Figen Batur

Sadece pizzacı değil İstanbul’un en iyi İtalyanlarından biri

21 Şubat 2009
Bundan bir ay kadar önce, yağmurlu bir cumartesi, üç arkadaş bir yerlerde bir şeyler atıştırıp sinemaya gitmeye karar vermiş ve ben ısrar ettiğim için oturduğumuz mahalleye pek de yakın sayılmayacak bir adres seçmiştik. Sinema için Kanyon, atıştırma için Maslak’ta yeni açılan Fratelli la Bufala. Her ikisinin de mırın kırın ettiği dün gibi aklımda.
Ne lüzumu var demişlerdi onca uzağa gitmeye, gel buralarda bir şeyler yiyelim sonra da İstinye Park’taki sinemalardan birine gidelim, ne de olsa göreceğimiz aynı film.
Aklımda bir taşla iki kuş vurmak var ya, ağızlarından girmiş burunlarından çıkmış, şehrin yeni gözbebeği bu İtalyan lokantasında yenilen pizzaları ağzımı şapırdatarak anlatmış, sonunda ikisini de ikna etmeyi başarmıştım.
Ama olmuyor, akla esti diye bir taşla iki kuş vurulmuyor.
Nitekim bir yere hem de son günlerin gözde mekanlarından birine, bencileyin araştırmadan soruşturmadan, daha da önemlisi rezervasyon yaptırmadan gidildiğinde başa ne gelirse bizim de başımıza o geldi ve ıslak kediler gibi girdiğimiz kapıdan paltolarımızı bile çıkaramadan süklüm püklüm çıkmak zorunda kaldık. Mutfak kapanmış, fırın sönmüş, öğle servisi bitmişti çünkü.
Güleryüzlü şefin isterseniz içecek bir şeyler ikram edelim önerisini de geri çevirip aç açına sinemaya yollandık.
Sen misin gitmeyi önerdiğin yerin ne menem bir yer olduğunu bilmeyen. Fratelli la Bufala’ya paket servisi yapan pizza zinciri muamelesi çeken?
Oh olsun.

Telefonda Sibel Savacı.
O hafta İstanbul’daki İtalyan lokantalarından söz eden bir yazı yazmış ve dipnotunda da başımızdan geçen Fratelli macerasına değinip bizim yaşadığımız düş kırıklığı yaşanmak istenmiyorsa, rezervasyon yaptırarak gitmenin gerekliliğinden söz etmişim.
Sibel mekanın halkla ilişkilerini yürüttüğünü söyledikten sonra birlikte bir öğle yemeğine ne dersin diye soruyor.
Ne diyeceğim, harika derim.
Birkaç telefon görüşmesinden sonra vuslat bitiyor ve geçtiğimiz çarşamba damak zevkine güvendiğim herkesten yıldızlı pekiyi almış pizzaların tadına bakmak için Fratelli la Bufala’ya gidiyorum.
Lokanta kalabalık. Hemen hemen tüm masalar dolu.
İleride Sibel, mekanın sahibi Kemal Okan ile oturmuş beni bekliyor.
Şeytanın bacağını bir kırdım, pir kırdım anlaşılan.
Sadece pizza yemekle kalmayacak buranın hikayesini de dinleyeceğim.
Hem de sahibinin sesinden.

NAPOLİ PİZZASININ SIRRI

Kemal Bey’le tanışıyor ve tanışır tanışmaz koyu bir muhabette dalıyoruz. Çünkü ona ilk olarak aklına böyle bir lokanta açmanın nereden geldiğini soruyorum. Ve neden pizzacı? Ve özellikle de neden biz Türklerin pek de yemeye alışık olmadığı kalın kenarlı Napoli pizzası?
Birbiri ardına dizdiğim soruları gülümseyerek dinledikten sonra söze biz Gaziantepliyiz diye başlıyor. İçimden yani yemeyi içmeyi seven bir aileden geliyor diye geçiriyorum. Gerçekten de bugüne kadar yemekten, üstelik de iyi yemekten hoşlanmayan tek bir Antepliye rastlamadım. Antepli demek iyi yemek yemeyi bilen taam erbabı demek benim için.
Kemal Bey liseyi bitirdikten sonra tıp okumak için Hamburg’a gitmiş. Ancak bu uzun ve zahmetli eğitime rağmen yurda döndüğünde, doktorluk yapmayıp kardeşiyle birlikte yem sanayinde kullanılan bitkisel yağ üretilen bir fabrika açmaya karar vermiş.
En büyük hobisi yelkenmiş.
Bundan onbir yıl kadar önce birkaç arkadaşıyla birlikte Kraliyet Kupası yarışlarına katılmak için İspanya’ya gitmiş ve o yolculuk sırasında eşiyle tanışmış. Eşi Napolili’ymiş.
Şimdi oldu. Pizzanın sırrı şimdi anlaşıldı.
Hikayenin gerisi insana, gel de rastlantıya inanma dedirten cinsten.
Dişçi olan kayınbiraderinin en iyi müşterilerinden biri de Napoli’nin en ünlü pizzacısı olmakla kalmayıp yüze yakın şubesiyle İtalya’nın en büyük pizza şirketi de olan Fratelli la Bufala’nın sahibi üç kardeşin en büyüğü Guiseppe.
Hiperaktif bir şahsiyet olduğu anlaşılan bu zat, pense ile kerpeten arası lafı İstanbul’da bir yer açmak istediğine getirdiğinde dişçi kayınbirader eniştesinin İstanbullu olduğunu söylüyor ve hikaye Guiseppe la Bufala’nın koltuktan fırlayıp Kemal Bey’i aramasıyla devam ediyor. Sonrası çorap söküğü...
Sanayici Kemal Bey’in hayatında yeni bir sayfa açılıyor.
Sadece isim hakkını almakla kalmayıp İtalyanları da bizzat ortak olmaya ikna eden Kemal Bey’in anlaşma sağlandıktan hemen sonra manda yetiştiriciliğine başlamasının nedeni, bir zamanların manda cenneti olan Anadolu’da sadece 200 bin civarında manda kalmış ve yetiştiricinin maliyeti yüksek manda sütü üretiminden vazgeçmiş olmasıysa, devletin desteğini de alarak üç milyon metrekarelik bir arazide içinde dört dörtlük laboratuvarı olan peynir fabrikası kurmaya yeltenmesinin nedeni de ithalata dayalı bir iş yapmak istememesi.
Fıkralar serpiştirerek anlattığı o kadar çok ve ilginç hikaye var ki, öğle yemeği üç saat kadar sürdü ve göz açıp kapayana kadar geçti.
Ve bu sıcak sohbete mükellef bir öğle yemeği eşlik etti.

PAHALI DA DEĞİL

Anti-pastiyle başladık. Koca bir tabakta, kestiniz mi içinden süt akan nefis bir mozarella eşliğinde sebze çeşitleri yani.
Ardından ortaya iki dev pizza geldi: Biri mozarella ve domatesli klasik marguerita. Diğeri içinde dört değişik peynir bulunan nefis salentina. Ardından da meşhur İl file, yani ızgara manda filetosu yedik. Bir yandan da, söylemesi bile afili, insanı ilk yudumda buradan İtalya’ya ışınlayan mis gibi bir Cabernet Sauvignon, 2006 Vivolo di Sasso Botter Veneto içiyoruz.
Sıra tatlılara geldiğinde yiyecek halim kalmamasına rağmen pizza ustası ve lokantanın göz ağrısı Antonio’nun şekersiz yaptığına yemin ettiği tiramisudan tadıyorum. Ha-ri-ka!
Sadece yemekler değil güzel olan, mekan da çok güzel. Duvarda Fratelli kardeşlerin en küçüğünün yaptığı resimlerin asılı olduğu ferah ve şık bir lokanta burası.
Üstelik pahalı da değil. Bunca incelik ve iddia akla ister istemez cep yakan bir yeri getirse de öyle değil. Eğer şişe şişe şarap devirmez iseniz adam başı 40-50 liraya nefis bir yemek yiyebilirsiniz.
Ayrıca benim yaptığım hataya düşmeyin, pizzasının ünü dünyayı tutmuş diye sakın ola Fratelli la Bufala’yı pizzacı bellemeyin. Sözünü ettiğim lokanta İstanbul’daki en iyi İtalyan lokantalarından biri zira.
Yazının Devamını Oku

İki yüz yıllık tarihi olan sihirli içkinin evinde

7 Şubat 2009
Aberdeen’e varmamıza daha bir saat var.<br><br>Bizi Londra havaalanından alıp adanın kuzey ucuna, tabiri caizse Chivas kasabasına götüren küçük otobüsümüz, karanlık yolda döne kıvrıla ilerliyor.

Saat İstanbul’da gece yarısını geçmiş olmalı.
Soğuk cama başımı yaslayıp gecenin perdelediği manzarayı düşlemeye çalışıyorum.
Otobüsün içine kadar işleyen nem ve motor sesine eşlik eden rüzgar yüzünden aklıma hemen Uğultulu Tepeler düşüyor.
Emily Bronte’nin ilk ve tek romanında betimlediği içe dönük hayatlar coğrafyasından geçip gidiyor olsak gerek.
Kuzey rüzgarıyla boyun büken, kırağıyla rengi dönen otlarla kaplı kıraç tepeler arasından...
Belki de Jane Austin’in dünyasından
geçiyoruzdur kim bilir?

Yazının Devamını Oku

Topkapı Sarayı’na bir lokanta yetmez

31 Ocak 2009
Geçen hafta Philippe’le başlayıp Philippe’le biten bir yazı yazdım. Biraz nostaljik, biraz onu tanıyanlar için yazılmış bir yazı. Bu hafta gene ondan söz edeceğim ama başka bir bağlamda. Yazım bu kez yabancı bir gözün görüp dile getirdiği şikayetler hakkında. İşte ilk şikayeti:

Philippe’in burada olduğu süre içerisinde akşam programları yoğun ve yemek ağırlıklı olduğundan öğle yemeğini hafif atlatmaya çalışıyoruz. Gezindiğimiz mahallelerde gözümüze kestirdiğimiz bir kafe ya da bir lokantaya giriyor ufak tefek birşeyler atıştırıyoruz. Bir salata, önü arkası olmayan tek bir yemek, hızlıca yiyip çıkıyoruz.
Ama ne yersek yiyelim Philippe yediklerimize bir kadeh şarabın eşlik etmesini istiyor haklı olarak. Adam Fransız ve bütün Fransızlar gibi öğle yemeği dendi mi yediği ister salata ister makarna olsun yanında şarabını da içecek.
O yüzden ‘aile’ lokantası denilen ve aile demenin içki servisi yok demek olduğu yerlerden uzak duruyor, onu bildiğim adreslere götürüyorum.
Hızlı ve hafif bir öğle yemeğinde koca bir şişeyi içip bitiremeyeceğimize göre bardakta şarap istiyoruz.
Eskiden olduğu gibi açık satılan şarabın tek bir markanın tek bir seçeneği olmamasına sevinse de kadeh fiyatları karşısında dili tutuluyor. Sıradan bir şarabın tek bir kadehine dokuz euro civarında bir para ödemeyi aklı almıyor. Ona şarap ve her türlü içkideki fahiş vergilerden ötürü fiyatların bu kadar yüksek olduğunu anlatmaya çalışsam da anlamıyor. Bizim burada kadehi için ödediğimiz para onun orada düzgün tabir ettiği bir şişe Bordeaux’ya ödediğinin iki katı çünkü. Ama asıl itirazı sunulan şarabın miktarına.
Gerçekten de Fransa’da tek kadeh şarap istediğinizde garson önünüze hemen her kafede aynı büyüklükte olan ve balon tabir edilen bir kadeh getirir ve kadehi dudak payı bırakmamacasına doldurur. Ölçü budur çünkü. Azı çoğu olmaz.

ŞARAP KADEHİNDE YASAL MİKTAR NE KADAR

Oysa burada her mekan kendine göre bir miktar belirlemiş sanki. Ya hiçbir şarap severin hazzetmediği iri ötesi kadehlerde konyak servisi gibi iki parmak, ya normal bir kadehin ortasına kadar doldurulmuş olarak servis ediliyor açık şaraplar.

Yazının Devamını Oku

Bize grileri sevmeyi öğreten adam

24 Ocak 2009
Fikir aslında benim mutfakta pişti.<br><br>Bir pazar öğle vakti, kare masanın etrafına oturmuş bir yandan yer bir yandan yarenlik ederken laf lafı açtı, biraz da ortaya karışık nostalji misali gelip Ankara günlerine dayandı.

İçimizden biri, o günlerdeki hal-i pür melâlimizi yâd etti, diğeri uzun uzun içini çekti, bir diğeri başını sallamakla yetindi.
Böyle geçmişe dönük sohbetler genizde buruk bir tat bırakır ve laf dönüp dolaşıp Kimler Geldi Kimler Geçti’ye dayanır ya...
O gün de aynen öyle oldu.
Şu otuz yıl içerisinde gerçekten de kimler gelip geçmemişti ki?
Gelenler yeni bir renk, yeni bir ses, yeni bir heves olarak hoş gelmiş sefa getirmişlerdi.
Geçenler bir tür parantezdiler. Kalacaklar sanmış, yanılmıştık.
Açılmış, yaşanmış, kapanmış hikayeler.

Yazının Devamını Oku

Angelina Jolie’nin dudakları Mandrake’nin Abdullah’ı gibi olmuş

17 Ocak 2009
2009’un ilk yazısı bu. Geçen yılın son haftasında yazımı yazıp noktayı koydum ki koyuş o koyuş.

Bir daha ne mümkün.

Adamı böyle yatağa mıhlayan durumlara anneannem hastalık demez ’rahatsızlık’ derdi.
/images/100/0x0/55eb4347f018fbb8f8b5d66a
Ona göre hastalık ilaçla geçen, rahatsızlık zamanla düzelen illetlerdendi.

Doktorları dinleyecektin. İlaç mı verdiler sektirmeden alacaktın, dinlen mi dediler, yabana atmayacaktın.

Ben de öyle yaptım.

On beş gün boyunca evden çıkmayan insan ne yazar peki?

Pencereden gördüklerini.

Çat kapı gelenleri.

Okuduğu kitapları.

Televizyonda izlediklerini.

Gazeteleri.

Filmleri.

İşte geçmek bilmeyen on beş günün özeti..

Sırayla gideyim bari...

Yılbaşını izleyen günleri düşünün, kar tipi fırtına, ortada ne yılın her günü hava durumuna aldırmadan eşofmanını çektiğiyle yürüyüşe çıkan ve günü geldiğinde dal gibi olacaklarına inanan azim melekleri, ne de ekmek peşinde yirmi dört saat livar bekleyen balıkçılar var... Cadde ıssız. Sabahın ilk kahvesine eşlik edenler iki kara kargayla her biri tavuk iriliğine ulaşan sevimsiz martılar. Karga bildiğimiz karga da, zavallı martıların gitgide biz insanlara benzemeye başladığını düşünüyorum pencereden bakarken. Bir bağırtı bir çağırtı bir arsız iştah ki sormayın gitsin. Kim onlar için deryanın beyaz gülleri demişti?

Palavra. Hiçbir şiirsellikleri yok bana kalırsa.

Hava biraz düzelince kıyı bildik sakinlerine kavuşuyor. Balıkçılar, azim melekleri, Avusturya Konsolosluğu’nun çileli vizecileri yeniden ortaya çıkıyor. Hayat devam ediyor.

Mutlak istirahat dendi ya ilk iş arka odayı düzenledim. El erimine okunmayı bekleyen kitaplar, dizüstü bilgisayarı, telefon dizildi, televizyon özenle yatağın karşısına yerleştirildi. Aklım sıra bu zorunlu süre içerisinde bol bol kitap okuyacak, okumaktan yorulunca da televizyon izleyeceğim. Boşuna cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir dememişler, tam tersi oldu. Paul Auster’ın parmak kalınlığındaki bir kitabını zar zor bitirip ekrana kilitlendim.

TV İZLEME ORTALAMASINA YÜKLÜ BİR KATKIM OLDU

Biliyor musunuz yapılan bir araştırmaya göre günde dört buçuk saatlik ortalamayla Türkiye dünyada en fazla televizyon izlenen ülkeymiş. Ya da ikincisi. Şu son iki hafta içinde bu ortalamaya yüklü bir katkımın olduğunu düşünüyorum.

Sabahtan akşama Gazze ile kanayarak, Ergenekon’la bulanarak, siyasilerin hamasi demeçlerini ikrah getirip dinleyerek yani bile isteye azap çekerek televizyon izledim ve sonunda tescilli bir mazoşist olduğuma hükmettim.

Bu tescilde gazetelerin de payı yok değil.

Geçen günkü yazısında İclal Aydın birkaç yıldır ona musallat olan tuhaf bir alerjiden dem vuruyor ve gazeteye dokunur dokunmaz ellerinin kaşındığından söz ediyordu...

Yazıyı okuyunca içimden kendisini arayıp Reiki’ciler misali Sevgili İclal bu bir alerji değil bir işaret, belli ki Allah’ın sevgili kulusun demek geldi. Gerçekten de güne, sabah haberlerini izleyip gazete okuyarak başlamak için cesaret sahibi olmak gerekiyor nicedir.

Dünyanın hali malum, ülkenin hali malum.

Gündemde iç açıcı tek bir haber yok, haberciler ne yapsın?

İlk on günü bu minvalde geçirdikten sonra Sarp elinde yirmi yedi filmle geldi.

Neler getirmemiş ki?

Bir kere Oscar ve Altın Küre’ye aday bütün filmler var. Bir de benim izleyemedim diye hayıflandığım diğer filmler.

İşte o andan sonra gerçek istirahatimin başladığını söyleyebilirim. Televizyonla da barıştım, gazeteleri bile farklı gözle okumaya başladım.

ANGELINA JOLIE İYİCE ANOREKSİK OLMUŞ

İlk olarak Milk’i izledim. Sean Penn hatırına. Bu filmle o da Oscar’a aday ki almazsa şaşırırım. Milk, San Fransisco Belediye Başkanlığı da yapmış eşcinsel Harvey Milk’in hayatını konu alan bir film. Eşcinsellerin gölgeden çıkıp toplumda etkili bir güç oluşunun öyküsü de diyebiliriz. Film belki sinema tarihine geçecek bir film değil ama Sean Penn deyim yerindeyse döktürüyor. Muazzam bir oyuncu olduğunu bir kez daha gösteriyor.

İkinci olarak biraz da gönlüm şenlensin diye şu anda gösterimde olan son Woody Allen filmi Barcelona’yı izledim. Oyuncu kadrosu Javier Bardem’inden Scarlett Johannson’una sıkı ama film üç kadın ve bir erkek etrafında dönen konusuyla hoş bir seyirlik olmanın ötesine geçemiyor ve benim gözümde Maç Sayısı’nın yanına bile yaklaşmıyor.

Üçüncü film her geçen gün daha da beğendiğim Clint Eastwood’un Cannes film festivalinde de gösterilen Angelina Jolie’li filmi Changeling. Sonuna kadar ilgiyle izlenen 1930’ların Los Angeles’ını ve şehrin başına bela polis teşkilatını çocuğu kaybolan bir annenin dramı etrafına örerek anlatan güzel bir film. Filmde güzel olmayan tek şeyin Angelina Jolie olduğunu da söylemek isterim.

Rol icabı da çirkinleşmemiş üstelik. Karşınızda resmen anoreksik, bir deri bir kemik kalmış bir kadın görüyorsunuz. Dillere destan dudakları bile Mandrake’nin Abdullah’ını çağrıştıran düpedüz çirkin bir kadın bu. Hayranları belki gene pembe gözlüklerle izlerler kendisini ama bana sorarsanız kadıncağıza bunca doğum yaramamış, doğurduğu her çocuk etinden et koparmış.

Hazır Clint Eastwood izledim ya devamını da getireyim diye seansları Grand Torino ile sürdürüyorum. Müzik güzel, konu ilginç ama rejim yemeği gibi bir şeyi eksik. Beğenmiyorum.

Sırada Brad Pitt’i bu yıl Oscar adayları arasına sokan David Fincher’ın son filmi Benjamin Button var. Üzerine az buz yazılmadı, hani doksan yaşında doğan ve yaşlandıkça gençleşen adamın hikayesi var ya o işte. Çevre düzenlemesi müthiş ama zerre sürprizi olmayan düz ayak bir film. Olağanüstü bir aşk diye sunulan aşktan da bir şey anlamadım, zaten sonuna doğru uyuyakaldım.

İNSAN KATE WINSLET’İN ÖNÜNDE EĞİLMEK İSTİYOR

Buna karşılık en iyi film dalında Altın Küre’yi alan David Boyle’un Slumdog Millionaire ile Sam Mendes’in Revolution Road’una bayıldım.

İlki Hindistan’daki Kim Beş Yüz Milyar İster yarışmasını odağına alıp Mumbai’nin yoksul semtlerinde doğan iki kardeşin hikayesini anlatıyor, diğeri tıpkı daha önceki filmi Amerikan Güzeli gibi Amerikan orta sınıfının sıkılmalara doyamadığı banliyö hayatını. Leonardo DiCaprio da bu filmdeki rolüyle Oscar’a aday ama ben asıl yönetmenin eşi de olan Kate Winslet’in oyuculuğuna bitiyorum. Kapana sıkışmışlık duygusunu o kadar dozunda seyirciye geçiriyor ki insan eğilip selamlamak istiyor.

Araya sıkışmış birkaç çerez ve Cengiz Han hayranlığım bilindiğinden gelen Moğol adlı hafazanallah bir filmin ardından sıra tatlı niyetine sona sakladığım Üç Maymun’a geliyor. Nasıl sevdim, nasıl etkilendim, nasıl beğendim anlatamam. Zaten üzerine de başka film seyredemedim.

İstanbul’da İtalyan mutfağı turu

Film cinnetim bittiğinde yatak istirahatimin de sonuna gelmiştim. Sıkıntı insanda karbonhidrat isteğini tetikler derler ya doğru.

Evden ilk çıkar çıkmaz kendimi yakın bir semte, Bebek’e atıyorum. Tansu ile Midpoint’te buluşuyor ve doya doya spagetti yiyoruz. Mekan ferah, gelenler sevimli, yemekler iyi, fiyatlar makul.

İkinci randevum Maslak’ta. Uzun süredir pizzalarının methini duyduğum Fratelli Bufala’da buluşmak üzere sözleşiyoruz arkadaşlarla. Üstelik yeni bir yer olsun, yazacak konu çıksın diye oraya gitmeyi isteyen benim. Ve gene geç öğle yemeği için ısrar eden ben.

Buluşmasına buluşuyor ama o meşhur pizzaların tadına bakamadan çıkıyoruz. Meğer fırın saat üçe kadar açıkmış ve o saatten sonra lokanta akşam servisine kadar kapanıyormuş. İçerideki kalabalığa bakılırsa ünü çabuk yayılmış. Bir dahaki sefere tadarız artık diye çıkıyor Akaretler’deki Pastarito’ya yollanıyoruz.

Yolunuz düşerse mutlaka gidin derim.

Sevimli bir bahçesi ve bana Roma’daki Nino’yu çağrıştıran şirin bir üst katı var. Bardakta düzgün Chianti veriyorlar ve istediğiniz sosu istediğiniz makarnayla eşleştiriyorlar. Ben rokalı breseola ve ıspanaklı ravioli yedim ve çok beğendim. Yolumun sık sık Postarito’ya düşeceğine de adım gibi eminim.

2009’un ilk yazısı böyle bir yazı oldu işte.

Ömür Gedik’ten özür diliyor ve huzurlarınızdan çekiliyorum, efendim.
Yazının Devamını Oku

Biz sihirli değneklere inanırız Hoşgeldin 2009

27 Aralık 2008
New York ve Paris’te yaşayan üçer tanıdığımla konuşuyorum. Yaptıkları işler, gelir seviyeleri, oturdukları semtler tamamen farklı. Ama hepsi de aynı şeyi söylüyor: "Burası yaşanacak bir şehir olmaktan çıktı, tadı kaçtı". Sonra bana soruyorlar; "Oralar nasıl" diye. Sahi nasıl buralar? Biz hálá bu şehrin yaşanacak tek şehir, bu ülkenin ölünecek tek yer olduğunu düşünüyoruz. Eminim şu yaklaşan yılı da coşkuyla değil belki ama umutla karşılayacağız. Ne de olsa bir yanımız doğulu. Masallarla büyüdük biz. Sihirli değneklere ve her günün kendi bereketiyle doğduğuna inanırız. O yüzden hoşgeldin 2009 der, sefa getirdin diye ekler, getirecek diye bekleriz.

Osman, Defne, Müfit.

Biri oğlumun arkadaşı, diğeri arkadaşımın kızı, üçüncüsü ise yıllar önce Türkiye’den gidip oraya yerleşen bir dostum.

Birbirlerini tanımıyorlar.

Her birinin oturduğu semt, yaptığı iş ve gelir seviyeleri farklı.

Tek ortak özellikleri New York’ta yaşıyor olmaları.

Defne sanatla uğraşıyor.

Müfit şehrin en afili lokantalarından birinin müdürü.

Osman yıllar önce Türkiye’den gitmiş bir bilim adamı.

Birbirlerini tanımıyorlar ama ağız birliği etmiş gibi aynı şeyi söylüyorlar: New York bildiğin New York değil diyorlar.

Şehirde yaprak kıpırdamıyormuş, ticaret durma noktasına gelmiş, Noel ve yılbaşı arifesine bağlanan umutlar da tükenince zaten dünyanın bu en zengin ve en hareketli adasına uzun süredir egemen olan karamsarlık duygusu, yerini daha da beterine, felaket tellallığına bırakmış.

Üçü de, gene ağız birliği etmişçesine her şeyi uçta yaşamayı seven insanlar olan New York’luların bu lanet krizi de uçta yaşadıklarını, şehrin o cıvıl cıvıl havasının yerinde yeller estiğini, varsılından yoksuluna kimsenin yüzünün gülmediğini, bu kabustan herkesin payına mutsuzluk düştüğünü anlatıyor.

Onlara göre bu bir tür paranoya.

Salgın hastalık gibi şehir ahalisini esir alan bir paranoya.

Öyle ki, televizyon kanallarında, halka kullanmadıkları eşyaları nasıl paketleyip de Noel hediyesi olarak vereceklerinin gösterildiği ya da yoldan aldıkları bir sosisli fiyatına evde nasıl iki kişilik yemek kotarabileceklerinin anlatıldığı programlar en izlenen yapımların başında geliyor ve gerçekten de her yer ama her yer kelimenin tam anlamıyla sinek avlıyormuş.

Özetle, New York yaşanacak bir şehir olmaktan çıkmış.

Tadı kaçmış.

PARİS’TE SADECE TURİSTLER ALIŞVERİŞ YAPIYOR

Leslie, Claudine, Zeynep.

Paris’te yaşayan üç arkadaşım.

Üçünün de yaşadıkları semtler, gelir seviyeleri, hayattan beklentileri farklı.

Leslie çevirmen, Claudine kontes, Zeynep mimar.

Üçü de tıpkı New York’takilere benzer bir bezginlikle anlatıyorlar Paris’te olup bitenleri.

O terasına kurulmaya bayıldığın Flore’da şimdi iri gagalı yalnızlıklar dönüyor, demeye getiriyorlar. Öğle saatlerinde kıytırık masasının ucuna ilişmek için beklediğin Chez de l’Abbaye’de hangi masayı çekerse canın, geç kurul. Burnundan kıl aldırmayan patronlarla kibirli garsonların da süngüleri düştü. Neredeyse yoldan gelip geçeni çevirecekler. Sinema kuyrukları desen üç beş kişi. Kitapçı dükkanlarındaki kalabalık, tezgah başında kitapları karıştıran ama hiçbirini satın almadan çıkan insanlardan ibaret. Elinde alışveriş torbasıyla yürüyenler sadece turistler. Sokak şarkıcılarının, mim sanatçılarının, heykel adamların önlerinde ceplerinden mostralık niyetine kendi çıkardıkları üç beş kuruş dışında para yok.

Her gün her mahallede bir işyerinin kapandığını, her gün bir tanıdığın işini kaybettiğini duyuyor ama kendi halimize kaygılanmaktan onlara üzülmeyi unutuyoruz.

Gün geçmiyor ki yüzlerce kişi ellerinde pankart sokaklara dökülmesin. Bilirsin Fransız milleti şikayet etmeyi, şikayetini de protesto ederek göstermeyi sever ama bu kez farklı. Yürüyenler yürüdükleriyle kalacaklarını seziyor, o yüzden de mitinglere ayaklarını sürüye sürüye gidiyorlar sanki. Yürümekten bezginler ama bu öfkesizler anlamına gelmesin sakın. Tam tersine herkesin öfkesi tepesinde. Böyle krizler sosyal krizlere gebedir malum. Umutsuzlukla yoğrulan o öfke, bir boşalacak pir boşalacak diye millet korku içinde.

Ama en kötüsü ne biliyor musun?

Sohbetlerin tadı kaçtı.

Dost meclislerinde şarap, peynir, ekmeğe eşlik eden tek konu kriz.

Tezgah filozofları sokak berduşları bile ondan söz ediyor.

Herkesin dilinde varsa yoksa o .

Ya bu lanet krizden konuşuluyor ya ağızları bıçak açmıyor.

Yok Paris senin bildiğin Paris değil.

Yaşanacak yer olmaktan çıktı.

Tadı kaçtı.

İSTANBUL’UN TADI KAÇTI DİYEN YOK

Anlattıklarını bitirdikten, içlerini döktükten sonra buraların nasıl olduğunu sordular.

Ne cevap vereceğimi bilemedim.

Gerçekten nasıl buraları?

Gözümün önüne Gülbahar geldi. Daha üç ay önce oğlu Kocaeli Üniversitesi’ni kazandığı için içi içine sığmayan, şimdi oğlunun harçlığını yollayamayacak diye için için ağlayan Gülbahar.

Aklıma aynı anda işten çıkarılan Neşe ile Mert’in kira evini bırakıp annelerine taşınmaya karar vermelerini on üç yaşındaki oğullarına bir türlü anlatamayışları geldi. Cumartesi trafiğinin sıkışık olduğu saatlerde Sarp’la Bağdat Caddesi’nde adım adım ilerlerken tek bir dükkanda tek bir müşteri görmeyişimiz üzerine şaşırıp kalmamız geldi. Televizyon kanallarında, aklıselim sahiplerinin alınması gereken önlemler üzerine bitip tükenmeyen konuşmaları geldi. İşler bıçak gibi kesildi abla diyen taksi şoförleri geldi. Yılbaşı öncesi insanı mutlu kılan ışıl ışıl dükkanlarla, özenle süslenen caddelerin bu yıl ne kadar azaldığı geldi. Bizi krizin teğet geçeceğine inandırmaya ahdeden hükümet geldi. Birbiri ardına öğrendiğimiz vurgunlara, ortaya saçılan kokulara nasıl da alıştığımız geldi. Farklı seslere zırnık tahammülü olmayan halkım geldi.

Bunun gibi iç karartıcı yığınla olay ve canı fena sıkkın yığınla insan geldi de, İstanbul’un tadı kaçtı diyen bir Allah’ın kulu gelmedi.

Biz dedim sonunda, biz krizle yaşamaya sizlerden daha alışkınız.

Şerbetli olduğumuz bile söylenebilir.

Hálá bu şehrin yaşanacak tek şehir, bu ülkenin ölünecek tek yer olduğunu düşünüyoruz.

Eminim şu yaklaşan yılı da coşkuyla değil belki ama umutla karşılayacağız.

Ne de olsa bir yanımız doğulu.

Masallarla büyüdük biz.

Sihirli değneklere ve her günün kendi bereketiyle doğduğuna inanırız.

O yüzden, hoşgeldin 2009 der, sefa getirdin diye ekler, getirecek diye bekleriz.
Yazının Devamını Oku

Mükemmel ajandanın peşinde

20 Aralık 2008
Geçen hafta, belki de uzun zamandır ilk defa zamanından önce bitirmek ve bir iki hafta rahat etmek için Gusto yazısına başladım. Biraz yazdım da. Sonra kapı çaldı, birileri geldi, her zaman olduğu gibi niyet nihayete ermedi. Konu yılbaşı hediyeleri ve o paketlerin olmazsa olmazı ajandalar üzerineydi. Bir iki gün sonra gene bilgisayarı açtım, bu kez bambaşka bir yazı yazmaya başladım: Dil balığının peşinde iki gün. O da bir şekilde yarım kaldı. Üçüncü ve sonuncusu ise açık mektuptu. Faruk Malhan’dan Feza Fırat’a sevdiğim ve önemsediğim pek çok kişiye tutamadığım sözler adına dilediğim bir tür özür mektubu. Onun da akıbeti aynı oldu. Bugün yazının teslim günü ve elimde ola ola üç yarım karalama ile aklımda koca bir boşluk var. Affola.

İlk yazıya şöyle başlamışım:

Bayram da geçti şükür.

Şimdi yılbaşına kadar sürecek hummalı günlere girdik.

Bu yıl krizin etkisiyle belli ki insanların canı fena sıkkın. Belki önceki yıllarda olduğu gibi üç haftaya yayılan erken yılbaşı kutlamalarında, çalışanlarla müşerileri bir araya getiren ofis partilerinde, küçüğünden büyüğüne, naylonundan gerçeğine çam ağaçlarının, envai çeşit Hoş Geldin 2009 kabartmalı yılbaşı kartlarının, çingenelerin kovalarını dolduran dikenli kokinaların satışlarında ve birbirine al gülüm ver gülüm yollanan hediye paketlerinde bir azalma olur, ama yılbaşı gene de yılbaşıdır.

İstediği kadar kriz olsun, geçmişin muhasebesinin yapıldığı, gelecek düşlerinin kurulduğu günlerdir bu günler.

O yüzden umudun son kalesi Milli Piyango’ya rağbetin azalacağını sanmam. Gene Nimet Abla gişesinin önünde insanlar bekleşecek, gene herkes şans kuşunun peşine düşecek.

Herkesin yılbaşı öncesi sevinci kendine, ama yılın bu son ayının benim için mükemmel ajandayı bulma ayı olduğu kesin. Ciddi ciddi bir ajanda delisi olduğumu düşünüyorum.

Evin içi, çekmeceler, hatta kütüphanenin neredeyse koca bir rafı kullanılmamış ya da kullanıldığı halde kıyılıp atılmamış ajandalarla doluysa bunun bir açıklaması olması lazım zira.

Aralık ayının başında ortaya aklımı çelen türlü çeşit ajanda saçılır. Ve ben işi gücü bırakır mükemmel ajandanın peşine düşerim.

Her yıl sektirmeden aldığım ve almadığım takdirde yılın tatsız geçeceğine inandığım Ece Ajandası gibi klasiklerin dışında neredeyse piyasada bulunan her ajandayı ince elek incelerim.

Ajanda deyip geçmemek gerek. Gösterişlisi bol olsa da kullanışlısı azdır aslında. Ya da şöyle söylemeli, her insanın ihtiyaç duyduğu ajanda başka.

Cici ev kadınlarına Harrods’un her tür çantaya rahatlıkla sığabilen incecik ajandası yeter de artarken, aynı ajanda gününü toplantıdan toplantıya savrularak geçiren birine nezleyken uzatılan dantelli mendil gibi gelir.

Hayatı sekreter, asistan, yardımcı gibi kişiler tarafından düzenlenenlerin beğendikleri, büyük ofislerinin üzerinde karılarıyla çocuklarının gümüş çerçeveli resimleri dışında pek az eşya bulunan büyük masalarında bir zerafet abidesi olarak duran, tercihen de siyah kaliteli deri cildinin sağ alt köşesinde altın kabartmayla adlarınin ilk harfleri yazılı olanlardır.

Yazarın, ressamın, sanatçının ajandası aklına geleni yazmak, gözüne ilişeni çizmek için boş alanı bol, gün ve tarih dışında fazla teferruat içermeyendir.

Çöp vergisinin son gününü, emlak vergisinin ilk gününü hatırlatanları genellikle hesaplarını serbest çalışan muhasebecilere tutturan ve başta muhasebeci olmak üzere kimseye güvenmeyen iki masa bir kasa küçük işyeri sahipleri seçer.

Mikli gözlük takanlar frapan renkleriyle göze çarpan ve aykırı bir ayrıntıyla taçlandırılan sıradışı ajandaları sever. Bağa gözlük takanlarsa her yıl içini yeniledikleri ve cildi ne kadar eskirse o kadar güzelleştiğini düşündükleri ham deri kaplı ’Bisonte’leri.

Saymakla bitmez aslında...

Yakın gözlüğü kullananlar için yazı tipi önemlidir. Dolmakalem hastaları için önemli olan kalem koyma yeridir. Demem o ki, kimilerinin yanından ayırmadığı, kimilerinin kilitli çekmeceden çıkarmadığı ajanda seçimi ciddi iştir.

Bana gelince işim zor.

Bunca meraklısı olmama rağmen gönlümün istediği ajandayı bulduğum söylenemez ama pilavdan dönenin kaşığı kırılsın misali umudumu da kaybetmiş değilim. Daha on günüm var. 1 Ocak sabahı temiz bir sayfa açacağım kesin.

...

Buradan dili nasıl eğip bükecek ve lafı nereye bağlayacaktım kim bilir. Tam da yeni sayfa açacağım dediğim noktada kapı çalmış anlaşılan.

Gönlümün sultanı kalkan

Gelelim ikinci müsveddeye...

O da şöyle başlıyor:

Boğaz’ın sultanı nasıl lüferse gönlümün sultanı da kalkan benim.

Kalkan mevsimi başlar başlamaz benim için Kahraman’ın mevsimi de açılır. Rumeli Kavağı’nın ara sokağında, ne deniz manzarası ne de afili başka bir numarası olan bu tipik balıkçıda yapılan kalkan ızgara bir başka güzeldir. O ızgaraya arka bahçede yetiştirilen çıtır rokayla mis kokulu domates salatası eşlik eder. Bunların yanında elbette birbirinden lezzetli yığınla meze ve bir o kadar da balık çeşidi vardır ama dediğim gibi Kahraman’ın özelliği ızgara kalkandır ve gidenler büyük tepsilerde gelen o mis gibi kalkanı doyasıya yemek için genellikle diğer çeşitlerden feragat eder.

Lokantanın ilk müdavimleri iyi ve ucuz yemek yenilen yerleri keşfetmekte uzman olan Musevilerdi. Sonra ünü yayılmaya başladı. Onlar, onlardan duyan Beyaz Türkler, gazeteciler, sporcular, siyasiler derken Kahraman iğne atsan yere düşmez bir yer oldu. Gelen ünle birlikte birşeyler değişti elbette. Hayır, yemeğin kalitesinde olmadı bu değişim. Gene ızgara kalkan harika gene mezeler leziz lakin fiyatlar uçmuş gitmiş.

Bu uçuşta her gittiğimde duvara asılı fotoğraflara eklenen ünlü simaların etkisi var mı yok mu bilemeyeceğim, ama fiyatların ve fiyatlarla birlikte orayı mesken tutan Museviler’in uçup gittiği kesin.

Hatırlarsanız Kahraman bir süre önce başbakanımızın teşrif ettiği ve yemek yiyen diğer müşterileri su bardağını kaldırarak selamladığı mekan.

Ardından yazılar yazılmış, kadeh kaldırsın mı kaldırmasın mı tartışmaları yapılmıştı.

İşte o Kahraman’a geçen pazar Sarp’la birlikte gidelim dedik.

Gittik de...

Zar zor iki kişilik bir masa bulup oturduk. Niyetimiz de, ne yiyeceğimiz belli de, servis yapan garson haklı olarak iri bir kalkanın ikimize fazla geleceğini, küçük olanı da benim sevmeyeceğimi söyleyerek dil balığı önerdi.

Haklıya ne denir, olur dedik.

Yanına bir tabak domates salatası, iki midye dolması ve bir porsiyon midye kızartması söyledik.

Ve şarap.

Ve tam tamına 380 lira ödedik.

Merak ettim dil balığının adedi 75 liraymış.

Gene merak ettim, dönüş yolunda Tarabya’daki Kıyı’ya oradan Bebek’teki Poseidon’a yani zinhar ucuz olmayan tumturaklı lokantalara uğrayıp dil balığını kaça sattıklarını öğrendim. Küçük 35, iri 40, kallavi 50 lira. Evin karşısındaki balıkçıdaki fiyatı ise gelen geçene 20, bana 15 lira.

Yenilen bu kazıktan çıkarılacak sonuç ne peki?

Musevilerin boşalttığı mekanı doldurmayacaksın, bir. Fiyatını öğrenmeden masaya oturmayacaksın, iki. Başbakanın yolunu öğrendiği yerlere gitmeyeceksin, üç. Ha bu da sana ders olsun, dört.

...

Bu karalama da burada kalmış. Üçüncüye yer kalmadı. Ama anlayan anladı.
Yazının Devamını Oku

Okuma bayramı

13 Aralık 2008
Bayramın ilk günüyle birlikte İstanbul boşaldı. Hemen hemen bütün arkadaşlarım tatili fırsat bilip bir yerlere gittiler. Kalanlar da benim gibi evlerinden çıkmayanlar. Oysa yollar bomboş. Yeniköy’den Kuzguncuk’a yirmi dakikada gidiliyor ki, bu da insana fırsat bu fırsat duygusunu veriyor. Yolların çağrısına kapılmıyorum ama. Evde oturup önceden karar verdiğim gibi dersimi çalışıyorum. Masamın üstü bayram süresince okuyup bitirmeyi düşündüğüm kitaplarla dolu. Kimi ruhsuz bir dille yazılmış tuğla kalınlığında araştırma kitabı, kimi serçe parmak inceliğinde küçümen bir cilt. Hepsinin ortak özelliği ise bir dönemi anlatıyor olmaları. Acılı, uğursuz bir yazı... Ya da o yazdan arta kalanları.../images/100/0x0/55eb0e6af018fbb8f8a830c9

Bundan yıllar önce, gene böyle uzun bir bayram tatilini bahane edip o günlerde bütün şiddetiyle esen Asmalı Konak fırtınasında boğulmasına ramak kaldığını düşündüğümüz Meral Okay’ı ziyaret etmek için Göreme’ye gitmiştik. Aziz ve Yaso ile birlikte.

Bir gece, bu dünyaya ait değilmiş duygusu uyandıran o tuhaf coğrafyanın mı yoksa o coğrafyada sanki olduğundan daha büyük ve daha yakın gibi duran dolunayın etkisiyle mi bilmem, geç saatlere kadar oturup yarenlik ettiğimiz verandada tuhaf bir oyun oynarcasına, birbirimize bugüne dek duyduğumuz ya da tanık olduğumuz en çarpıcı hikayeleri anlatmaya başladık.

Hiç birimiz fena sayılmazdık ama anlattığı hikaye ile Aziz geceyi açık ara önde bitirdi.

1962 yılında babasının Kapıkule gümrük kapısında tanıştığı bir Fransız ailenin öyküsüydü bu. Makedonya’nın ücra bir kasabasından başlayıp İstanbul’dan geçen, bir ucu da Marsilya’ya giden çarpıcı bir hayat hikayesi. Tüylerimizi diken diken eden bir hikaye.

Anadolu toprağının böyle acılı ne çok hikaye barındırdığını düşündüğümü hatırlıyorum.

Sonra gece bitti, sayılı gün geçti, evli evine köylü köyüne döndü. Dinlediğimiz hikaye de yavaş yavaş soldu gitti.

Ben hikayelerin gelip insanları bulduğuna inanırım. Nitekim bir süre önce belleğin çekmecesine atılmış o hikaye gene Aziz eliyle gelip beni buldu.

Bu uzun tatilde hiçbir yere gitmeyip evde çalışmayı istemem onun yüzden. Bildiğimi sandığım şeyleri bilmediğimi anlamam onun yüzünden. İçimin kah buza kesip kah ısınması gene onun yüzünden.

BİR TUĞLAYA KARŞI BİR SERÇE PARMAĞI

Bayramda hemen hiç evden çıkmadım. Oturduğum masadan kalkmadığım bile söylenebilir. Boğaz yağmurlu havalarda olduğu üzere beyaza çalan o uçucu rengine bürünmüş. Çalışma masasının üstü okunmayı bekleyen kitaplarla dolu. Yirmi küsur kitap. İkiye ayırarak önüme yığmışım. Elimin erişmediği bir yere de panzehir niyetine iki şiir kitabı koymuşum. Şiir, söz ettiği acı ne kadar yoğun olursa olsun insanın içini buza kestirmez çünkü. Bir tuğlaya karşı bir serçe parmağı hesabıyla okumaya başlıyorum.

Tuğlalar genellikle ’bilimsel’ bir dille yazıldıklarından insanın içini kanırtmıyorlar. Tarihler, rakamlar, belgeler ve yazarın tarafsız olduğunu göstermek adına kullandığı soğuk bir dil.

Okuyor, not alıyor ama yağmurluğun üstünden akıp giden damlalar misali o sağanaktan içim dışım ıslanmadan kupkuru çıkıyorum.

Ama o serçeler yok mu o serçeler? İnsanı mahvediyorlar. Bazen hiçbir kelimenin anlatmaya yetmeyeceği bir fotoğraf, bazen yarım kalmış kırık bir cümle içinize çörekleniyor. Ve yüreğiniz buza kesiyor.

Serçe dediklerim genellikle anılar. Felaketten sağ çıkanların, ona değip geçenlerin Türkünün, Ermenisinin, İngilizinin, Amerikalısının tanıklıkları.

Dördüncü günün sonunda bir tuğlayı daha devirince ara veriyor, serçeler arasında Urfa’da Bir Yetimhane’yi seçiyorum. Ertesi gün o da ben de bitiyoruz.

Güneş de açtı mı sana. Yollar hala bomboş. Ev ödevi de bir yere kadar diyerek çıkıyorum.

Ama gide gide İstinye Park’ta gün geçtikçe kitapçıdan başka bir şeye dönüşen D&R’a gidiyor ve geçen yüzyıl başı İstanbul’un gündelik hayatını anlatan yazarların kitaplarını aramaya başlıyorum. Hikayenin kayıp halkasını tamamlamanın başka çaresi yok.

Bitip tükensem de, Osmanlı’nın son dönemine, Bulgar Savaşı ve Ermeniler’in Medz Yeğen dedikleri büyük felakete ilişkin yazılanları ve dönemin İstanbul’unu anlatan kitapları okumam lazım.

Raflardan üç kitap çekiyorum. Biri Yerasimos’un Birinci Dünya Savaşı’nın İstanbul’unu anlattığı kitabı, ikincisi Ece Temelkuran’ın Ağrı’nın Derinliği, üçüncüsü ise Hagop Mintzuri’nin İstanbul Anıları.

Ece Temelkuran’ın kitabı kalın olmasına kalın, ama diğer tuğlalara benzerliği sadece sayfa sayısı. Müthiş lirik bir dille yazılmış, herkesin bir ucundan tutup çekiştirdiği Ermeni meselesinin öbür yanına da bakmaya çalışan, farklı çevrelerden bulup konuştuğu kişilerin söylediklerine virgül eklemese de tarafsızlık iddiasında olmayan bir kitap.

Taraflı çünkü bitsin istiyor. Taraflı çünkü dinsin istiyor. Taraflı çünkü doğacak çocuklar ölüm hikayeleriyle büyümesin istiyor.

BİR ANADOLU ERMENİSİNİN İSTANBUL ANILARI

Hagop Mintzuri’nin İstanbul Anıları’nı açıyorum. Daha ilk sayfada içimin buzu eriyor.

Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan çıkan İstanbul Anıları İstanbul’un 1897-1940 yıllarını kapsıyor. Mintzuri, Armudanlı bir Anadolu Ermenisi. Yüz yıla yaklaşan ömrünün altmış yılını İstanbul’da geçirmiş, baba mesleği fırıncılıktan Üsküdar’da yem satıcılığına, Tokatlıyan Oteli’nde muhasiplikten Surp Harutyun Kilisesi’ndeki görevine kadar çeşitli işlerde çalışmış bir yazar.

Müthiş bir gözlemci. Müthiş bir anlatıcı. Ve müthiş bir avare. Dere tepe düz giden, İstanbul’un sokaklarını adım adım gezen bir avare.

Avareden kastım aylak aylak dolaşan biri değil. Tam tersine o işi gereği Galata Köprüsü’nün bu yanında kalan hemen hemen bütün semtlerini sokak sokak, ev ev dolaşmış ve gideceğe her yere yürüyerek gitmiş biri.

Buna da mecbur zira Hagop Efendi ekmekçi.

O yıllarda ekmeğin ne fırınlarda ne bakkallarda satılmadığını, atlara yükleneip ev ev dağıtıldığını, hesabın çetele ile tutulup ödemelerin aydan aya yapıldığını da ondan öğreniyoruz.

Bu gün yerinde yeller esen Sinan Paşa Camii yanındaki Beşiktaş Çarşısı’nın çalışanlarını, oraya yolu düşen saraylıları, Yedi Sekiz Hasanpaşa karakolunda çalışan inzibatları, her biri farklı iş yapan, her biri alameti farika gibi farklı giysileriyle ortada dolanan kırmızı saltalı Arnavutları, şahrem yüzlü Kürtleri, Şamdan gelen renkli giysileri ile diğerlerinden ayrılan Halep çıbanlı Arapları, uyanık Rum bakkalları, Karaköy’ü mesken tutan Tibetli doktorları, Yüksek Kaldırım’ın külyutmaz Yahudileri’ni, Galata’daki Getronogan Lisesi’ne devam eden yoksul Ermeni çocukları, genelev sokağında cilveyle bekleşen Odesalı, Leh, Rumen hayat kadınlarını, dağıttığı ekmeği azıcık aralanan kapı arasından alan elleri kınalı Cezayirliler’i, Sultan Hamid’in Yıldız’dan dört atlı gümüş arabasıyla çıkıp katıldığı cuma namazlarını, Müslüman Üsküdar ile gavur Pera’yı yani o dönem İstanbul’unda yaşanan gündelik hayatı da...

Mintzuri’nin kahramanları sıradan insanlar. Anadolu’nun dört bir köşesinden İstanbul’a gelip ekmek derdine düşen yoksul insanlar.

Kitapta bir bayram tasviri var ki okunmaya değer. Bayramlar gerçekten de bütün bu farklı insanları bir araya getiren bayramlarmış o zamanlar. Yıllardır bıkmadan usanmadan bir mozaikten söz eder dururuz ya, o mozaik nerede sahi? Mozaik dediğimiz kaba bir sıva değil mi şimdi?

Kitabı bitirdiğimde içim şenleniyor. Bayramı evde geçirdiğime değiyor.
Yazının Devamını Oku