinden kıpırdamadan aynı yöne baksa bile manzarının değiştiği hissine kapılabilir. Buraya kadar az buz yol yapmadık. Nuits des Saint Georges’da verdiğimiz öğle yemeği molası dışında hemen hiç durmadık. Aslında yorgun olmamız gerekir ama tekdüze otoyoldan ayrılıp Avignon sapağından saptığımız andan itibaren geçtiğimiz yerler öyle güzel, doğa öyle huzurlu ki üzerimizde ne miskinlik kaldı ne başka şey. Bir an önce bir yere varmak gibi bir derdimiz de olmadığından kıvrıla kıvrıla giden yolda yavaşça ilerliyoruz.

Acelemiz yok ama gideceğimiz adres belli: Goult.

Goult, her biri birbirinden güzel ve hiçbiri birbirine benzemeyen Luberon köylerinden sadece biri. Konaklamak için Goult’u seçmemezin nedeni ise basit. Ortak arkadaşımız Philippe, bundan sekiz yıl önce ömrünün geri kalanını geçirmek için Luberon’u seçti. Birkaç yıl, en yakın köyün bile hayli uzak olduğu dağ yamacında bir yerde münzevi hayatı yaşadıktan sonra gelip Goult’a yerleşti.

Gideceğimiz adres belli dediysem elimizde sadece köyün adı var. Bir de evinin kilisenin karşısında olduğu gibi muğlak bir bilgi.

Aça kapaya kıvıra yırta boğuştuğum haritaya son kez bakıyor ve bizi köye götürecek yolu gösteriyorum Claudine sağa sap, diyerek.

Buralarda kaybolmak handiyse her kavşakta karşınıza çıkan ve en küçük bir kuşkuya yer bırakmayacak sarihlikte yerleştirilmiş yön levhalarından pek mümkün değilse de direksiyon başında daldı mı dalan Claudine, yanında da bu yaşa kadar sağını solunu öğrenememiş ben olduğumdan hafif diken üstündeyim.

Kilise meydanına geldik.

Karşıda şişman bir kadının işlettiği bir lokanta, sağda köyün anacaddesi üzerine sıralanmış bir dizi ev ve biraz ileride postane görevi de yüklendiği adından belli Cafe de la Poste var.

Evi önce lokanta sahibesine soruyoruz. Adını birkaç kez telaffuz etmemize rağmen kadının yüzünde Phillippe’i tanıdığına dair en küçük bir emare belirmiyor. Güneylilere özgü o yayvan şiveyle Feyylip mi diyor, tağmıyom.

Tamam Goult diğer köylerden nispeten biraz daha büyük belki ama kimsenin kimseyi tanımadığı bir metropol de değil.Tam kadının süzme salak olduğunu düşünecekken aklıma bizim kasabalar geliyor. Hani kimse kimseyi adıyla tanımaz da mesleğini söyleyince çıkarıverir, o hesap, emekli büyükelçi diye üsteliyorum. Bu kez kadının tombul yüzünde kocaman bir gülümseme beliriyor ve neden daha önce söylemediniz sitemi etmeyi de ihmal etmeyerek tam karşıdaki evi gösteriyor.

Cümle kapısı Provence mavisine boyalı üç katlı şirin bir ev bu. Üç gece geçireceğimiz evin kapısını, sekizi vuran çan sesleriyle aynı anda çalıyoruz. Philippe elinde bahçeden yeni koparttığı kekiler, mercanköşklerle kapıyı açıyor. Yüzümüze mutfaktan gelen mis gibi bir yahni kokusu çarpıyor.

Orada kaldığımız dört gün boyunca yazı yollamak için geçirdiğim krizi saymazsak, tam anlamıyla huzur bulutuyla sarmalandık.

Sabah erken kahvaltı edip evin arkasında benim Monet’nin Bahçesi adını taktığım küçük bahçede biraz oyalandıktan sonra çıkıp çevreyi dolandık: Lacoste, Saignon, Viens ve yaz aylarında bu saydıklarımdan daha turistik oldukları söylenen Gord, Rousillon, Menerbes.

Biraz daha zamanımız olsa, ya da zamanı oradaki insanlar gibi yaşamayı becerebilsek yani esiri olmayıp ona hükmetsek daha da uzun kalabilir, vadiyi çevreleyen Luberon tepelerinin zirvelerine yakın köyleri de görebilirdik. Daha asık suratlı, daha mesafeli, daha köşeli insanların yaşadığı söylenen köyleri.

Provence bölgesinin güneyini bilirim: Aix en Provence ve çevresini.

Ama bölgenin yüreği olarak tanımlanabilecek Luberon’a bu ilk gidişim. Cetvelle çizilmiş gibi parsellere bölünmüş bakımlı tarlaları, tepelerin yamaçlarına uzanan yemyeşil bağları, oraya buraya dikilmiş büyülü servileri ve o müthiş ışığın yıkadığı renkleriyle Luberon bana biraz Toscana’yı hatırlattı.

Çim yeşili, nefti, bej, sarı ve onlara karışan lavanta ile gelincik kırmızısı. Bu çağrışım çok da haksız değil, çünkü benzerlik sadece doğa ve ışıkla sınırlı değil: Luberon da tıpkı Toscana gibi sundukları ile geleni kendine meftun eden, bu yüzden de sanatçısından sefahat düşkününe, emeklisinden marjinaline kendilerine farklı bir hayat kurmak isteyen insanların yerleştiği bir yer.

Herkes gönlünü çelen yere yerleşmiş ama uzaklık köyler arasında pekişen dostlukları engellememiş. Philippe ile örneğin Lacoste’da yaşayan ve yeşil elli olduğu, bir bakışta içinde Roma havuzu olan, çiçeğin en nadirinin duvarlara tırmandığı, on sekinci yüz yıl Cevennes saksıları içinden ortancaların fışkırdığı bahçesinden anlaşılan Danielle’e gidiyoruz, bir akşamüstü içkisine.

Oradan çıkıp otuz kilometre ötedeki Saignon’da yaşayan ve evi heykelleri için sağdan soldan topladığı atıklarla dolu Laurent ile buluşmaya.

Kendine mekan olarak Dora Maar’ın Menerbes’deki evinin yanını seçen antikacı Anne Marie ile öğle yemeği yiyip İkinci Dünya Savaşı süresince Beckett’in mesken tuttuğu ve yaz mevsiminin daha çok başında olmamıza rağmen turist otobüslerinin doldurduğu aşı boyası rengi Roussilon’a, İsveçli ressam Lars ve eşiyle tanışmaya...

Bu insanların hiçbiri gergin değil. Hiçbiri kendini olduğundan fazla göstermiyor. Ne iseler öyleler ve hayatlarını doğa ile mutlak bir ahenk içinde sürdürüyorlar. Gene bu insanların hepsi Luberon’u kendilerine ikinci vatan olarak seçmiş kişiler.

Yaz kış orada yaşadıkları için, Akdenizli olmalarına karşın pek de sıcakkanlı sayılmayacak yerli halk tarafından da sevilip benimsenmişler. Onlara yerleşik yabancılar deniyor ve hoyrat geçen yıllardan sonra buldukları huzuru bozabilecek her girişime kafa tutabildikleri için lafları dinleniyor.

Örnek mi? Pierre Cardin’in aldıkta almasına gösterdikleri tepki...

Pierre Cardin, Marquis de Sade’ın şatosuyla yetinmeyip köy bakkalına kadar yirmiden fazla mekan alınca, dur demişler!

Bundan birkaç yıl önce Lacoste’un tepesinde yükselen ama yıllarca el sürülmediği için ha yıkıldı ha yıkılacak durumdaki tarihi şatoyu Pierre Cardin satın almış. Her ne kadar Marquis de Sade’a ait bu şatonun Pierre Cardin gibi yeteneğini paraya çeviren, ama para tatlı geldiği için dehasından vazgeçip sıradanlaşan bir modacı tarafından satın alınması içlerine sinmemiş ise de şatonun sonunda onarılacak olması biraz olsun yüreklerine su serpmiş. Ama seksenbeş yaşında olmasına rağmen dünyevi hırslardan nebze arınmamış modacının, şatonun ardından bir ev onun da ardından köy bakkalına varana dek yirmi küsur mekan edinmesi bardağın taşmasına yetmiş de artmış.

Yaz aylarında düzenlediği festivalin ucuz, birlikte dolaştığı ve yeğenlerim dediği ekürinin kıkırdak, yaptığı onarımların kötü zevk örneği, dayattığı yaşam biçiminin huzurları tehdit edici olduğunu düşündüklerinden, köyün en yoksulu sayılabilecek kişiler bile evlerine değerinin yüz katını öneren bu Parisli züppeye hayır demeye başlamış. Bu da yetmemiş, iş yerleşik yabancıların da katkılarıyla iki tarafın da birbirini suçladığı televizyon programlarına, toplanan imzalara Le Monde gibi ciddi gazetelerde yayımlanan makalelere dayanmış. Henüz galip-mağlup yok ama saflar belli: Birinin parasına karşılık diğerinin dünyası...

Tam da bu hikayeyi dinlediğim gün Gökhan Avcıoğlu’nun Kuum için kurduğu hayali anlattığım geçen haftaki yazı ile boğuşuyorum, düşündüm de bizim illerle burası arasındaki fark tek kelimeyle uçurum.

Peki ne der uçurumda açan çiçek?

Yurdumsun ey uçurum!
Yazının Devamını Oku