Figen Batur

Orada bir şef var yakında, o şef bizim şefimizdir

6 Aralık 2008
Gencecik bir adam Murat Karaduman. Henüz otuz üçünde. 1975’de Avusturya’da göçmen bir Türk ailesinin oğlu olarak dünyaya geliyor.

İlkokulu bitirdikten sonra ver elini meslek okulu. Aklı fikri aşçılıkta.

1990’da Nenzig’de bulunan Gasthof Kreuz’daki çıraklık eğitiminin ardından 1993’de altın bileziğini koluna takıyor ve babasının deyişiyle kapı gibi diplomasını alıyor. Sonra tut onu tutabilirsen./images/100/0x0/55ea2e6ef018fbb8f87007c0

Aralarında bolca dört yıldızlı otel olmak üzere, Avusturya’nın çeşitli şehirlerinde çalışan ünlü şeflerin yanında staj yapmaya başlıyor.

Staj bu işin olmazsa olmazı.

Her mutfak ayrı bir krallıktır ve kendi krallığını ilan etmeden yapman gereken ilk iş diğer kralların uygulamalarına bakmaktır, ya da o öyle yapıyor. O yıllarda öğrenebildiği kadar çok şeyi küfesine atıyor.

Staj döneminin ardından Gargallen’deki Hotel Edelweiss’ın mutfağında tatlılardan sorumlu aşçı olarak çalışmaya başladığında yirmi yaşında.

Hotel Baeren’nin mutfağını yönettiğinde yirmi ikisinde.

Portekiz’in güneyindeki tatil cenneti Algarve’deki iki Michelin yıldızlı Hotel Joya’ya geçtiğinde artık aşçı değil. Daha afili bir sıfatı var: Sous-chef. Buraya, İstanbul’a gelene kadar dokuz yılını Albufeira’daki bu otelde çalışarak geçiriyor, Portekizceyi söküyor. Sonra ver elini Swissotel The Bosphorus.

Bir süredir burada, otelin ünlü lokantası Gaja’da. Ter döküyor.

Gaja’yı bilenler bilir.

Otelin üst katındaki bu lokanta, insana İstanbul Kanatlarımın Altında dedirten manzarasıyla gerçekten büyülü bir yerdir. Oradan ya da onun gibi başı bulutlu başka mekanlardan İstanbul’a baktığınızda şehrin bütün yokluğunun, yoksulluğunun silindiğini, geriye dillere destan ihtişamının kaldığını görürsünüz.

Kah sisin kah pusun ardına saklanan, kah ışıklarla oynaşıp geceye sığınan koca şehir kendine bakanı bir kez daha kendine hayran bırakır, onunla da yetinmez, esir alır. O manzaraya dalmaya görün burada yaşadığınıza şükreder, burada ölmek istediğinize hükmedersiniz.

Gaja’da, otelin genel müdürü Gerhard Struger’in Murat Karaduman’ı tanıtmak için verdiği küçük davetteyiz. On beş yirmi kişilik bir davet. Aralarında kırk yıldır görmediğim dostlarım da var, bir gün önce görüştüklerim de.

Her ne kadar niyetim davet saati olan yedi buçuktan az önce otele vasıl olup o müthiş manzaraya karşı bir tek atmaksa da her zamanki gibi beceremiyorum. Ve gene her zamanki gibi merkeze yakın bir semte taşınmaya karar veriyorum.

Gittiğimde beş kişilik küçük bir grup çoktan gelmiş bile. Önce barın yanındaki masaya geçiyoruz. Şampanya eşliğinde hal hatır... Hatır faslı iyi de hal pek öyle değil.

Bu kriz herkesi fena hırpalıyor ne yalan. Çok değil bundan bir ay önce yazdıklarına övgüler düzdüğüm bir arkadaşımın işine son verilmiş. Atılmasına değil de atılma biçimine yanıyor.

İnsanın huyu bir kumar masasında, bir yolculukta ortaya çıkar denir ya, buna para kazanırkeni, işten atarkeni, hasta yatarkeni de eklemek gerek.

Maharetle zarafet böyle anlarda ortaya çıkıyor çünkü.

Hale hatıra, krizle gelen kazıklara eşlik eden içkimiz şaka gibi. Şampanya. Üstelik bence en iyisi: Dom Perignon.

İt ürüyecek, kervan yürüyecek bu bela da elbet bir gün geçecek diye kadehleri kaldırıyoruz.

Biraz sonra bir tepsinin içinde Karaduman’ın amuse bouche’ları arz-ı-endam eyliyor. Frenklerin bu amuse bouche lafına illet oluyorum. İnsanın aklına muzurat getiriyor. Nerede güzelim tadımlık, nerede amuse bouche.

Adını sevmesem de gelenlere bayılıyorum. Genellikle deniz ürünlerinden mamul birbirinden ilginç yedi sekiz tadımlık. Hepsi mükemmel de ahtapot sandviçe bitiyorum.

Biraz sonra diğer davetliler de geliyor. Ortaya kurulmuş uzun masaya geçiyoruz.

İlk yemek armutlu kaz ciğeri.

Geriden hafif vanilya tadının alındığı armut kompostolu sote kaz ciğerine, masada bulunan hemen herkes tam not veriyor.

Ardından gelen mantarlı fesleğenli kuzuya da şapka.

Dülger balığına eşlik eden salatalıklı ravioliyi beğenen de var beğenmeyen de.

Maydanozlu polentayla servis edilen antrikotu da öyle.

Yanımda oturan Yurtsan Atakan’a göre sığır eti Türkiye’deki iddialı lokanta mönülerinin hepsinden çıkarılmalı, çünkü dünyada yenilen et ne yazık ki bizde yok.

Ali Esat Göksel, sığırdan çok sığıra eşlik eden Nappa Valley menşeli cabarnet sauvignon ile ilgili.

Hayatta tanıdığım en büyük etobur Teoman Hünal, masanın diğer ucunda. Birlikte en son eti şef olarak çiçeği burnunda yirmi iki yaşındaki kızı Esin’in yeri La Brise’de yemiş ve New York steak denilen meretin pekala buralarda kotarılabildiğine de tanıklık etmiştik.

Fıstıklı dondurma ve kirazlı bilmem neden oluşan tatlıya saldırmamı sabah çıktığım kantar engelliyor.

Yemek bitti.

Genç şef Mehmet Karaduman bizlerle tanışmak için masaya geliyor.

Tebrik ediyoruz.

O kadar alçakgönüllü, o kadar utangaç, alayişten haz etmediği o kadar aşikar ki. Daha çok genç. Burada, bin yılın yosması İstanbul’da pişirirken pişeceği, bu şahane şehrin havasından, suyundan, toprağından alacaklarını hünerine katıp şef olarak geldiği yerden kral olarak ayrılacağı kesin diye düşünüyorum.

Hani bir çocuk şarkısı vardır, orda bir köy var uzakta diye başlayan.

Ben de yazıyı noktalamadan oradaaa bir Gaja vaaar yakındaa, diye terennüm edeyim...

Araya nota işaretleri ekleyerek Gaja’nın başında da gencecik bir Türk şefin olduğunu söyleyeyim.

Gitmeeeesek de görmeeesek de faslını es geçip, oooo şeeef bizim şefimizdir! Ooo şef bizim şefimizdir! diyeyim.

Krizin henüz vurmadıklarına içten tavsiyem gidip Karaduman’ın yemeklerini tatmaları. Krizin vurduklarına gelince...

Onlara söyleyecek söz yok elbet.

Ama insan bazen iki saat boyunca sıkıntılarından uzaklaşmak, dünyanın hala döndüğüne ve herşeye rağmen döneceğine inanmak ister ya, işte böyle bir hovardalık için Gaja belki de bir fırsat.

Unutmadan: Şef genç, şef ünlü, otel lüks, restoran afili ama fiyatlar İstanbul’daki kalburüstü diğer lokantalar gibi.
Yazının Devamını Oku

Ne yapın edin hobilerinize zaman ayırın

29 Kasım 2008
Geçen hafta neredeyse iki gece üst üste Mövenpick oteldeydim, denk geldi. İlki Gusto Dergisi’nin düzenlediği Lezzet Durakları kurslarından üçüncüsünü izlemek, diğeri Mutfak Dostları Derneği’nin gala yemeğine katılmak için.

Şu son beş yılda ucundan da olsa yemek işine bulaşmanın bana iki getirisi olduğunu düşünüyorum.

Biri için ne kadar övünsem, diğeri için ne kadar dövünsem yeridir.

Övünme nedenim belli. Onlar sayesinde gerçekten değerli insanlarla tanıştım.

Dövünme nedenim de belli. Hayatım boyunca almadığım kadar kilo aldım. Gülü seven dikenine katlanır deyip geçmek mümkün, ama olmuyor.

Gönül dikensiz gül bahçesi istiyor.

Geçen hafta İstanbul her yıl olduğu gibi bir kez daha lodosa teslim oldu, damlar uçup iskeleler battı ya, işte üç gün süren o meşhur fırtınanın başladığı gece, saat yedide buluşmak üzere Mövenpick oteline giderken katılımın bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kalacağı bir tadım gecesine gittiğimi düşünüyordum, ne yalan.

Gusto Dergisi’nin sahibi Mehmet Yalçın, yıllardır sürdürdüğü şarap kurslarına bu yıl Lezzet Durakları adını verdiği ve her birinde farklı bir lezzetin tanıtıldığı yeni kurslar eklediklerini, düzenledikleri bu kursların üçüncü ayağı olarak da peyniri seçtiklerini söyleyerek beni davet ettiğinde, Üçler Market’in peynir reyonunda peynir tatmakla meşguldüm.

Yapmakta olduğum işi söylediğimde gülüştük ve 19’u akşamı için sözleştik.

Kaç zamandır Mehmet’in düzenlediği şarap kurslarına gitmek istiyordum zaten.

Birlikte katıldığımız kimi basın gezilerinde nasıl ortadan kaybolduğunu nasıl bir koşu gidip bu kurslarda tanıtmak için özel şaraplar aradığını, istediğini bulamadığında nasıl üşenmeden yolculuğu uzatma pahasına yakın şehirlere gidip keşiflerini orada sürdürdüğünü biliyordum.

Peşine takıldığım ve sayesinde tek başıma asla bulamayacağım şaraplar edindiğim de olmuştu.

Kısaca onun yaptığı işi düzgün yapmayı sevdiğini, bunun için emek ve zaman verdiğini, bu kurslarda da şarabı abecesinden başlayarak inceliklerine varana dek dek didik didik ettiğini bilmez değildim ama beni asıl ilgilendiren katılımcılardı.

Birileri, üstelik azımsanmayacak sayıda birileri, işi gücü bahane tutmadan şarabın sırrının peşine düşüyordu anlaşılan.

Peki kimdi o birileri? Merak ediyordum...

Türkiye bana sorarsanız hobi düşmanı bir ülkedir. Kimseye hobilerine ayıracak zamanı tanımadığı gibi onlarla uğraşacak mecal da bırakmaz. Oysa hobisiz bir hayat, evle iş arasına çekili düz bir çizgide yaşayıp ölmeye benzer.

Ne kadar istediysem de becerip o kurslara gidemedim. Bu peynir gecesiyle elime bir fırsat geçmişti işte. Fırsat bu fırsattı ama bu kez de hava muhalefeti vardı. Otele girerken üç beş kişilik küçük bir toplulukla karşılaşacağımdan neredeyse emindim. Halt etmişim.

Uzun U masada hepi topu iki kişilik boş yer vardı. Biri benimki, diğeri benden sonra gelen ve geciktiği için özür dileyen başka bir peynir severinki.

Masada iri tabaklar ve onların önüne dizili sekiz adet kadeh var. Tabaklarda da çoğunluğu Fransa’dan getirtilen envai çeşit peynir.

Mehmet, anlatmaya taze keçi peyniri ve onunla eşleştirdiği şarapla başlıyor ve adım adım güçlü peynirlere doğru yol alıyor. Brie de maux, Crottin, Munster, Rouqefort, Gorgonzola ve benim için gecenin sürprizi Manchego. Güçlü peynirlerle içilen demi sek bir şarabın, peynirin tadını nasıl şahlandırdığını, aynı peynire eşlik eden bir Cabarnet’nin ise peynire nasıl haksızlık yaptığını görüyoruz.

Tadım iki saatin sonunda bittiğinde katılımcılar birbirlerine iyi geceler diliyor ve hızlı adımlarla hayatlarına dönüyorlar. Bu süre içerisinde hepsine çaktırmadan bakmaya ve kimler olduklarını çıkarmaya çalışıyorum. Görebildiğim tek ortak özellikleri yüzlerindeki ifade. Hepsinin de yüzünde el birliği etmiş gibi kendileri için bu küçük parantezi açmaktan, şu koşturmalı hayatta zevk aldıkları bir şey yapmaktan duydukları mutluluğu yansıtan bir gülümseme var.

Onun dışında pek bir ortaklıkları yok gibi.

Mehmet’i severdim de o gece hobisini zamanla nasıl işi haline dönüştürdüğünü bunu da nasıl hayatının merkezine yerleştirdiğini gördükten sonra daha da sevdim. Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz diyenlere inanmayın. O deyim geçmişe ait.

Mehmet’e ve fırtınaya aldırmadan gelen otuz kişiye bakın. Ve ne yapın ne edin hobilerinize zaman ayırın.

PATATESTEN İBARET GURME MÖNÜSÜ!

İki gece sonra yine Mövenpick’teyim. Lodos daha da azmış. Ama bu kez katılımın yüksek olduğuna adım gibi emin olduğum bir yemeğe gidiyorum. Mutfak Dostları Derneği’nin gala yemeğine...

Otelin yaklaşık on beş yıldır İstanbul’u mesken tutan ünlü şefi Maximilian Thomae, Mama Jatha adını verdiği patatesten ibaret bir mönü hazırlamış.

O gece öğrendim. Mama jatha, Peru yaylalarında yaşayan And yerlilerinin patatese verdikleri admış.

Patatesten ibaret bir gurme mönüsü dediğimde şaşırdığınızı görür gibiyim. Şaşırmakta da haklısınız. Sizin gibi ben de şaşırdım.

Patates hepimiz için düz ayak bir sebzedir çünkü. Sevmesine severiz de ondan müthiş tatlar elde etmeyi aklımızdan bile geçirmeyiz.

Frenklerle Almanlar bu konuda bizden birkaç adım öndedirler ama o kadar.

Oysa Max o gece ne Frenk’in ne Alman’ın eline su dökemeyeceği bir mönü ile çıktı karşımıza.

Salonda onar kişilik dokuz masa var.

Dernek Başkanı Ahmet Örs, yemek öncesi şefle konuşurken mönünün hakkının verilmesi için galanın kaç kişi ile sınırlandırılması gerektiğini sormuş ve ondan doksan kişi olduğu takdirde mutfağın zorlanmayacağı cevabını alınca davetli sayısını sınırlı tutmuş.

Kapıdan girerken gözüme köşeye dizilmiş diş kirası paketleri ilişti. Adınız Mutfak Dostları Derneği, işiniz de bilimsel olarak mutfak kültürünü araştırmak, desteklemek, gönül verenlere arka çıkıp yemeklerden tutun da yemek adabına varıncaya kadar bu kültürü dört bir yanından kucaklamak ise o zaman kapıda da diş kiraları durur elbette.

Türk mutfak kültürünün en hoş geleneklerinden biridir çünkü diş kirası. Ev sahibinin, misafirlere giderken teşekkür etmek için verdiği küçük hediyeler demek olan diş kiraları, yenilen yemeğe, paylaşılan sohbete hürmeten verilirler.

Mutfak kültürü denen şey de özü itibariyle bu demek değil midir zaten?

Mövenpick’teki gala yemeği benim Mutfak Dostları Derneği ile tabiri caizse ilk karşılaşmam. Salonda hem samimi hem resmi bir hava var. Samimiyet birbirlerini uzun süredir tanıdıklarını düşündüğüm, aynı yola baş koymuş insanların bir araya gelmesinden kaynaklıyor. Resmiyet ise o insanların duruşundan. Erkeklerin hepsi değilse de çoğu smokinli, kadınlar zarif ve kadın erkek her üyenin boynunda üye olduklarını belirten, gümüş bir kaşıkla taçlandırılmış bordo renkli regalyalar var.

Üyelerden birinin maharetli eşi, eski regalyaların yerine yenisini yapmış ki elleri dert görmesin. Diğerleri pek bir asık yüzlüymüş çünkü. Biraz hakim cüppelerinin yakaları gibi.

Yemek, Başkan Örs’ün kısa konuşmasının ardından başlıyor. Patates hamsi düeti geliyor önce. Nefis. Ardından patates konsomesi. Enfes. Ana yemek olarak patates mantosunda Japon mantarlı dana. Mükemmel. Sonunda da patates dondurması. İnanılmaz. Ve sürpriz olarak da patates bahçesi.

Sonuç o kadar başarılı ki, Mövenpick otelinin genel müdürü bu denemenin bir gala gecesi ile sınırlı kalmasını istememiş doğal olarak.

İki hafta içinde Mövenpick’e gidenler bu müthiş mönüyü deneyebilecekler. Giderlerse yavan bir tadı olduğuna inandığımız ve genellikle doymak için yediğimiz bu yumrularla ne harikalar yaratıldığını görecekleri kesin.

Şef Maximilan Thomae’ye şapka çıkaracakları da.
Yazının Devamını Oku

Nasıl içki ukalası olunur

22 Kasım 2008
İçki ukalası olunur mu?<br><br>Olunur, hem de pek güzel olunur. Ukalalığın en sevimlisidir üstelik içki ukalalığı.

Düşünsenize bir yere gidiyorsunuz, yanınızdakilerden biri kendine bir cin tonik ısmarlıyor, söze girip cin hakkında kimselerin bilmediği, hadi kimselerin bilmediği demeyelim de meraklısıyla uzmanı dışındakilerin bilmediği bir hikaye patlatıyorsunuz. Cin lafı nereden çıktı biliyor musunuz, diye söze giriyorsunuz, örneğin.

Sonra anlatmaya başlıyorsunuz...

Zamanında alkolü içki değil de ilaç olarak kullanan, o yüzden de adına hayat suyu anlamına gelen Acqua Vita diyen İtalyan rahiplerinden biri, gün gelmiş bu iksire bir tutam juniper yani ardıç eklemiş. Acqua Vita olmuş mu size acqua juniper.

Dönem; ülkeler arası uzun yolculukları sadece tacirlerin, maceraperestlerin ve rahiplerin göze aldığı dönem. İtalya’yı mesken tutan Hollandalı rahiplerden birkaçı ceplerine bu pek hoş ardıç suyunun reçetesini koyup ülkelerine dönmüş ve ona kendi dillerinde ardıç anlamına gelen genever adını vermişler.

Genever’in ünü kısa sürede Hollanda’yı tutmuş. Bu iksiri içenin hastalanmadığına, üstüne üstlük cesaret sahibi olduğuna dair öyle bir efsane yayılmış ki, Hollandalı askerler genever’den bir yudum almadan saf tutmaz, cenke tutuşmaz olmuş. Bu aşırı cesaret İspanyollar’a karşı Hollandalılar’la omuz omuza çarpışan İngilizler’in gözünden kaçmamış. Genever’in tarifi bu kez İngiliz askerleriyle Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluğun başkentine gitmiş, adı uzun lafı sevmeyen halk tarafından gin olarak takdis edilmiş.

Devir en büyük belanın sudan geldiği devir. Kolera salgınının ülkeyi kasıp kavurduğu, veba ile el ele tutuşarak halkı kırdığı bu dönemde sudan korkan herkes akla gelebilecek en kötü koşullarda bu ardıçlı alkolü üretmeye ve tüketmeye başlamış. Kral bakmış halk bu kez sudan değil gin’den kırılacak, iyisi mi mükemmel gin yapımına kadar içkinin üretimini yasaklamış. Sonra her zaman olduğu gibi bir İskoç, Alexander Gordon adlı bir İskoç, alkole ardıçın yanı sıra on beş değişik meyve ve baharat ekleyip tattığında kralın da bayıldığı bir cin üretmiş ve buna London Dry Gin adını vermiş. Başına adını, Gordon’nu da eklemeyi unutmadan elbet.

Şimdi bu hikayeyi dinleyenleri düşünün. Bütün gözlerin size çevrileceğine, bütün kulakların dikileceğine şüpheniz olmasın.

Kimse sıkılmadıysa, belagatiniz de kuvvetliyse buna toniğin hikayesini de ekleyebilir Hindistan’a kadar uzanabilirsiniz. Lafınıza, sıtma salgınıyla kavrulan Hindistan’da görev yapan İngiliz askerlerinin ceplerine konan kininden ve askerlerin içilmesi zorunlu bu zıkkımı yutarken zorlandıklarından başlayabilir, ardından günlerden bir gün hinoğlu hinin biri bu meretin maden suyuyla karıştırıldığında daha kolay yutulabilir olduğunu keşfetmiş, ikinci hin buna biraz şeker eklemiş, adı Schweppes olan üçüncü hin de gidip karışımın patentini almış diye devam edebilirsiniz.

CİN TONİK BÖYLE ORTAYA ÇIKTI

Hindistan’ın kör sıcağında yürürken sağ mataralarından bir fırt cin sol mataralarından bir fırt kininli soda yudumlayan gariban İngiliz askerleri sayesinde ortaya çıkan kokteylin adı neydi peki diye sormak da işin cabası.

İçki, ritüeli en bol, hikayesi en mümbit alanlardan biridir çünkü. Ve en keyifli olanlarından biri. Peki nasıl içki ukalası olunur?

Bunun bin bir yolu yok aslında. Anahtar kelime merak. İçmenin sarhoş olup naralanmak değil, baştan sona bir kültür demek olduğunu bilen meraklı biri zaman içinde içki ukalası olup çıkabilir.

Çıkmasına çıkabilir de tadılan her katrenin hikayesinin peşine düşmek de kolay iş değildir. İnternet, kitap, dergi gibi nispeten kolay ulaşılabilir kaynaklar, gerçekten meraklı birine gün gelir yetmez olur. İşte o zaman yollara düşmek gidip bu meretlerin üretildikleri ülkeleri gezip kendin gibi merak böceğinin soktuğu adamlarla tanışmak gerekir ki, bu da her babayiğidin harcı değildir. Emek ister, zaman ister, para ister. Varsa ne ala.

Merakının peşine düşüp ona emek veren ve bu işe zamanını parasını yatıran kişi an gelir o işin ehli olup çıkar. Bu yolda ömrünü tüketene de ne dendiğini biliyorsunuz. Uzman!

Hevesi uzmanlık değil de sadece ukalalık olan benim gibi biri peki ne yapacak?

N’apacak, bu işi bilenine danışacak.

Ben de öyle yaptım, gittim Ertan’ın adına Bar Training Center dediği ofisinde ukalalığın nasıl öğretildiğinin tadına baktım.

Ertan benim canım. Kendisi ile teşrifim onun on iki on üç yaşlarına rastlar. Yeni yetmeliğin herkese bol akne ve bol sıkıntı dağıttığı yaşlara yani. Sarp’ın arkadaşıydı.

Kaçak oğlum Ömer’le hafta sekiz gün dokuz bize gelir Sarp dahil evde bulunan akranları can sıkıntısından hayali toplar yaparken değdiği her şeyi güzelleştiren o mucize insanlar gibi ortalığa neşe saçardı. Hayata iştahla sarıldığı tombikliğinden belliydi. Merakı, sorduğu sorulardan. Turizm ve otelcilik okudu sonra.

Taa başından beri ne olursa olsun onun, insanlarla bire bir temasta olacağı bir işi olması gerektiğini düşündüm. Okulu bitirdi, evde oturma lüksüne sahip olmadığından dönemin ünlü mekanlarında önce barmen, ardından bar sorumlusu, hep yükselerek hep ilerleyerek çalışmaya başladı. Bütün bu işleri de ne torpil, ne rica, gidip kendi buldu.

İçki merakı o günlere mi rastlar yoksa uzun yıllar çalıştığı içki ithalatçısı Diageo şirketindeki yoğun mesaisine mi dayanır bilmiyorum.

Bildiğim İskoçya’ya gide gele, tada koklaya, okuya dinleye, viskinin sırrını çözdüğü. Sonra da birer birer diğerlerinin: Romun, cinin, votkanın, martinin, tekilanın vesairenin.

Şarabı sever ama ukalalığını etmez. Onun uğruna adanacak ikinci hayat istediğinin farkındadır.

Konyağa bayılır, meleklere düşen paya razı, şmpanyaya her içki sever gibi şapka çıkarır.

İşte o Ertan, kelimenin gerçek anlamıyla çalışıp didindikten, bir ara da ölüp dirildikten sonra gidip kendine Esentepe’de sözünü ettiğim Bar Training Center’ı açtı. Turid ile anlaşmalı olarak profesyonellere ders veriyor, gerektiğinde otellerle çalışıyor, şirketlere danışmanlık yapıyor ve istendiği takdirde özel gün/gece düzenliyormuş.

Ama laf arasında bana içki ukalalığı öğretiyorum demedi mi, bitti. Fırladığımla Esentepe’deki ofise gittim.

Önce minicik yudumlarla viski tadımı ve şatalorla çevrili sisli Skye adasından tutun da viskilere o müthiş isli tadını veren ve sadece İskoçya’da bulunabilen peat kömürüne yığınla viski ukalalığı. Talisker, Glenkinchie, Lagavulin, McAllan derken laf lafı açtı, gelip Teoman Hünal’a ve onun son yazısına dayandı: Martini, James Bond, Dr.No. Karıştırma, Çalkala!

Oradan da Havana Rom’a, derken katıldığı tüm yarışmalarda birinciliği elden bırakmayan ve dünyanın en iyi cinlerinden olduğu söylenen Ten’e, sonunda da yazının başında anlattığım cin tonik hikayesine.

İki saat sonra Ertan’ın yanından ayrıldığımda damağımda Caolica’nın isi vardı. Küfemde de onlarca içki hikayesi...

Meraklısı için: www.ertanengin72@, www.bartrainingcenter.com
Yazının Devamını Oku

Televizyonda yemek programı seyrediyorum

15 Kasım 2008
İki hafta oldu sanırım, kabus bir güne uyanmış olmalıyım ki akşam televizyonda karşıma Yemekteyiz adlı garabet program çıktı. Önce ne olduğunu anlamadım. Birileri, kadınlı erkekli beş kişi, bir masa etrafında toplanmış yemek yemeye çalışıyorlar. Yemektense kavga etmeyi tercih ettikleri açık. İçlerinden biri, yeni kaynana Semra modelimiz olduğunu düşündüğüm sarışın bir kadın, olmaz ki canım bize verilen mönüleri yapmak zorundayız, hani nerede ay adı neydi o telyelle o nerede diye bağrışıyor, yemekleri yaptığı anlaşılan ev sahibi genç alttan aldıkça çaçaronlaşıyor, yetti artık telyelle melyelle yok diye diklenince lafı değiştirip çevir kazı yanmasın yapıyor, mustarip bakışlı bir diğeri hem arayı bulmaya çalışıyor, hem önüne konan üzümlü ekmeğe bakıp ilk kez karnım doydu valla diye diğerlerine taş atıyor, gençten bir çocuk susuyor, telyelle değil fetüçiyne diye düzeltme yapan kameraya işte kültür bu bakışları fırlatıyor ve istisnasız hepsi kin kusup birbirlerinin kuyusunu kazıyorlar.

Sofra desen ortada sofra yok. Yemek desen o da yok. Adap desen hak getire.

Şıkırdam giyinilmiş, eğreti de olsa kravatlar takılmış, sahibinin kim olduğunu zerre ele vermeyen kişiliksiz bir evde, masa başında toplanılmış.

Vıvık vıcık bir mutfak, vıcık vıcık bir sofra, vıcık vıcık bir sohbet. Adı Yemekteyiz, formatı yarışma. Tahtalara tık tık.

Yapımcısı kimse eli dert görmez, bunun gibi programlarla gözümüzü gönlümüzü şenlendirmeye devam eder inşallah!

Gerçekten de ekranların en pespaye yemek programı bu şu sıralar.

Ancak sabah kuşağının gözdesi diğerleri de çok iç açıcı değil.

Sponsor tarafından sağlandığı belli jilet gibi bir mutfak ve gene sponsor tarafından sağlanmış cillop tencere tavayla, yani müthiş sahte bir dekorun önünde elleri eldivenli kadınlı erkekli birtakım insanlar yemek yapıp duruyor. Genellikle yanlarında sunuculuk görevini üstlenen biri daha oluyor. Çoğu zaman da tezgahın ucuna ilişmiş bir konuk. Konuk sonunda tadacak ya, bir an önce yemeğin pişmesini ve eziyetin bitmesini bekliyor, aşçılık görevini üstlenen karıyor, karıştırıyor, kavuruyor, sunucu da programı kurtarmak adına ha babam konuşuyor.

Yapılan yemeklerde bir yaratıcılık yok. Bugün ne pişirsem diyen kıvranan ev kadınlarına yönelik birkaç tarif.

Elbette hepsi birbirinin aynı değil, örneğin Serra Yılmaz’ın sunduğu yapım gibi, yemek programı olmanın ötesine geçen, Tadı Ustasında gibi İstanbul’un iyi lokantalarının aşçılarını tanıtanlar da var ama genel format bu.

Oysa mutfak evin en civcivli köşesidir. Orada sadece yemek değil, hayat da kotarılır.

Yabancı programlarla bizdekileri ayıran da bu zaten.

İster İngiliz, ister İtalyan, ister Fransız hatta Amerikan, yabancı yemek programlarının hemen hepsinde sözünü ettiğim bu hayatiyet var. Kimi dünyanın en basit yemeklerini yapıyor, kimi gerçek usta işlerine soyunuyor ama hepsi dediğim gibi sahici.

Konuklarını ağırlarken de, kameraya konuşurken de, alışveriş yaparlarken de bu böyle.

Yemek programı izleyen insanın iştahı ve merakı kabarmalı, ağzı sulanmalı diye düşünüyorum.

Televizyondaki kuruluk internetteki yemek sitelerinde de görülüyor.

Çoğu belli ki bir heves başlanmış sonra yarım bırakılmış işler. Örneğin bir Ebru var, belli ki gecesini gündüzüne katmış ve sayfasına bir hafta boyunca dört yüz tarif girmiş. Hepsi o haftanın tarihini taşıyan dört yüz tarif. Elbette tümünü okumadım ama göz attıklarım vasat ötesi, berbat şeylerdi.

Afiyet Olsun.com gibi görece olarak daha iddialı sitelerde de bir tasarım sıkıntısı göze çarpıyor. Bir sayfadan diğerine kolayca geçemiyor, belli noktalarda sıkışıp kalıyorsunuz.

Yakında açılacağını bildiğim İyi Yemek.com’u dört gözle bekliyorum ama beklerken de boş durmuyor yabancı sitelere göz atıyorum.

Şeflerin sayfaları birebir kendilerini yansıtıyor. Ağırbaşlılar, kallaviler ya da Jamie Oliver gibi yerinde duramayan genç şefler. Açık, sarih, bol fotoğraflı ve gerçekten denemek isteyeceğiniz yemek tarifleriyle dolu siteler bunlar.

www.elleatable.fr mesela Fransızca bilen yemek düşkünlerinin mutlaka göz atması gereken adreslerden biri.

Bir de www.esperya.com var ki, bulunmaz nimet. Yemek sitesi değil, online bir satış merkezi. İtalya’nın tüm bölgelerinden aklınıza gelebilecek her malzeme burada satılıyor. Kooperatif olduğu için İtalya’ya gitseniz bile alamayacağınız ucuzluk ve tazelikte binlerce ürün. Taze makarnadan çeşit çeşit mostarda’ya, salam sucuktan bin tür peynire ne ararsanız var. Ismarlıyor ve kırk sekiz saat sonra kapınızın çalmasını bekliyorsunuz.

Bir adres de buralardan.

Salam sosis meraklılarına.

www.thesausageking.co.uk

Bodrum’u mesken tutmuş bir sosis delisi İngiliz’in sitesi.

Kimi günler vardır hani, güne güzel başlarsınız.

Biri sizden önce kalkıp kahveyi hazırlamış, kokusu evi sarmıştır. Kahvaltı sofrası çoktan kurulmuş, gazeteler gelmiş, bonus olarak da pencere pervazına bir sığırcık konmuştur.

İşte böyle başlayan günler mucize gibidirler.

Çetrefilli işleriniz bile bir çırpıda çözülür, ne durakta taksi biter, ne trafik sıkışır, gün su gibi geçer ve insan yaşadığına şükreder ya böyle günlerde, yaptığınız her işe bir iyimserlik siner.

Bir de kabus günler vardır ama.

Sabah kalkar ve gözünüzün çapağını temizlemeden sorunlarla boğuşmaya başlarsınız.

Her işiniz ters gider.

Bilin ki memurun en tersi, şoförün en zevzeği, haberin teresi gelip sizi bulacak, gün boyu kifayetsiz birileri ayağınıza dolanacaktır.

İşte böyle günlerde de yaptığınız her işe bir karamsarlık siner.

Bir önceki gün kahve kokusuyla pırıl pırıl İstanbul’a uyandım.

Dün hödüğün birinin telefonuyla yağmurlu bir güne. Gün de yazı günüm.

Yazıyı bitirdiğimde üstüne sinen sinik tonu sevmedim.

Sil baştan. Gene olmadı.

Olumlu bir şeyler karalayamasam da, bari olumsuz birşeyler yazmayayım, işi ortada bırakayım istiyorum, olmuyor, o sinik ton gelip yazıya kuruluyor.

Sinik insan, sinik konuşma, sinik tavır kadar da sinirime dokunan şey yoktur üstelik.

Başka bir konu bulmalı.

Kaç zamandır yemek programları ve internet siteleri üzerine yazmak istiyordum.

Türkiye’de yapılan programlarla yabancı patentliler arasındaki farka değinmek ve bir iki internet sayfasından söz etmek.

Yemek programlarına geçmeden yarışma olduğunu sandığım Yemekteyiz’e değineyim önce. İçimde kalmasın.
Yazının Devamını Oku

Ben, dokuzuncu kattan Figenna Baturova

1 Kasım 2008
Hocanın tavşan suyunun suyundan üç çorba çıkar da, dört günlük sarı yaz gezisinden iki yazı çıkmaz mı? Çıkar, hem de nasıl çıkar.

Laf ola torba dola misali de değil üstelik. Geçen hafta girizgahı uzun tuttuğumdan değinemediğim koca bir Keskinoğlu Tavukçuluk var bu bir, dönüş yolunda gidip kaldığımız Çeşme Sheraton var bu iki, yolu uzatmayı göze alarak uğradığımız Tire’deki ünlü lokanta var, bu da üç. Bir de Cihangir, etti mi size dört. Hoş onu bir yazıya sıkıştırmak olmaz, başlı başına bir yazı konusu kendisi o da ayrı./images/100/0x0/55eb6404f018fbb8f8be133f

İçlerinde üzerine en az laf edilecek olanı Tire’deki lokanta. Nedenine gelince, yıllardır öyle değişik ağızdan öyle ballandıra ballandıra anlatıldığını dinlemişliğim var ki, anlaşılan iyi yemek yenen bir dağ lokantasından çok daha fazlasını hayal etmişim.

Yolu kırk beş dakika uzatmanıza değdi mi, diye sorarsanız hemen evet derim, ama bu yediğimiz içtiğimizden çok güzergahın güzelliğindendi diye de eklerim.

Sağlı sollu ekili tarlalar arasından geçip, her biri birbirinden güzel küçük dağ köylerini ardınızda bırakarak Söke Ovası’na kuşbakışı bakan Kaplan Çağdaş lokantasına geliyorsunuz. Kaptan Çağdaş, dağdan akan buz gibi suların ortasında, asma çardaklarının gölgesinde kurulu masalarıyla şirin bir lokanta. Biraz da özellikleri olan ot yemeklerinin mevsimi olmadığından, ünlü Tire köftesi, bahçelerinde yetişen bostan patlıcanıyla yaptıkları mezeler ve gerçekten başka bir yerde yeme şansı bulamayacağınız müthiş biber kurutması ile yetinmek zorunda kaldığımız yemekleri güzel olmasına güzel, ama o kadar. Yok İstanbul’dan kalkıp bir günlüğüne Tire’ye gitmeler, yok sadece Tire kebabı yemek için düzenlenen toplu geziler bence fazlasıyla abartılmış hikayeler.

Gelelim Keskinoğlu Tavukçuluğa...

Gözünüzü kapayın ve iki yüz elli bin tavuğun yüz otuz metre uzunluğundaki koridorlarda yan yana yaşadığı, ısının her daim yirmi bir derece tutulup her daim soluk sarı ışıklarla aydınlatılan ve koridorun ucundan bakıldığında dalgalanan bir ibik deniziyle karşılaşılan büyük bir kümes düşünün.

Öyle bir kümes ki, koku yok. Garibanlardan biri hastalanacak ya da ölecek olsa şıp diye anlaşılan, hangi tavuğun kaç yumurta yumurtladığı baştan belli bir kümes. Hayvancıklar ömürlerini balık istifi bu kümeste geçiriyor ve altmış beş hafta sonra da kesilip kart yani ucuz tavuk olarak belirli yörelere satılıyorlar. Bu altmış beş hafta içinde de işlerini yapıyor yani yumurtluyor yumurtluyor yumurtluyorlar. O yumurtaların her biri yürüyen bantlara düşüyor, devrile yuvarlana saat başı değiştirilen bir elemanın önünden geçiyor, kırıklar çatlaklar bir kenara ayrıldıktan sonra bu kez içlerini gösteren bir ışık testine tabi tutulup orada da sarısı nasıldır, çift midir kanlı mıdır eleniyor ve günlük olarak piyasaya sürülmek üzere paketleme bölümüne yollanıyorlar.

Kesimhane tesislerini iyi ki gezmedim, çünkü gezsem bir daha ağzıma tavuk sürmeyeceğimden adım gibi emindim.

Bundan böyle çift sarılı yumurta yemeyeceğim gibi.

Meğer strese giren tavuk çift sarılı yumurta verirmiş. Huysuzlanan hayvanın döl yoluna bir yerine iki yumurta düşer ve genellikle normalden iri bu yumurtaları yumurtlamaya çalışan tavukcağız da zorlanmadan ötürü telef olup gidermiş.

Tavukçuluk dünyasında buna, arkası çıkmak deniyor.

Anladınız sanırım.

Keskinoğlu tesisleri insanı etkileyecek büyüklük ve modernlikte entegre tesisler. Üstelik bunu yaratanın böbürlenmekten hiç hoşlanmayan, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, kazandıkları her kuruşla gene yatırım yapan ve yaklaşık iki bin kişiye iş imkanı yaratan bir aile şirketi olduğu düşünülürse, insan etkilenmenin de ötesine geçip hayranlık duymaya ve Türkiye bir yere gidecekse eğer, işine canı gönülden bağlı böyle çalışkan ve mütevazı insanlarla gidecek diye düşünmeye başlıyor.

TERK EDİLMİŞ ÇEŞME’NİN KALABALIK OTELİ

Dönüş yolunda Çeşme’ye uğramaya daha yola çıkmadan karar vermiştik.

Sheraton’ın Satış ve Pazarlama Müdürü Cihangir Canıyılmaz’a uzun süre önce verilmiş bir sözüm vardı. İlk fırsatta Çeşme’ye gideceğimi ve mutlaka onu ve oteli göreceğimi söylemiş, ama gel gör ki verdiğim sözü yerine getiremiştim.

Urla’da küçük bir mola veriyor ve Alaçatı üzerinden Çeşme’ye geliyoruz.

Şair bu ne biçim Kars böyle bir kenarda, der ya o güzelim şiirinde, ben de sokaklarında in cin top oynayan kasabaya bakıp bu ne biçim Çeşme böyle diye düşünüyorum. Limanda yükleme yapan bir iki işçi, en civcivli yer olması gereken çarşı tenha ötesi, önünden geçtiğimiz hemen hemen bütün evlerin panjurları inik. Tamam geçmesine yaz geçti ama Urla’da az da olsa bir kıpırtı Alaçatı’da hayat olduğunun işaretleri vardı. Peki neden burası ölü toprağı serpilmiş gibi?

Terk edilmiş sayfiyelerin insanda hüzün yaratan bir yanı vardır ya hani, Çeşme’ye adım attığım anda hüzünleniyor ve bir bahane bulsam da Sheraton’a şöyle bir uğrayıp kaçsam diye düşünmeye başlıyorum.

Gider oteli gezer, Cihangir ile bir kahve içerim. Gittim mi gittim. Sözümü tuttum mu tuttum. Akşam akşam Bodrum’a dönmek de şart değil, olmadı Alaçatı’da konaklarız, gözümüze kestirdiğimiz Tuval’de yemek yeriz diye kurarken Sheraton’a giden yola sapıyor ve bahçe kapısından girer girmez şaşkınlıktan dilimizi yutuyoruz.

Sen misin Çeşme’ye ölü toprağı serpilmiş diyen?

Ben diyeyim beş yüz, siz deyin bin kişi arı kovanı gibi merdivenlerden inip çıkıyor ve kuyrukta bekleşen otobüslere binip bir yerlere gidiyorlar.

Kılık kıyafetlerine bakılırsa turist değiller, iş adamlarıyla iş kadınları desen o da değil, tatil yapmaya gelmiş bir grup desen hiç değil.

Lobiye adım atıyor ve karşımıza çıkan koca afişi görmemizle işin sırrını çözüyoruz: Bütün bu kadınlı erkekli grup, Türkiye’nin dört bir yanından onuncu ulusal kongreye katılmak için gelen kalp ve damar cerrahları.

Tam o sırada Cihangir’i görüyorum. Işıldayan insanlar vardır ya hani, içi dışı bir, neşeli ve ışık saçan insanlar, işte sesine aşina olduğum halde yüzü bana yabancı Cihangir de onlardan biri.

Lobideki kalabalığa hálá şaşkın gözlerle baktığımızı görünce, bu kalabalığa alışkın olduklarını, otelin yaz aylarında tatillerini burada geçiren müdavimlerle dolup taştığını, yılın geriye kalan zamanı da iki bin iki yüz kişilik convention center’dan ötürü, tıklım tıklım dolduğunu anlatıyor. Bunun çevre oteller için de fırsat yarattığını ekleyip bizi odamıza götürmek üzere öne düşüyor.

BİN METREKARELİK OTEL ODASI

Kapıda gördüğüm kalabalıkla dilimi yutmuş olan ben, kapısından girdiğim oda ile bu kez küçük dilimi yutuyorum.

En üst katta bulunan, adına oda denebilirse bu oda, önünde uzanan yüzme havuzlu dev terası, çatısındaki helikopter sahası, çeşitli köşelere serpiştirilivermiş oturma birimleri, iç içe geçen odaları, banyoları ve iyi bir ev kadının ancak hayalini kuracağı ebattaki mutfağı ile tam bin metrekare.

İlk sorum ister istemez burada kimlerin kaldığı oluyor.

Cihangir şimdi adını unuttuğum bir Rus oligarktan söz ediyor. Nikel kralıymış. Başkası diye üstleyince karşıma başka bir Rus daha çıkıyor.

Hiç Türk yok mu diye sorunca ağzından Kenan Doğulu ve Serdar Ortaç’ın adlarını alıyorum. Ama ötesi onda gizli.

Otellerin kral daireleri olarak addedilen bu tür dairelerini az çok bilirim. Kalmışlığım değilse de görmüşlüğüm vardır. Bu meret ne yalan hiçbirine benzemiyor. İnsana evet belki konfor ama ondan da ötesi büyük bir yalnızlık sunuyor.

Çeşme Sheraton kaplıcalarıyla ünlü ya, Cihangir ertesi günün bizim yenilenme günümüz olmasına karar vermiş. Sabah Bali evinde masajla başlayan, ardından taş terapisiydi, yağ terapisiydi devam eden, sonunda da litrede üç yüz yirmi gram mineralleriyle Türkiye’nin en zengin kaplıca suyu olduğu söylenen havuzlarda yirmi dakikalık arınma seansıyla biten bir program.

Bali faslından sonra pes ediyor, kendimi karınca gibi hissettiğim odaya çıkacağıma insan kaynayan lobideki kahveye oturup bir soda söylüyorum.

Akşam Rasim Usta’nın cibesli, hardalotlu ege mezelerini ve sütlü levreğini yiyeceğiz.

Artık kalkmam ve hazırlanmak için yukarı çıkmam gerek.

Bir garson hesap pusulası için oda numaramı ve adımı soruyor. Bir an düşünüyor ve dokuzuncu kattan Figenna Baturova diyorum.
Yazının Devamını Oku

Erken hasat, özel bir tat

25 Ekim 2008
Bağbozumu, evet, bir iki kez bağbozumuna gitmişliğim vardır da erken hasat şenliği? Geçen hafta sonuna dek zeytini bir dalında gördüm bir de masada.

Nasıl toplandığını filmlerde izlemişliğim vardır.

Nasıl kırıldığını, taş dibeklerde nasıl ezildiğini, önce soğuk ardından sıcak su verilerek nasıl süzüldüğünü de kitaplardan okumuşluğum.

Bir de küçük bir arkadaş kafilesinin Artun Ünsal öncülüğünde Gebze’den Edremit’e, oradan da Ayvalık’a kadar, adı Ege ile özdeş bu mucize meyvenin izini sürmelerinin hikayesini ağzımın suları akarak dinlemişliğim.

Döndüklerinde hepsi ağız birliği etmişçesine zeytinyağının hasının erken hasat yağı olduğunu söylüyor ama bu şişelenmesiyle bitmesi bir yağı bulmanın zorluğundan dem vuruyorlardı./images/100/0x0/55eb2bbaf018fbb8f8afe990

Aklımın bir köşesine Erken Hasat lafının kazınması o günlere rastlar.

Diğer kazılı köşenin müsebbibi Yurtsan Atakan.

Yurtsan bundan bir iki yıl önce, zeytinyağı ve o aralar piyasaya yeni çıkan Ravika markası üzerine bir yazı yazmıştı.

Onun yazdıklarını önemserim.

Durduk yere kimseyi övmez. Bir şeyi övüyorsa eğer, o şey övülecek bir şey olduğu içindir. Yeri geldiğinde şaraptan da söz eder, yemekten de. Yeni bir teknolojiden de.

İyi bir şaraba mı rastladı, önce şarabın özelliklerini sıralar, nelerle iyi gideceğini anlatır önerir, denerseniz mutlu olursunuz der, dener mutlu olursunuz.

Gider bir yerde yemek yer, şef iyidir diyorsa bilin ki söz ettiği şef sıradan bir şef değildir.

Uzmanlık alanına girmiyorum bile ama şu teknolojiyi edinin dese, özürlü olmama rağmen kuyruğa ilk gireceklerden biri olacağım kesin. İşte yazısını da sözünü de ciddiye aldığım Yurstsan, adını hiç mi hiç duymadığım bir markadan söz edince aklımın ikinci köşesine Ravika adının yazılması da bundan.

Hafta sonu tam toparlanmış İstanbul’a dönmeyi düşünürken, programı iptal edip apar topar Akhisar’a gitme nedenimin başında işte bu iki köşe var.

Bir de sevgili Ahmet Örs.

Bilenler Ahmet Bey’e duyduğum saygıyı da bilirler.

Yaptığı işi onun kadar ciddiye alan, gönül veren, iz süren, Türk mutfağının tanıtılması için onun kadar çalışan, yazan, çizen, yol gösteren, küçük üreticiden büyüğüne işinin ehli herkesi önemsemekle birlikte hepsine eşit uzaklıkta durmasını bilen, yeri geldiğinde de hadsizlere hadlerini bildirmekten çekinmeyen pek az insan tanıdım.

Hal böyle olunca onun dedikleri de unutulmuyor doğal olarak. İşte yeri bende ayrıdır dediğim Ahmet Örs, bundan birkaç yıl önce birlikte katıldığımız bir gezide

ortalık tam da kuş gribinden inler, tavukçuluk sektörü düşen satışlar yüzünden can çekişirken, İzmirli bir üreticiden söz etmiş ve gezdiği tesislerin kendisini nasıl etkilediğini anlatmıştı: Söz ettiği şirket Keskinoğlu şirketiydi.

Ahmet Bey’den dinlediğim için Keskinoğlu adı da mimlenmişti elbet.

İki günlük Akhisar çıkarması için gelen davet ne içindi peki?

Erken Hasat Şenliği.

Kimin davetlisiydik? Ravika’nın.

Ravika kimindi? Keskinoğlu Şirketler Grubu’nun.

Daveti ikiletmeden kabul etmemin, Bodrum sefasını bitirip İstanbul’a dönmek yerine kara- yolundan Akhisar’a yollanmamın nedeni işte bu.

Ege’de sarı yaz hükmünü sürmekte. Bayram boyu bardaktan boşanırcasına yağan yağmurların kesilmesinin ardından güneş yeniden yüzünü gösterdi ve ortalık puslu bir sarıya kesti.

Yaz boyu kavrulan, önce sararıp sonra bozaran tepeler de yeniden yeşile.

Karayolundan İzmir’e gitmeyeli epey bir zaman olmuş. Hayran hayran çevreme bakıyorum. Bafa Gölü, Söke Ovası, yolu uzatmayı göze alarak gittiğimiz kestane ağaçlarıyla dolu dağ köyleri, kimi ekili kimi nadasa bırakılmış tarlalar bu puslu sarı ışığın altında öyle güzeller ki, bu toprakların insan eli değmediği sürece cennetten bir parça olduğuna yeniden inanıyorum.

Köyler çirkinlikten nasiplerini şükür almamış.

Ama kasabalar, şehirler?

Felaket çirkinler.

Sonunda kaybolduğumuz için biraz da geç kalarak Akhisar’a ulaşıyoruz.

Daha doğrusu Akhisar’daki Ravika köyüne.

Ne yalan, yola çıkmadan oralarda bir yerde Ravika diye bir köy olduğunu ve bundan iki yıl önce zeytinyağı işine giren grubun 1800’lerden kalma olduğu söylenen o eski köyü restore ettirip şirket merkezini oraya kurduğunu sanıyordum. Yol boyunca acaba Akhisar’ın neresinden sapacağız, içinden geçip mi gideceğiz, gelmeden mi döneceğiz diye haritayı incelemem Ravika diye bir köy adına rastlamayınca da haritanın basıldığı tarihte Ravika herhalde terk edilmiş bir köydü diye hayli garip bir akıl yürütmesinde bulunmam da bu yüzden.

RAVİKA KÖYÜNÜN SIRRI

Tam Akhisar’a gelmek üzereyken telefon çaldı ve Seda bize nerede olduğumuzu sordu. Akhisar’dayız dememizle birlikte de aman dönün demesi bir oldu.

Davetli grubun bizim dışımızda olanları sabah uçağıyla İstanbul’dan İzmir’e geldiklerinden çoktan Akhisar’a varmışlar. Köy kahvaltılarını yapıp hasada katılmışlar.

Sen yıllardır erken hasat diye tuttur, sonra İzmir otoyolunun çıkışını kaçırdığın için işin en önemli bölümünü kaçır.

Olacak iş mi?

Seda sesimin tonundan anlattığı yeri anlamadığımı sezince telefonu başka biri alıyor ve tok bir ses bana tane tane biraz önce önünden geçip gittiğimiz Keskinoğlu tesislerini tarif etmeye başlıyor.

Aslında tarife hacet var, çünkü yirmi altı kilometre boyunca sağlı sollu uzanan Keskinoğlu tesislerinden hangisine gideceğiz?

Sonunda önündeki bayraktan ve yemyeşil bir bahçe ortasına kurulmuş ikiz villalardan buluşacağımız noktaya geldiğimizi anlıyor ama gördüğüm yer köye benzemediğinden oradan alınıp haritada bile izini bulamadığıma göre oldukça küçük ve sapa olduğunu düşündüğüm köye götürüleceğimizi sanıyorum.

Hayır efendim, meğer Ravika köyü denen köy, benim sandığım gibi restore edilmiş eski bir köy değilmiş.

Keskinoğlu Ailesi, dedelerinin anısına, yaşadıkları evlerin ardına, aslı Yunanistan’da olan Ravika köyünün replikasını yaptırmış.

Biraz hüsrana uğruyorum ne yalan.

Ben ki etnografya müzelerini bile sevmem, orada şirin bir köy kahvesi, burada yer masası, yerel giyisili birkaç manken, duvarlara asılı işlemeler, ııh bana göre değil.

Ama zeytinyağı tadımı tam bana göre. Hasadı kaçırdım belki ama tadımı kaçırmıyorum.

Hiç kuşkusuz zeytinyağının hası, hemen hiçbir zaman piyasaya sürülmeyen, üreticinin kendine sakladığı zeytinyağı. O da aslında hiçbir işlemden geçmeyen, zeytinin, eti silindire değmeden, yüzü su görmeden bıraktığı yağ.

Tadım yapılacak yağhaneye girdiğimde önümde tam da bu zeytinyağı ile dolu dört kazan durduğunu görüyorum. Trilye, Edremit, Domat ve Uslu yörelerinden gelen yeşil zeytinyağlarıyla dolu dört kazan.

Sonradan adının Savaş olduğunu öğreneceğim bir bey, bir yandan kazanları dolduran üzeri ince bir köpükle kaplı yağların özelliklerini anlatıyor, diğer yandan elindeki kepçeyle tombul bardaklara renkleri altın sarısından zeytuniye uzanan bu yağlardan dolduruyor.

Sesinde ve bakışlarında öyle bir gurur var ki, yaptığı işe aşkla bağlı olduğunu hemen hissediyorsunuz.

Ailenin üçüncü kuşak temsilcisi, tebeşir çizgili lacivert takım elbisesinin paçalarını lastik çizmelerinin içine sokmuş Keskin Keskinoğlu ile de orada tanışıyoruz. O da öyle. Onun da bakışları parlıyor. O da iki yıl önce başlayan bu serüvenin geldiği yerden belli ki çok memnun.

Tadıma geçiyoruz.

Ben Edremit yağı ile başlamak istiyorum.

Ne de olsa Edremit yöresi, zeytin denince akla gelen ilk yerlerden.

Ardından Uslu, derken Trilye, derken Domat geliyor.

Her tadım arasında küçük ekmek parçaları yiyor ve ağzımızı temizliyoruz.

Aslında bardağa zeytinyağını koyup şarap gibitattık dediğimde çok kişinin yüzünü buruşturacağını hayal edebiliyorum. Ama değil. Çünkü Savaş Bey’in köpükleri sıvazlayarak tombul bardaklarımıza doldurduğu sıvı bildiğimiz zeytinyağlarından değil.

Favorim Trilye ve Edremit.

Sonra dolum tesislerine gidiyor, üstümüze önlüklerimizi, ayağımıza galoşlarımızı, başımıza bonelerimizi geçiriyor ve titizliği ile tanınan Ahmet Örs’ün, zeytinyağı mikrop tutmaz ki bu kadarı da fazla değil mi serzenişi eşliğinde Çin’den Malezya’ya dünyanın yirmi yedi ülkesine yollanmak için şişelenen zeytinyağı fabrikasını geziyoruz.

Bir köşede genç bir kadın, Eylül adı verilen Erken Hasat yağ şişelerine etiketlerini yapıştırıyor.

Ne de olsa erken hasat özel bir tat.

O yüzden her şeyi elle yapılıyor.

Zeytin tam olgunlaşmadan toplandığı için elle toplanıyor.

Sıcakla temas etmeden yirmi dört saat içerisinde soğuk sıkım yöntemiyle üretiliyor ve meyvenin tadı, kokusu özelliğini kaybetmeden olduğu gibi yağına geçiyor.

Hava ve ısıdan uzak saklandığı takdirde iki yıl boyunca bu özelliklerini koruyabilen erken hasat yağları ne yazık ki fazla miktarda üretilemiyor. Zaten bu üretimden amaç para kazanmak da değil. Tüketiciyi mükemmel bir lezzetle buluşturmak. O yüzden raflarda Eylül’e rastlarsanız kaçırmayın derim.

Ve mutlaka çiğ olarak tüketilmesini öneririm.
Yazının Devamını Oku

Amerikan sapığı

18 Ekim 2008
Bayramın son günü tam yazımı bitirmiş yollamaya çalışırken gözüm MSN’den gelen bir mesaja ilişti. Fazla albenili, kimden geldiği meçhul bir mesaj. Aç tuşuna basmamla ekranın maviye kesmesi ve karşımda yanar söner ünlemler eşliğinde bilgisayarınız çöktü diyen koca bir ibarenin belirmesi bir oldu. Önce anlamadım.

Sonra telefona sarıldım ve ağlamaklı bir sesle bu işlerle haşır neşir olduğunu bildiğim Tolga’yı aradım. Cümlemin sonunu bile getiremeden teşhisi koydu: Virüs dedi. Ne virüsü, nereden geldi, nasıl bulaştı? Benim bilgisayarda virüs savar yok muydu? Peki ne yapacağım? Bu mereti çöpe atıp yeni bir tane mi alacağım? İçinde yazdığım ve çıktı /images/100/0x0/55ea2255f018fbb8f86d52a5almadığım koca bir dosya var. O da mı gitti?

Etrafa sırf eğlence olsun diye virüs saçan bu melunlar kimler, diye bağrışa durayım Tolga, bilgisayarını yolla kurtarabildiğimi kurtarayım dedi ve telefonu kapattı. Elimde ahize, gözüm halen yanıp sönmekte olan mavi ekrana dikili öylece kalakaldım. Yazıyı zaten zar zor, otuz dokuzu geçen ateş eşliğinde, etlerim satır kıyması misali pare pare dökülürken yazmışım, bilgisayar da gitti gider, koca kadın oturup ağlamaya başladım.

Ne bayramdı ama. Borsa çöktü, bilgisayar göçtü, önce ben sonra Mus derken Zıpkın, çaktı mı yatıran gribe yakalandık, beklediği yerden beklemediği büyüklükte kazık yiyen oğlan surat bir karış İstanbul’dan geldi, geldiği gün babam şeker komasına girdi, ona üzülen annemin tansiyonu fırladı, ikisi de hastanelik oldu, demeye kalmadı hava kapadı, gök delindi, çatı aktı, depo taştı, yedi düvel bayram tatilinde olduğundan biri akmaya diğeri taşmaya devam etti, önünde yarı baygın yattığımız televizyonda insanı kahreden haberler birbirini izledi, Aktütün’den, Diyarbakır’dan akın akın şehit cenazeleri geldi, Türkiye acıyla hop oturup hop kalktı, ekonomik kriz Amerika’dan Avrupa’ya sıçradı, Merkez Bankası başkanlarının elleri ayaklarına dolandı, faizler indirildi olmadı, yardım paketleri açıklandı tutmadı, bizimkiler bayram tatilinden ötürü borsa kapalı diye zil çalıp oynadı, İzlanda ülke olarak iflasın eşiğindeyiz dedi, G8 başkanları kriz masası kurdu, Erdoğan hamdolsun bize bir şeycikler olmaz diye kulağını çekip tahtalara vurdu, dolar fırladı, zamanında ekonomik istikrar adına canı gönülden AKP’ye destek veren iş dünyası aman dikkat diyecek oldu, toz konduramadığı başbakan tarafından yerden yere vuruldu, hem yaygaracı yaftasını hem çıkarcı damgasını yedi... derkeeen toz duman arasında on günlük tatil bitti. Ahh unutmadan sorayım, bayramın adı sahiden neydi?

Ramazan mı? Şeker mi?

Bayram sonrası nekahet dönemini de bu minvalde geçirdim.

Minvalden kastım televizyon karşısında. Hayatımda hiç bu kadar ekonomi haberi izlemedim desem yeridir.

Lot terimini çapraz bulmacalardan öğrenmiş biri olarak şaşırtıcı bir durum değil bu aslında. Arada Asaf Savaş’lı Eko Diyalog’a gözüm takılsa da ne konuşulanları anlayacak ne tartışılanları sorgulayacak bilgi birikimine sahip olmadığımdan, ekrana iki dakika baktıktan sonra başka kanala geçerdim.

Ama bu kez durum farklı.

Sabah gözümü açar açmaz Cnbc-e yi açıyor ve gün boyu gözümü ayırmıyorum.

Kurtarılacak gemim olduğundan değil.

Zaten krizlerle yoğrulmuş bünyeye fazladan bir kriz eklense ne olur eklenmese ne olur?

Ama dünyanın mendil gibi dört tarafından tutuştuğunu ve bu yangından kurtuluşun sanıldığının aksine fazlasıyla uzun ve fazlasıyla sancılı olacağını düşünüyorum.

Gözümüzün önünde İkiz Kuleler gibi bir sistem çöktü.

O saldırıdan sonra dünya eskisi gibi olmayacak denmişti ya, içimde bu çöküşten sonra da dünyanın eskisi gibi olmayacağına dair bir his...

Bu da bana Wittgenstein’ın ünlü lafını hatırlatıyor. Hani yapmak değildir önemli olan, yıkmak da değil, önemli olan üçüncü yolu bulmaktır der ya bu içinden çıkılmaz feylesof, peki çöken ekonomik sistemin yerine ne konulacak, üçüncü yol nasıl bulunacak?

Böyle kitlesel yangınlarda gözler hemen piromanları arar. Kibriti kimin çaktığı, benzini kimin döktüğü araştırılır.

Bu kez suçluyu bulmak uzun sürmedi. Kriz Amerikan finans sektöründe patlak verdiğine, Amerikan finans sektörü de Wall Street demek olduğuna göre gözler Wall Street’e dikildi. Daha doğrusu Wall Street denince akla gelen, 175 dolara hamburger yiyip bir hamburgere bunca parayı nasıl ödediklerini soranlara da yanda verilen patates kızartması ile kolanın bedava olduğunu söyleyen kibirli heriflere.

Bulunmasına suçlular bulundu, ekonomik sistemin bu zibidiler yüzünden çöktüğü konusunda herkes hemfikir ama bu açıklama nedense bana inandırıcı gelmiyor.

Sayıları ne kadar kabarık olursa olsun, sistemin sadece gözünü hırs bürümüş bu yarasalar tarafından yerle yeksan olduğuna inanamıyorum.

Lehmann Brothers CEO’sunun kongrede sorguya çekilirken, evet, almasına yılda 350 milyon dolar prim aldım ama bankanın politikasını belirlerken unutmayın ki yanımda Merkez Bankası başkanı vardı, dediğini de unutmuyorum.

Lotun ne demek olduğunu çapraz bulmacalarda çözmüş biri olarak bu krizin gerçek nedenini bulup çıkarmam düşünülemez.

Harıl harıl bilgisine güvendiğim insanları okumaya çabalamam da bu yüzden.

Televizyonda izlerken zaplayıp geçtiğim Asaf Savaş, geçen günkü yazısında krizi doğru okuyan birinden mi söz etti; gelsin www.amazon, evvel emir hayranı olduğum ama ne yalan son yıllarda söyleşilerinden başka bir şeyini okumadığım Chomsky mi aklıma düştü, gitsin www.amazon, bir zamanlar Otto Sik diye biri vardı www.amazon, Frenk gazetesinde tüm bu gelişmeleri öngörmüş bir sosyoloğun kitabından söz ediliyor, gene Amazon, parmak tuşta edindiğim geçici bilgisayarla habire kitap ısmarlıyor, her gün sevgili yolu bekler gibi postacı yolu gözlüyorum.

Gözüm de bir yandan yükselen dolarda.

*

Bodrum’daki kitaplığım fena yoksul.

Yaz okumaları denen türedi okuma kitapları ve dön dön okumaktan bıkmadığım kara gün dostlarının kitapları dışında raflarda dişe dokunur bir şey yok.

Ece Edip, Turgut Cemal... İnsanı her daim kurtarırlar da bu kriz ne krizi isteseler de anlatamazlar.

Kendi mobilyanızı kendiniz yapın, bahçenizi kendiniz donatın türünü de at bir yana.

Aaa o da ne?

Bir adet tuğla gibi Amerikan Sapığı.

Hani şu Bret East Ellis’in filme de çekilen ünlü kült romanı.

80’lerde Wall Street’te çalışan, Manhattan’ın en afili bölgesinde mükemmel bir evde yaşayan, iyi okumuş, güzel kadınlara meyyal, beyni amiral battı kutularıyla dolu, atış yapıp batırmayı hayatın ilkesi bellemiş, tüketmeyi de öldürmek kadar seven her ikisini de keyif aldığı için hayata geçiren ya da hayata geçirdiğini hayal eden gözü kara sapığın öyküsü değil miydi bu?

Raftan çıkardığımla okumaya başlıyorum.

Okudukça da kitaba gömülüyorum.

Kitabın kahramanı Patrick Bateman yakından tanıdığım birine o kadar benziyor ki.

Romanda Bateman aracılığıyla anlatılan hayat gelip aynı noktaya dayanıyor: Doyumsuzluğa.

Bu öyle bir doyumsuzluk ki ne para ne parayla gelen iktidar, ne başarı, ne dünya nimetlerinden nasiplenme, ne güzel kadınlar, ne sahte dostlar, ne gece kulüpleri, ne kokain, ne son model cipler, ne hızlı tekneler, ne sırf diğerlerinde var diye edinilen saatler, kalemler, elbiseler, ne şıpsevdi barlarında atılan tekler, zil zurna tek atarken bile tongaya düşmeme çabası, paytak dille ısmarlanan Belveder’ler, kristaller, yığılmalar, kalkmalar, titrek bacağın üzerinde durmayı şahlanma sanmalar, bedel ödenmeyeceğine duyulan o tuhaf inanç, kimi zaman insanı esir alıveren o garip utanç, o utançtan kurtulmak için kaçmalar, kapanmalar, yeterli zaman geçtiğini sanıp ortaya çıkmalar, haksız olduğunu sezdiğinde babalanma, babalanırken haddini aşma, dünyanın kendi ekseninde döndüğünü sanma, hayır diyene hayırsız deme, sevgilim dediğini dövme, kutsal bildiğini öldürme ve paraya duyulan o arsız iştah.

İşte Ellis’in Amerikan Sapığı!

Duraladım.

Gözümün önünden bir misket gözlü geçti.

Amerikan sapığı mı?

Müttefiğinde de bunlardan var dedim.

Kitabı kapattım, kahramanı efelenmeye bayılan biri olan küçük bir risale yazmaya başladım.
Yazının Devamını Oku

Saatin, zamanı göstermekten öte bir nesne olduğunu keşfettim

4 Ekim 2008
Nerede kalmıştık?<br><br>Geçen hafta üç günlüğüne gittiğimiz İsviçre’deki ilk günümüzü ve sıcakkanlılıklarıyla beni hayrete düşüren İşviçreli üç Piaget yöneticisini anlatmış, ertesi gün üretim tesisinin bulunduğu Cotes aux Fees adlı köye yaptığımız geziden söz etmiştim. Köy, natürmort gibiydi.

Müthiş güzel ve ölü.

Yazıyı iki de fotoğraf süslüyordu.

Birinde Piaget kurucusu Eduard Georges Piaget’nin evinin önünde grup halinde poza durmuşuz, hayli büyük olan ikincisinde de gözüme monokl gibi bir nesne tutmuşum.

Plastik bir torbada durduğundan pek anlaşılmıyor ama gözüme tuttuğum nesne fabrikada yapımı henüz tamamlanmış özel üretim bir saatti.

Çinli bir milyaderin siparişi üzerine kırmızı altın ve mine kullanılarak yapılmış, yan çeperine gözetleme kuleleriyle Çin seddinin, kadrandaki akreple yelkovanın birleştiği noktanın tam altına da kıvrım kuyruklu bir ejderha motifinin nakşedildiği hayli çirkin bir saat.

Dünyada tekmiş.

Fiyatı henüz belirlenmemiş ama İstanbul’un orta halli bir semtinde değil daire, sokak satın alabilecek bir meblağ olduğu kesin.

Aynı bölümde üretilen tek saat o da değildi üstelik.

Biri milyarder bir New York’lu, diğeri milyarder bir Rus, sonuncusu ise elbette gene milyarder bir Paris’li için, sipariş üzerine üretilen üç ayrı saat daha vardı.

Her biri farklı renk altından ve farklı renk mineyle işli, her biri sipariş sahiplerinin yaşadıkları şehirlerin sembolleriyle süslü, zevkten muaf üç saat.

New York’luya tipik bir Manhattan manzarası, Rus’a soğan kubbeleriyle Kremlin Meydanı, ne menem bir Fransız olduğunu kestiremediğim Parisli’ye de kesişen bulvaların ortasında yükselen Zafer Takı uygun görülmüş.

Kitsch desen kitsch değil, güzel desen haşa, bu saatleri ısmarlayanlar kimdir neyin nesidir, içinden çıkmak zor.

Hadi Çinli ile Rus paraya yeni kavuştular diyelim, New York’luyu da özel bir vaka olarak addedelim de, gerçekten Parisliyi kestiremiyorum.

Böyle bir saati kim takar Allah aşkına?

Kim böyle bir saate servet harcar?

Gözümün önüne, yıllar önce Moskova’da gördüğüm kaportası boyalı Ferrari geliyor.

Ferrari’nin sahibine Ferrari sahibi olmak yetmemişti ki anlaşılan, kırmızı arabanın her köşesini yeşilin bütün tonlarını barındıran bir cangıl resmiyle kaplatmış, cangılın ortasına da Tarzan ile Ceyn’i kondurtmuştu.

Daldan sarkan Çita’yı unutmadan.

Önümden geçen bu garabete ağzım açık bakakalmış, sonradan servetleri elli milyon dolardan başladığı söylenen ve kendilerine yeni Ruslar denen zevatın az bulunan pahalı arabalara bayıldıklarını, onları daha da özel kılmak için olsa gerek siparişlerini ’resimli’ verdiklerini öğrenmiştim.

Tarzanlı Ferrari’nin yanında Çin sedli Piaget elbette sudan çıkma ak kaşık.

Gene de zarafeti kendine şiar etmiş Piaget’nin nasıl olup da bu özel siparişleri kabul ettiğini anlayamıyorum.

Anlamayacak ne var oysa.

Para ve düdük ilişkisidir olsa olsa.

Yaklaşık üç saattir Cotes Aux Fees’deki fabrikayı turluyoruz. Dağıtılan beyaz önlüklerimizi özenle giymiş, bize her bölümde kimlerin çalıştığını, neler yapıldığını açıklayan Yves’in peşi sıra dolaşıyoruz.

Başlarına özel ışıklar takmış, gözleri mikroskop lamellerine mıhlı, ellerindeki kıl gibi aletlerle vida çeviren, hafif hipermetrop birinin asla göremeyeceği küçüklükteki yakutları mekanizmanın çıplak gözle görülmeyen deliklerine yerleştiren, sonra çıkartan sonra yeniden yerleştiren, yerine yerleşip yerleşmediğini önündeki bilgisayar ekranına bakarak kontrol eden, ya da buna benzer zahmetli başka işler yapmakta olan gençlerin çalıştığı salonların her birinde saatlerin özel bir parçası üretiliyor ve Yves bize bu kılı kırk yarma işinin bütün merhalelerini anlatıyor.

Anlatmasına anlatıyor ama gel de anla.

Arada başımı onaylar gibi sallıyor, zaman zaman çenemi sıvazlayarak bir iki soru soruyorum ama ne kadar çabalarsam çabalayayım, işin teknik bölümü beni aşıyor.

Üç saat süren gezme, görme ve dinlemenin sonunda anladığımsa şu:

Piaget saatlerinin yapımında kullanılan her parçanın üretimi fena halde meşakkatli ve fena halde uzun sürüyor.

Üstelik bu kum zerresi parçalar yüzlerce kez kontrolden geçiyor.

Bu da imalatın sınırlı olması anlamına geliyor.

Üretimde kullanılan teknoloji, Piaget için çalışan mühendislerin geliştirdikleri özel bir teknoloji.

Kullanılan malzeme dünyada bulunanların en iyisi.

Kısaca sınırlı ve pahalı bir üretimden söz ediyoruz ki, bu da dünyanın her dilinde ’nadide’in karşılığı demek değil mi?

Ayrıca pek de altını çizmedikleri, zaten saat düşkünü herkesin bildiğini varsaydıkları bir husus var ki, duyunca şaşırdım.

Meğer dünyada sadece Piaget ve Rolex markaları, saatlerini A’dan Z’ye kendi tesislerinde üretir ve saatin kalbi diye adlandırılabilecek mekanizmayı kendileri yaparlarmış.

Diğer bütün ama bütün saat üreticileri saatlerinin kalbini dışarıdan alırlarmış.

Kimi ondan kimi bundan yüzde doksanı da Swatch’dan.

*

Kartpostal manzaraya bakarak yediğimiz öğle yemeğinin ardından Cenevre’ye dönüyoruz.

Bu saat hikayesinin on dokuzuncu yüzyıl başlarında neden başka bir yerde değil de bu ıssız köyde başladığını da dönüş yolunda uğradığımız Saint Croix adlı kasabada öğreniyoruz.

Köye yakın bu kasaba yüzlerce yıldır müzik kutuları üreten bir kasaba.

Hani kapağını açtığınızda içinden bir balerinin fırladığı ve bilinen bir ezgi eşliğinde dönmeye başladığı kutular vardır ya, işte o kutular ve çok daha gelişkin olanları meğer burada, Saint Croix’da üretilirmiş.

Bu dağlardaki kışlar da malum.

Kar yağdı mı kalkmaz, yollar kapanır, bahar gelene dek çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan yöre ahalisi evlerine kapanırmış.

İşte bugün dünyanın en iyi saatlerinden biri addedilen Piaget’nin öyküsü de böyle başlamış.

Büyük büyük büyük dede Piaget, müzik kutusu yapmaktan eli zaten ince işlere yatkın kişileri uzun kış gecelerinde boş oturacaklarına saat mekanizmaları yapmaları için teşvik etmiş.

Ediş o ediş...

*

Üçüncü gün Piaget’nin Cenevre yakınındaki ikinci üretim tesisini gezeceğiz.

Kaba bir deyişle Cotes Aux Fees’de saatlerin içi yapılıyorsa burada süsü yapılıyor.

Tasarım ekibi ve tasarım ekibinin tasarladığı modelleri üretilebilir kılacak teknik ekip de burada.

İlkine oranla hayli büyük bir fabrika bu.

Çevrede başlarına ışıklar takılı gözleri lamellere çakılı saat yapımcılarından ziyade işlerinin ehli kuyumcular, sadekarlar, nakkaşlar, mıhçılar var. Ve mebzul miktarda altın, zümrüt, pırlanta...

Her bir nakkaşın, her bir mıhçının, her bir sadekarın önünde duraklayarak gezmeye başlamadan önce Carole bize toplantı odasında slayt gösterisi yapıp kısa bir Piaget tarihi anlatıyor. İlk kuşağın ne kadar azimli, ikincinin sağlamcı, üçüncünün yenilikçi, dördüncünün kurumsallaşmaya inanan insanlar olduğunu göz önüne seren kısa bir Piaget tarihi.

İşte Polo. Şık.

İşte Jacqueline Kennedy’ye hediye edilen zümrütlü altın saat. Zarif.

İşte dünyanın en ince saatlerini yapmakla övünen firmanın mekanizmayı bir doların içine bile yerleştirebilirim inadıyla ürettiği saat. İddialı.

İşte bir başkası. Gösterişli.

Bir diğeri daha. Fiyakalı.

Çin Seddi’ni çoktan affettim.

Olur da Cenevre’ye yolu düşecek olanlar olursa da, saatin zamanı göstermekten öte bir nesne olduğunu keşfetmeleri için Rue du Rhone’daki Piaget galerisini gezmelerini hararetle tavsiye ederim.

Benim saatlerle olan ilişkime gelince...

Nereeeden nereye derim.
Yazının Devamını Oku