Sayfanın adı değiştiğinden beri okurlardan gelen elektronik postalar da ikiye bölündü. Bir bölüm okur sayfanın bu yeni halini beğenmiş tebrik ediyor ama bir başka bölüm var ki bu işten hiç hoşnut değil.
Çoğu sayfamın adının neden “Gusto” gibi soylu bir başlıktan “Çıfıt Çarşısı” gibi soysuz bir başlığa devşirildiğini soruyor, bir kısmı da elde kadeh fotoğrafımın gelen tehditler yüzünden mi yok olduğunu sorguluyor. Aralarında gerek tutucu kesimden gerek gazete içinden gelen baskılara direnemediğime inanan, kendi inandıklarını bana da inandırmak isteyen komplo teorisyenleri de var.
yemek-mutfak ağırlama-sofra adres-mekan * içki-sigar * mey-meyhane lokanta-bar * çay-kahve ev-dekorasyon tasarım * düzenleme çiçek-bahçe televizyon haber-dizi tatil-gezi-şehir * otel-spa-sağlık yoga-reiki kişisel gelişim güzellik-makyaj moda-alışveriş sinema-tiyatro edebiyat insan-portre
|
Bu ülkenin nesi boldur diye sorulacak olsa duraksamadan şairi ve komplo teorisyeni derim. Üç kişi bir araya gelmeye görsün, duygulanınca şiir okur, gidişatı beğenmediğinde kendine göre bir komplo teorisi uydurur.
Yalan mı?
Şiir yazan kendi şiirlerine, yazmayan şiirlerini ezbere bildiği başka şairlere, aklı düz işleyen girift meselelere, ermeyen bir delinin kuyuya attığı fikirlere sarılmaz mı?
Bir süre hepsine tek tek cevap vermeye çalıştım ama baktım arkası kesilmiyor, iyisi mi bir yazı yazayım da toplu cevap hakkımı kullanayım dedim.
FOTOĞRAF NİHAT ODABAŞI’NDAN
Hayır efendim, ne başlık ne fotoğraf değişikliği bana dayatılmadı. Önce fotoğraf meselesi gündeme geldi. Ana gazetedeki yazarlarla birlikte biz eklerde yazan kuzucukların fotoğraflarının da değiştirilmesi kararlaştırıldığından, hepimizden, belirli bir gün, belirli bir saatte gazetede olmamız istendi. Ben buralarda olmadığımdan gidemedim ve Sebati Karakurt’un çekimlerine yetişemedim.
Emir demiri keser, paçam sıkışınca da sevgili Nihat Odabaşı’ndan rica ettim, fotoğraflarımı o çekti. Bir gün öylesine, güle oynaya, on beş dakikada. Bu arada baktığımda kendimi kendime benzetebildiğim o kareler için de sevgili arkadaşıma teşekkürü borç bilirim.
ELDEKİ KADEH BASKIDAN UÇMADI
Çıfıt Çarşısı fikri ise benden çıkma.
Gene bir pazar, gene mutat arkadaşlar, gene mutfakta, gene makarna yerken, patronların patronu bana dönüp gene mutat konuşmasına başladı. Adım çıkmış dokuza inmez sekize misali, yok sen çalışkan değilsin demeler, tembelliğimden girmeler, rahata düşkünlüğümden çıkmalar derken kafam attı, ben mi tembelim diye son 30 yılda çalıştığım işleri bir bir sıralamaya başladım. Lafımı “Ne tembelliği, olsa olsa serde çekirgelik var. Benim iş hayatım, gördüğün gibi çalışkan dediklerinin iki katı ama galiba biraz da çıfıt çarşısı” diye noktaladım.
O konuşmadan kalmadır çıfıt çarşısı. Bir de şimdi kutularımız var malum, bir oradan bir buradan yazacağız, çekirge misali sağa sola sıçrayacağız ya, eklerde değişiklik yapılması kararlaştırıldığında aklıma o günkü konuşma düştü. Tebdil-i mekan gibi, tebdil-i lisanda da ferahlık vardır diye düşündüm, madem sayfa değişiyor başlık da değişsin bari diyerek çıfıt çarşısını önerdim.
Olay budur ey komplo düşkünü sevgili okur. Görüldüğü gibi elimdeki kadehi bırakmamın Hürriyet’in hükümete verdiği, vereceği, vermiş olduğu tavizle hiçbir ilişkisi yoktur.
Nokta.
Bu haftanın giriş yazısı Treviso ve Venedik olacaktı aslında.
Ağustos ayında Gayrettepe’de şubesi açılacak İtalyan lokantası Piola’nın davetlisi olarak Treviso’ya gittim ve orada başka bir grup arkadaşla buluştum.
Hepsi benden bir gün önce Treviso’ya vardıklarından ben gittiğimde çoktan otele yerleşmişler, Venedik’e 25 dakika uzaklıktaki bu küçük şehrin girdisini çıktısını öğrenmişlerdi. Onları, sabah çıkan kuzey rüzgarı hava sıcaklığını 15 derece birden düşürdüğü için, meydandaki kafelerin geniş terasları yerine içeride sıkış sıkış bir masada otururlarken buldum.
ÖLÜ ŞEHİR TREVISO’YU SEVDİM
Akşam Piola’da yemek yeneceğinden ve önümüze bol çeşit geleceğinden emin olduklarından öğle yemeğini hafif bir şeyler atıştırarak geçiştirmeye çalışıyor ve kara kara üç günlük tatili fırsat bilip ortalıktan yok olan İtalyanlar’ın boşalttığı bu ıssız kentte, koca bir öğleden sonrayı nasıl geçireceklerini düşünüyorlardı. Yemek bitiminde herkes bir yerlere savruldu ve biz Vildan’la dolaşmaya başladık. Şehir ıssızdan da öte resmen ölü şehir görünümünde... Ortalıkta dolaşan tek kula rastlamamamıza, delip geçen ayaza, kapalı dükkanların insanda uyandırdığı hayalkırıklığına rağmen gene de ben turist akınlarını savuşturmayı becermiş bu küçük şehri sevdim. Bir kere insana, İtalya’ya değil de İsviçre’ye gelmiş hissi verecek kadar temiz. Ve de güzel... Ve de zengin...
Sokaklarda yürümenin kuyrukta beklemeye benzediği yaz aylarında Venedik’e yolları düşenlerin, en azından günübirliğine Treviso’ya gitmelerini öneririm. “Venedik’ten kaçan Venediklilerin şehri” diye bilinen bu küçük şehirde, kalabalıktan uzak keyifli saatler geçirecekleri kesin.
Piola’ya gelince...
Onu Ağustos’a doğru yazacağım.
Ki unutulmasın, ki yazık olmasın.
Veneto’nun gururu köpüklü şarapProsecco’lar, İtalya’nın, başkenti Venedik olan Veneto bölgesinin ünlü köpüklü şarapları. Prosecco severler her ne kadar göz ağrılarına köpüklü şarap denmesine kızsalar da, Treviso tepelerinden Po nehrinin eteklerine kadar uzanan bağlarda üretilen, şampanya deseniz tam anlamıyla şampanyaya da benzemeyen bu kekremsi şaraplar bölgenin en önemli ihraç kalemlerinden biri.
Bundan iki ay kadar önce İtalyan Başkonsolosluğu’nda yapılan küçük bir toplantıda, İtalyan Ticaret Merkezi Müdürü Roberto Luongo, içlerinde bölgenin en ünlü şaraplarından Presecco di Coneglione ve Prosecco di Valdobiadene’nin de bulunduğu küçük bir tadım toplantısı düzenledi ve şarap ithalatçılarına henüz Türkiye’de satılmayan bu nefis içkileri tanıttı. Bir işim çıktığından o toplantıya gidememiştim.
Ve ne yalan, vergiler şunlar bunlar derken İtalya’da müthiş makul fiyatlara satılan Prosec-co’ların üzerlerine binen bu vergi yükünü kaldırmayacağını, dolayısıyla da ithalatçıların gözünü korkutup kolay kolay buralara uğramayacağını düşünmüştüm.
Yanılmışım.
Bu yolculuk sırasında ithalatın başladığını öğrendim.
Umarım gümrük mümrük derken piyasaya çıkması zaman almaz.
Ve umarım fiyatları el yakmaz.
Keşfetmeyi sevenlere Galata Moda günlerinin başladığını ve Pazar akşamına kadar süreceğini unutmamak gerek derim. Geçen kış kulenin dibinde açılan standlara ilgi büyüktü. Kış vakti öyleyse yaz saati haydi haydi kalabalık olur diye düşünüyorum. Bilinen markaların yanı sıra keşfedilmeyi bekleyen yeteneklerin de yaptıkları işleri sergiledikleri, son derece uygun fiyatlara son derece ilginç parçalar bulunabilecek bir Pazar Galata. Ben genç takı sanatçılarının neler yaptığını görmeye gideceğim bu kez. Bir yandan alışveriş yaparken bir yandan eğlenmek isteyenlere, piyasada hep aynı markaları görmekten gına getirenlere, keşfetmeyi sevenlere hararetle tavsiye ederim.
Akaretler’in yeni gözdesi Etaminli nostalji.
İç düzenlemesini Mahmut Anlar yapmış.
Arkada nefis bir bahçesi var.
Oyuncaklı bir bahçe. El fenerleri, bahriyeli kanapeler, alçak masalar, uyumlu renkler, köşeye kurulmuş harika bir bar ve adım atar atmaz insanı neşelendiren, mutlu eden bir atmosfer.
Nasıl demeli?
Karanlık, gürültülü, bir gecelik ilişkilere zemin hazırlayan bir mekan değil Der Die Das. Arayan, bazen bulup bazen bulamayan, bulduğu anda unutan ve asla doymayanları mutlu edecek bir yer değil.
Vamp değil, seksi.
Mönü geniş, fiyatlar makul, servis iyi.
Gidilmeli, görülmeli, denenmeli.