Figen Batur

Şilili Victor eniştenin kurutulmuş elmaları

20 Haziran 2009
Geçen yıl bir arkadaşım, tam da bu vakitler sıcaklardan sıcak beğen bir gece, bir dost meclisinde, Türkiye’nin hal-i-pür melalini konuşmayı vazife bilen erkek tayfasının koyulaştıkça ağdalaşan muhabbetini çattadanak kesmiş ve soran eden olmadığı halde biz meclis mensuplarına yüksek sesle gidip Kıbrıs’a yerleşeceğini bildirmişti.

yemek-mutfak *
ağırlama-sofra
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar
çay-kahve
ev-dekorasyon

Yazının Devamını Oku

Sevgili komplo teorisyeni okur sayfanın neden değiştiğini açıklıyorum

13 Haziran 2009
Sayfanın adı değiştiğinden beri okurlardan gelen elektronik postalar da ikiye bölündü. Bir bölüm okur sayfanın bu yeni halini beğenmiş tebrik ediyor ama bir başka bölüm var ki bu işten hiç hoşnut değil.
Çoğu sayfamın adının neden “Gusto” gibi soylu bir başlıktan “Çıfıt Çarşısı” gibi soysuz bir başlığa devşirildiğini soruyor, bir kısmı da elde kadeh fotoğrafımın gelen tehditler yüzünden mi yok olduğunu sorguluyor. Aralarında gerek tutucu kesimden gerek gazete içinden gelen baskılara direnemediğime inanan, kendi inandıklarını bana da inandırmak isteyen komplo teorisyenleri de var.
yemek-mutfak
ağırlama-sofra
adres-mekan *
içki-sigar *
mey-meyhane
lokanta-bar *
çay-kahve
ev-dekorasyon
tasarım *
düzenleme
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir *
otel-spa-sağlık
yoga-reiki
kişisel gelişim
güzellik-makyaj
moda-alışveriş
sinema-tiyatro
edebiyat
insan-portre

Bu ülkenin nesi boldur diye sorulacak olsa duraksamadan şairi ve komplo teorisyeni derim. Üç kişi bir araya gelmeye görsün, duygulanınca şiir okur, gidişatı beğenmediğinde kendine göre bir komplo teorisi uydurur.
Yalan mı?
Şiir yazan kendi şiirlerine, yazmayan şiirlerini ezbere bildiği başka şairlere, aklı düz işleyen girift meselelere, ermeyen bir delinin kuyuya attığı fikirlere sarılmaz mı?
Bir süre hepsine tek tek cevap vermeye çalıştım ama baktım arkası kesilmiyor, iyisi mi bir yazı yazayım da toplu cevap hakkımı kullanayım dedim.

FOTOĞRAF NİHAT ODABAŞI’NDAN

Hayır efendim, ne başlık ne fotoğraf değişikliği bana dayatılmadı. Önce fotoğraf meselesi gündeme geldi. Ana gazetedeki yazarlarla birlikte biz eklerde yazan kuzucukların fotoğraflarının da değiştirilmesi kararlaştırıldığından, hepimizden, belirli bir gün, belirli bir saatte gazetede olmamız istendi. Ben buralarda olmadığımdan gidemedim ve Sebati Karakurt’un çekimlerine yetişemedim.
Emir demiri keser, paçam sıkışınca da sevgili Nihat Odabaşı’ndan rica ettim, fotoğraflarımı o çekti. Bir gün öylesine, güle oynaya, on beş dakikada. Bu arada baktığımda kendimi kendime benzetebildiğim o kareler için de sevgili arkadaşıma teşekkürü borç bilirim.

ELDEKİ KADEH BASKIDAN UÇMADI

Çıfıt Çarşısı fikri ise benden çıkma.
Gene bir pazar, gene mutat arkadaşlar, gene mutfakta, gene makarna yerken, patronların patronu bana dönüp gene mutat konuşmasına başladı. Adım çıkmış dokuza inmez sekize misali, yok sen çalışkan değilsin demeler, tembelliğimden girmeler, rahata düşkünlüğümden çıkmalar derken kafam attı, ben mi tembelim diye son 30 yılda çalıştığım işleri bir bir sıralamaya başladım. Lafımı “Ne tembelliği, olsa olsa serde çekirgelik var. Benim iş hayatım, gördüğün gibi çalışkan dediklerinin iki katı ama galiba biraz da çıfıt çarşısı” diye noktaladım.
O konuşmadan kalmadır çıfıt çarşısı. Bir de şimdi kutularımız var malum, bir oradan bir buradan yazacağız, çekirge misali sağa sola sıçrayacağız ya, eklerde değişiklik yapılması kararlaştırıldığında aklıma o günkü konuşma düştü. Tebdil-i mekan gibi, tebdil-i lisanda da ferahlık vardır diye düşündüm, madem sayfa değişiyor başlık da değişsin bari diyerek çıfıt çarşısını önerdim.
Olay budur ey komplo düşkünü sevgili okur. Görüldüğü gibi elimdeki kadehi bırakmamın Hürriyet’in hükümete verdiği, vereceği, vermiş olduğu tavizle hiçbir ilişkisi yoktur.
Nokta.
Bu haftanın giriş yazısı Treviso ve Venedik olacaktı aslında.
Ağustos ayında Gayrettepe’de şubesi açılacak İtalyan lokantası Piola’nın davetlisi olarak Treviso’ya gittim ve orada başka bir grup arkadaşla buluştum.
Hepsi benden bir gün önce Treviso’ya vardıklarından ben gittiğimde çoktan otele yerleşmişler, Venedik’e 25 dakika uzaklıktaki bu küçük şehrin girdisini çıktısını öğrenmişlerdi. Onları, sabah çıkan kuzey rüzgarı hava sıcaklığını 15 derece birden düşürdüğü için, meydandaki kafelerin geniş terasları yerine içeride sıkış sıkış bir masada otururlarken buldum.

ÖLÜ ŞEHİR TREVISO’YU SEVDİM

Akşam Piola’da yemek yeneceğinden ve önümüze bol çeşit geleceğinden emin olduklarından öğle yemeğini hafif bir şeyler atıştırarak geçiştirmeye çalışıyor ve kara kara üç günlük tatili fırsat bilip ortalıktan yok olan İtalyanlar’ın boşalttığı bu ıssız kentte, koca bir öğleden sonrayı nasıl geçireceklerini düşünüyorlardı. Yemek bitiminde herkes bir yerlere savruldu ve biz Vildan’la dolaşmaya başladık. Şehir ıssızdan da öte resmen ölü şehir görünümünde... Ortalıkta dolaşan tek kula rastlamamamıza, delip geçen ayaza, kapalı dükkanların insanda uyandırdığı hayalkırıklığına rağmen gene de ben turist akınlarını savuşturmayı becermiş bu küçük şehri sevdim. Bir kere insana, İtalya’ya değil de İsviçre’ye gelmiş hissi verecek kadar temiz. Ve de güzel... Ve de zengin...
Sokaklarda yürümenin kuyrukta beklemeye benzediği yaz aylarında Venedik’e yolları düşenlerin, en azından günübirliğine Treviso’ya gitmelerini öneririm. “Venedik’ten kaçan Venediklilerin şehri” diye bilinen bu küçük şehirde, kalabalıktan uzak keyifli saatler geçirecekleri kesin.
Piola’ya gelince...
Onu Ağustos’a doğru yazacağım.
Ki unutulmasın, ki yazık olmasın.

Veneto’nun gururu köpüklü şarap

Prosecco’lar, İtalya’nın, başkenti Venedik olan Veneto bölgesinin ünlü köpüklü şarapları. Prosecco severler her ne kadar göz ağrılarına köpüklü şarap denmesine kızsalar da, Treviso tepelerinden Po nehrinin eteklerine kadar uzanan bağlarda üretilen, şampanya deseniz tam anlamıyla şampanyaya da benzemeyen bu kekremsi şaraplar bölgenin en önemli ihraç kalemlerinden biri.
Bundan iki ay kadar önce İtalyan Başkonsolosluğu’nda yapılan küçük bir toplantıda, İtalyan Ticaret Merkezi Müdürü Roberto Luongo, içlerinde bölgenin en ünlü şaraplarından Presecco di Coneglione ve Prosecco di Valdobiadene’nin de bulunduğu küçük bir tadım toplantısı düzenledi ve şarap ithalatçılarına henüz Türkiye’de satılmayan bu nefis içkileri tanıttı. Bir işim çıktığından o toplantıya gidememiştim.
Ve ne yalan, vergiler şunlar bunlar derken İtalya’da müthiş makul fiyatlara satılan Prosec-co’ların üzerlerine binen bu vergi yükünü kaldırmayacağını, dolayısıyla da ithalatçıların gözünü korkutup kolay kolay buralara uğramayacağını düşünmüştüm.
Yanılmışım.
Bu yolculuk sırasında ithalatın başladığını öğrendim.
Umarım gümrük mümrük derken piyasaya çıkması zaman almaz.
Ve umarım fiyatları el yakmaz.

Keşfetmeyi sevenlere

Galata Moda günlerinin başladığını ve Pazar akşamına kadar süreceğini unutmamak gerek derim. Geçen kış kulenin dibinde açılan standlara ilgi büyüktü. Kış vakti öyleyse yaz saati haydi haydi kalabalık olur diye düşünüyorum. Bilinen markaların yanı sıra keşfedilmeyi bekleyen yeteneklerin de yaptıkları işleri sergiledikleri, son derece uygun fiyatlara son derece ilginç parçalar bulunabilecek bir Pazar Galata. Ben genç takı sanatçılarının neler yaptığını görmeye gideceğim bu kez. Bir yandan alışveriş yaparken bir yandan eğlenmek isteyenlere, piyasada hep aynı markaları görmekten gına getirenlere, keşfetmeyi sevenlere hararetle tavsiye ederim.

Akaretler’in yeni gözdesi

Etaminli nostalji.
İç düzenlemesini Mahmut Anlar yapmış.
Arkada nefis bir bahçesi var.
Oyuncaklı bir bahçe. El fenerleri, bahriyeli kanapeler, alçak masalar, uyumlu renkler, köşeye kurulmuş harika bir bar ve adım atar atmaz insanı neşelendiren, mutlu eden bir atmosfer.
Nasıl demeli?
Karanlık, gürültülü, bir gecelik ilişkilere zemin hazırlayan bir mekan değil Der Die Das. Arayan, bazen bulup bazen bulamayan, bulduğu anda unutan ve asla doymayanları mutlu edecek bir yer değil.
Vamp değil, seksi.
Mönü geniş, fiyatlar makul, servis iyi.
Gidilmeli, görülmeli, denenmeli.
Yazının Devamını Oku

Ele ele tutuşarak sahneye çıkan çift o kadar hoş ki, gören herkes dikkat kesiliyor

6 Haziran 2009
Erkek erkek erkek erkek... Önüm arkam sobe, sağım solum erkek... Onca erkeğin arasında pırıl pırıl parlayan tek bir kadın var. Adı: Gülden Yılmaz.
Monaco’daki Hotel de Paris’nin terasında, Ernst and Young firmasının düzenlediği Yılın Girişimcisi Ödülleri’nin tanıtım kokteylinde gözümü Gülden’den alamıyorum. Üzerinde Koton koleksiyonundan mor bir tulum, incecik dal gibi gencecik bir kadın.
Nasıl sahici, nasıl mütevazı, nasıl güzel anlatamam.
Bu yıl dokuzuncusu düzenlenen ve kırkbir ülkeden gelen kırk üç adayın yarıştığı yarışmada, Türkiye’yi o ve eşi Yılmaz Yılmaz temsil ediyor.
yemek-mutfak *
ağırlama-sofra
adres-mekan *
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar *
çay-kahve
ev-dekorasyon
tasarım
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir *
otel-spa-sağlık
yoga-reiki
kişisel gelişim
güzellik-makyaj
moda-alışveriş
sinema-tiyatro
edebiyat
insan-portre *

Sahibi oldukları Koton’un hikayesi tipik bir başarı hikayesi: Deniz subayı Yılmaz Yılmaz ile öğretmen Gülden Yılmaz biraz da ek gelir kazanmak amacıyla, 1988 yılında Kuzguncuk’ta 25 metrekarelik küçük bir dükkanda ihraç fazlası ürünler satmaya başlarlar. Gece gündüz çalışarak geçen yirmi yılın sonunda o minicik dükkandan yüz küsur tasarımcının, günde ortalama otuz beş yeni model ürettiği ve üretilen her modelin dünyanın dört bir yanındaki Koton mağazalarına dağıtıldığı, yıllık cirosu milyonlarca dolar tutan bugünkü şirket doğar.
Bir yandan terası dolduran kalabalığı gözlüyor, bir yandan Gülden’le Yılmaz’ı izliyorum. Belli etmek istemeseler de ikisinin de fena halde heyecanlı oldukları, yerlerinde duramamalarından belli. Bu yerinde duramama halinin birincinin açıklanacağı gala gecesine kadar süreceği de... Bir oraya bir buraya gidiyor, hem bizler hem de diğer katılımcılarla sohbet ediyorlar.
Adayların her biri kendi alanlarında müthiş başarılı insanlar. O yüzden hangisinin ödül alacağını kestirmek zor. Hemen her köşede fısır fısır şans kuşunun kimin omzuna konacağı konuşuluyor, tahminler yürütülüyor.
Bir süre sonra köşedeki orkestra susuyor ve yapılan anonsla konuklar içeri davet ediliyor. Altın varak işlemeli tavandan sarkan kristal avizelerin aydınlattığı loş salona geçiyoruz. Ernst and Young’ın elini cebinden çıkarmadan konuşan Amerikalı CEO’su, kısa bir konuşmanın ardından teker teker adayları tanıtmaya başlıyor. Polonya’dan gelen hızmalı iki genç, Hindistan’dan gelen ve işinin yanı sıra günde iki milyon kişiye aş verdiği belirtilen bir diğeri, Yeni Zelandalı eksantrik bir tasarımcı, Tayvanlı, Güney Afrikalı, Fransız, Alman, Avusturyalı derken sıra Gülden’le Yılmaz’a geliyor. Ele ele tutuşarak sahneye çıkan çift o kadar hoş ki, gören herkes dikkat kesiliyor, fotoğraflar çekiliyor. Sonra diğerleri... Gece kaldığı yerden devam ediyor.
Ertesi sabah onlar yabancı basınla toplantı yaparken biz Monte Carlo sefası sürüyoruz.
Monte Carlo bir şehirden ziyade sanki zenginler kulübü.
Dünyanın en ünlü mücevhercileri koleksiyonlarını sergileme yarışına tutuşmuşlar Meydanı çevreleyen lüks otellerin lokantaları ünlü şeflere emanet. Açıkta seyreden yatlar yat boyutlarını çoktan aşıp şilep boyutlarına varmış. Ve vızır vızır geçen arabaların hemen hepsi sanki Batman’in otomobili.
O öğleden sonrayı ve ertesi sabahı yöreyi gezerek geçiriyoruz...
Nihayet gala gecesi gelip çatıyor. Smokinler çekiliyor, tuvaletler giyiliyor ve Prens ailesinin ev sahipliğindeki ünlü Gül Balosu’nun da yapıldığı Sproting Club’ün yıldızlı salonuna gidiliyor.
Salon bin kişilik ve lebalep. Onar kişilik masalarda 2009 yılı adayları ve yakınları oturmuş, bir yandan sahnedeki orkestranın çaldığı müziği dinliyor bir yandan yemeklerini yiyorlar. Önü yuvarlak bir terasa açılan bu dillere destan lacivert salonu, anlaşılan gözümde fazla büyütmüşüm. Tamam tavanının açılması, havai fişeklerin üzerimize yağması hoş ama, o kadar.
Salona hafiften burun kıvırsam da organizasyona şapka çıkarıyorum. Adayların sahneye davet edilmelerinden tutun da, aralardaki Cirque du Soleil gösterilerine varana dek aksayan tek bir şey yok. Her şey tıkır tıkır işliyor ve yavaş yavaş gecenin sonuna geliniyor.
Ernst Young’ın CEO’su gene eli cebinde sahneye çıkıyor, jürinin seçimde bu yıl çok zorlandığı mealinde bir şeyler anlatıyor. Sanki ödüle aday gösterilen benim.. yüreğim küt küt...
Çinli adayın ismini duyunca içimden ağlamak geliyor. Tamam kazanmanın değil katılmanın önemli olduğu bir yarışma bu, ama gene de... O sırada yerlerinden fırlayıp kazanan Çinliyi alkışlayan Gülden ile Yılmaz’ı görüyorum. Sıkıntım o an geçiyor. Bu kez olmadı belki ama bunun gibi önemli başka bir yarışmadan ödülle döneceklerini biliyorum.
Bu hırs, bu azim, bu sebat... Başka türlüsü olmaz.

Paranın, kumarın ve ömrünü muktedir erkeklere adamış kadınların şehri

Fransız Riviera’sının en eril köşesi neresidir diye sorulacak olsa, ikiletmeden Monte Carlo derim.
Riviera’nın en büyük şehri Nice’den tutun da bölgenin irili ufaklı bütün kasabalarına kadar bütün yerleşim alanları ne kadar dişilse, Monte Carlo da bir o kadar erildir. Nasıl olmasın? Paranın, kumarın ve ömrünü muktedir erkeklerin hizmetine adamış kadınların şehridir Monte Carlo. Haa bir de Ferrari’sinden Bugatti’sine pahalı arabaların. Sırtını dağlara dayamış, yüzü denize dönük bu iki kilometrekarelik şehir - devlet, dünyanın Vatikan’dan sonra gelen en zengin devletidir aynı zamanda.
Paranın rengi, kokusu olmaz denir ama bal gibi eskisi - yenisi vardır. Görgülüsü ve görgüsüzü... Dünü bilmem ama bugünün Monte Carlo’su, kim ne derse desin çiğ paranın başkenti artık. Ne hanedan hikayeleri ne sokak başlarında karşınıza dikilen Prenses Grace portreleri bu gerçeği örtmüyor, Monte Carlo buram buram görgüsüzlük tütüyor.
İster görkemli Hermitage’da kalın, ister oymalı Hotel de Paris’de, zamanınızı ister kremalı pasta benzeri kumarhanede geçirin ister Sarmısak Burnu’ndaki yat limanında, bu gerçekle yüzleşmeden Monte Carlo’da vakit geçirmenin imkanı yok. Ama olur da yolunuz düştü diyelim, bir de bol da paranız varsa Hotel de Paris’deki altın kaplama servis takımları ve elli kişilik müşteriye elli kişilik hizmet ordusuyla ünlü şef Alain Ducasse’ın Louis XV lokantasına gidin. Gerekirse şarabın ucuzuna kaçın ama ustanın yemeklerini tadın.
Sağım solum Akdeniz başka ne isterim

Eski limanı, dar sokakları, dar sokaklarına inat geniş meydanları ve adı 19. yüzyılda burayı mesken tutan İngilizlerden mülhem kıyı şeridi Promenade des Anglais’siyle Nice, Fransa’nın 4. büyük şehri. Cıvıl cıvıl. Fiyatlar Paris’in neredeyse yarısı. Sefası da yanınıza kâr.
Fransız Riviera’sını gezmek isteyenlerin, temmuz - ağustos gibi iğne atsan yere düşmeyecek yaz sezonu dışında, Nice’i merkez tutmaları bence akıllı bir seçim. Sabah kalkıp ayakta şıpıdık pazar yerine gitmenin, kolda sepet çiçeğinden böceğine türlü mal satılan tezgahlar arasında dolaşmanın, civardaki küçük kahvelerden birine çöreklenmenin, şarap eşliğinde hafif birşeyler atıştırdıktan sonra azıcık kestirmenin,akşam üzerleri kıyı boyu sıralanan otellerden birinin terasında piyasaya çıkanları izlemenin hoş olduğunu düşünüyorum. La Petite Maison’un fazla iddialı olmasa da taam erbabını hoşnut kılan yemekler sunduğunu ve çevrede birbirinden hoş lokantalar bulunduğunu da eklemek isterim. Picasso müzesinden Maeght galerisine resimse resim, caz festivalinden rock konserine müzikse müzik, Gaston et Gastonette’den Tetou’ya balıksa balık... Bir de sağım solum Akdeniz, başka ne isterim.

Güney Fransa’nın ruhuna dokunmak istiyorsanız

Ville Franche sempatik, Golf Juan ilginç, Mougin otantik, Antibe özel, Eze tıknefes, Saint Tropez bildiğiniz Saint Tropez.
Ville Franche’ın tadı çıkarılmalı, Juan les Pins’de alışveriş yapılmalı, Mougins’de yemek yenmeli, Antibe’de dolaşılmalı, Eze’e tırmanılmalı, Saint Tropez’de Jean Roc’un peşine düşülmeli ve Monte Carlo’dan İtalya sınırına kadar uzanan şerit de bir iki atış noktası dışında düşmana tavsiye edilmeli derim. Güney Fransa’nın ruhuna dokunmak isteyenlerin de kıyıdan uzaklaşıp içlere doğru uzanmalarını Aix‘e yani Provenca’a Costes’a yani Luberon’a gitmelerini hararetle tavsiye ederim.
Yazının Devamını Oku

Hollandalı turist Kapalıçarşı’da neden bayıldı

30 Mayıs 2009
Four Seasons Oteli’ndeyiz. Bir avuç gazeteci, Elginkan Topluluğu’nun davetlisi olarak öğle yemeği yiyecek ve topluluğun Kapalıçarşı’da sosyal sorumluluk kapsamında gerçekleştirdiği yenileme projelerinden söz edeceğiz. Uzun masanın başında, davet sahibi Hakan Günderen, sağında da gönüllü olarak uğraştığı bu işler yüzünden bir dokun bin ah işitgillerden olmuş Kapalıçarşı Esnaf ve Sanatkarlar Derneği Başkanı Dr. Hasan Fırat oturuyor.
Karşımıza kurulu perdeden, Kapalıçarşı tuvaletlerinin eski ve yeni hallerinin görüntüleri geçmeye başlıyor.
Yeniler yeni yenilendiğinden pırıl pırıllar da eskiler?
Gözümüz ekranda, midemiz ayakta, kulağımız Hasan Fırat’ta dinliyoruz.
yemek-mutfak *
ağırlama-sofra
adres-mekan *
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar
çay-kahve
ev-dekorasyon *
tasarım *

düzenleme
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir *
otel-spa-sağlık
kişisel gelişim
güzellik-makyaj
moda-alışveriş *
sinema-tiyatro

Sayılarla konuşuyor Fırat: Kapalıçarşı’ya her gün ortalama 350 bin turist gelir, diyor. Bu sayı yaz aylarında 500 bini bulur. Bu rakama çarşıda çalışan 25 bin esnaf dahil değildir. Alışverişe gelenler dükkanların kapısının önünde atmacalar misali bekleyen çığırtkanlar tarafından içeri davet edilir, geleneğimiz gereği hemen bir çay kahve söylenir, yenilir içilir alınır verilir, çıkıp bir sonraki dükkana girilir, derken doğanın kanunu işlemeye başlar, adımlar sıklaşır insanlar gidecek bir lavabo aramaya başlar.
45 bin metrekarelik dev çarşıda hepi topu 12 tuvalet vardır, bunların da yarısından çoğu hanlardadır.
Fırat konuşmasına devam ederken dalıp, Kavukçu Han günlerime gidiyorum. Sabah girdiğim atölyeden öğle saatlerine doğru şimşek hızıyla fırlar, soluğu o zamanlar Babıâli’yi mesken tutan gazetelerden birinde alırdım. Orada çalışanlardan birinin adını vererek kapıdaki güvenlikten geçer, alı al moru mor tuvalete gider kimseye görünmeden de geriye dönerdim. Bu koşu günde en az üç kez tutturulurdu, çünkü bizim çiçek bozuğu handa gidilebilecek bir yer yoktu. Daha doğrusu vardı da, önünden burnunu tutmadan geçtiğin takdirde baygınlık geçireceğin o hücreye kara delik denir de belki, tuvalet denemezdi.
Ben anılara dalmışken masadan gülüşmeler yükseliyor.
Meğer geçenlerde Hollandalı bir turist, burnunu tıkamadan ve paçaları sıvamadan girdiği belediyeye ait tuvaleti görmesiyle şak diye düşüp bayılmış.
Belediyeye ait tuvalet de ne ola ki diyorsunuz değil mi?
Çarşının 12 tuvaleti de farklı ellerde. Kimi özel mülk, kimi derneğe ait, kiminin de sahibi belediye.
Elginkan Topluluğu’nun eli değmişken hepsini değil de sadece üçünü yenilemesinin nedeni de bu aslında. Ama bürokrasiyi aşmayı becerememişler.
Pes ki pes.
Rakamlar ortada işte. Tuvalet başına 35 bin kişi düşer mi?
Biz hamamlarımızla, sebillerimizle, su yollarımızla övünen, on beşinci yüzyılda İstanbul’daki su tüketimi bütün Avrupa’dakinden fazlaydı diye gelişmiş temizlik anlayışımızla böbürlenen bir millet değil miyiz?
Peki ne zaman hela seviyesinden lavabo aşamasına geçeceğiz?
Bir sözüm de çarşı esnafına... Metrekaresine tonlarca hava parası ödediğiniz ve günün en az on saatini geçirdiğiniz çarşının sorunları biraz da sizin sorunlarınız değil mi?
Son sorum da Büyükşehir Belediye Başkanı Topbaş’a.
Çarşının en işlek yerindeki belediyeye ait o maşrapalı iki tuvaletin hali pür melali hiç mi içinizi sızlatmıyor? İstanbul Avrupa Kültür Başkenti olmaya böyle mi hazırlanıyor?

İç Bedesten 42 numara

Kapalıçarşı’nın güzellikleri de dertleri gibi saymakla bitmez. Ön yüzü cafcaflı, arka yüzü cefalı bu çarşının biz kadınlar için en civcivli ve iç hoplatan köşesi kuşkusuz İç Bedesten’dir. Çarşının orta yerinde küçük bir labirenttir. Bir ucundan girip diğer ucundan çıkmak kolaydır ama aradığınız adresi bulmak neredeyse imkansızdır. Bir sokağa girer diğerinden çıkar, sağa döner sola sapar, az gittim uz gittim derken kendinizi az önce geçtiğiniz yerde bulmanızla bir adım bile gitmediğinizi anlarsınız. Bedesten’de dönüp dolaşmamak için iyi mim koymayı bilmek gerekir. Ya da kaybolmayı istemek.
Ömrümün yirmi yılı Kapalıçarşı’da geçtiği halde Bedesten’de hâlâ kaybolurum ben. Ve hiç şikayet etmem. Geçenlerde gene o sokak bu sokak yürürken, yolum 42 numaranın önüne düştü. Sahibi Faruk, uzun yıllar Kanada’da yaşadıktan ve dünyayı dört kez dolaştıktan sonra yurda dönmüş ve bu küçük dükkanı açmış. Etnik takı sevenlerin mutlaka gidip görmesi gereken bir adres olduğunu düşünüyorum. Papua Yeni Gine’den gelme bir kolye, Bali’den alınmış deniz kabukları, Nepal menşeli bilezikler, Afrika’nın dört bir yanından toplanmış kültablası büyüklüğünde küpeler, Bedevi gümüşleri, Hint işleri, hepsi harika. Avrupa’ya gitseniz ancak galerilerde rastlayabileceğiniz ve almaya kalktığınızda elinizi yakacak fiyatlar istenecek binbir çeşit takı burada, İç Bedesten 42 numarada. Meraklısına...

Ya Fes’e ya Subaşı’na

Halı açtırdık, gümüş tarttırdık, kumaş seçtik, inci dizdik derken acıktık mı? O zaman iki seçeneğiniz var. Ya çarşının en afili kafelerinden Fes’te konaklayacak ve birşeyler atıştıracaksınız ya da adam gibi Türk yemeği yemek için Subaşı’na yollanacaksınız. Her gün yirmi farklı yemeğin çıktığı Subaşı’nda karın doyurmak demek, yapılan alışverişi perdahlamak demektir biraz da.

Broadway’e kostüm dokuyan dükkân

Bedesten’den, köşesinde bence çarşının en iyi antikacası Ziya Aykaç’ın dükkanının bulunduğu kapıdan çıkıyor ve ağır ağır yukarı, Yağlıkçılar Caddesi’ne doğru yol alıyoruz şimdi. Fesçiler, Terlikçiler, Yorgancılar, Yağlıkçılar...
Hey gidi günler heyy. Aynı işi yapan esnafın aynı sokakta bulunduğu, kimsenin dükkanın önüne çıkarıp da mal sergileyemediği o güzelim lonca geleneğinden kala kala bu sokak adları kalmış yadigar. Ortada ne bir yorgancı var ne bir yağlıkçı. Yağlıkçılar Caddesi sağlı sollu, allı pullu kumaş satan dükkanlar, raflardan topları indirten metre metre kumaş kestiren kadınlarla dolu. Burası yeminle Türkiye’nin aynası. Her gelişimde uğramadan geçmediğim Murat’ın minicik dükkanına doğru gidiyorum. İstanbullu Sivas Yazmacısı.
İçeride, ellerinde Murat üzerine yazılmış bir haberin olduğu Çek dergisi tutan Çek turistler var. Onlar çıkmadan Venedikli üç İtalyan ve girişteki yazmalara vurulduklarını söyleyen Eğinli üç köylü giriyor. Murat’ın yeri hakkında az buz şey yazılmadı. Her yazıyı da Allah için Rıfat Özbek’lerin Dolce Gabbana’ların adları süsledi. Şimdi Osmanlı motifleriyle bezeli ikatlar yaptırtmış. Bir de ipek kadifeler var ki, bakmaya kıyamıyor insan. Ben kumaşlara dalmışken laf arasında Broadway’de sergilenecek Ben Hur müzikalinin kostümlerinin kumaşlarını da kendisinin dokuttuğunu söylüyor. Elbiseden döşemeye farklı kumaş arayanlar bi zahmet Yağlıkçılar’a kadar uzansınlar derim.

Koleksiyon parçası çiniler

Gene Bedesten. Bu kez Şerifağa Sokak 188 numara. Daha önce var mıydı, yeni mi açıldı bilmiyorum ama vitrindeki Kufi yazıyla yazılmış çini Besmele’yi görmemle içeri dalıyorum. Raflarda gerçekten her biri bir sanatçının elinden çıktığı belli çiniler dizili. Çoğu çininin vatanından; ya İznik ya Kütahya’dan gelme. Sevgili Sıtkı Usta’nın bir iki parçasını usulca okşuyor ve Günhan Dayıoğlu’nun çalışmalarına, yine yeniden bayılıyorum. Nefti bir fon üzerine serpiştirilmiş mercan laleler, bir fermanın ucuyla bir dua gömleği, bir karanfil, bir çintemani.
Hiçbiri ucuz değil, 1-1,5 bin lira arası ama hepsi koleksiyon parçası.
Özellikle yurtdışındaki yabancılara ne hediye götürsem diye düşününler için çiniye gönül vermiş ve eğitimini Kütahya Ahmet Yakupoğlu atölyesindeki çalışmalarıyla pekiştirmiş Günhan Dayıoğlu imzalı bir eser bulunmaz nimet diye düşünüyorum.


Yazının Devamını Oku

Paulo Coelho’nun sinirlerini asansörde nasıl bozdum

23 Mayıs 2009
Bütün haşmetiyle sürmekte olan Cannes Film Festivali’ne gidecek, 24 saat star hayatı süreceğim. Program basit: Gidilecek, görülecek, dönülecek.
yemek-mutfak

ağırlama-sofra

adres-mekan

içki-sigar *

mey-meyhane

lokanta-bar

çay-kahve

ev-dekorasyon

tasarım *

düzenleme

çiçek-bahçe

televizyon

haber-dizi

tatil-gezi-şehir

otel-spa-sağlık

yoga-reiki

kişisel gelişim

güzellik-makyaj

moda-alışveriş

sinema-tiyatro *

edebiyat

insan-portre *

Şeytanın ayrıntıda gizli olduğu yaşayarak öğrenilecek.

Ne olduysa uçaktan iner inmez oldu. Kapının önünde ellerinde harika çiçek buketleriyle bekleyen iki mankenimsi, bizi Cannes’daki otelimize götürecek son model kara camlı arabalara bindirdi ve kikirdeyerek festivalimizin şenlikli geçmesini diledi. Yarı şaşkın yarı ne oldum budalası, Nice - Cannes arasındaki yolu yarım saatte aldık ve kapısı paparazzi kaynayan Martinez Oteli’nin önünde durduk.

İyi bir otelde kalmayı bekliyordum da festivale katılan ünlülere tahsis edilen Martinez’de? Ne yalan, hayır.

Tepeden tırnağa sırma püskül kuşanmış kapı görevlileri arabamızın kapılarını açtı ve aynı anda bağırtılar eşliğinde flaşlar patladı. Bir saniyeliğine, o kadar. Gelenlerin biz sıradan faniler olduğu, bariyelerin arkasında kan ter içinde bekleşen şipşakçı tayfası tarafından şıpın işi anlaşılınca ilgi o kadar sürdü.

Odalara geçene kadar Chivas Lounge’a gidelim, dedi 24 saat boyunca bizimle ilgilenecek Jane.

Asansöre doğru seğirtirken aaa bir de baktım, önümüz sıra yürüyen tanıdık bir yüz. Hemen Banu’yu dürterek ve ağzımı büzerek Paulo Coelho dedim. Banu henüz dudak okumayı öğrenemediğinden doğal olarak ense kökünde bırakılmış bir tutam beyaz kuyruğu ve yanında süklüm çıtırıyla siyahlara bürünmüş bu geçkince adamın kim olduğunu çıkaramadı. Ona söyleyemeden asansör geldi, bindik ve ikinci katın düğmesine basmak isterken Simyacı yazarının akıllara ziyan uyarısıyla kalakaldık. Bozuk bir Fransızca’yla, ben sizden önce bindim o yüzden önce benim katıma çıkmamız gerek, dedi. Brezilya’da böyle bir asansör kültürü mü var diye sordum. Sesimdeki istihzayı sevmemiş olacak ki bu yaptığınız terbiyesizlik diye söylenmeye başladı ama gideceği katın düğmesine de basmadı.

Söylediklerini tercüme edince Banu öyle bir fesuphanallah çekti ki, sinirimiz oynadı gülmeye başladık ve ertesi gün karşılaştığımızda bize kötü bakışlar atmasından, şarkı sözü yazarlığından romancılığa terfi eden bu kibirli beyefendinin de sinirlerini oynattığımızı anladık.

KRAVITZ VE ALMADOVAR TAMAM JEAN RENO’YA RASTLAYAMADIK

Chivas Lounge; davetlilere tahsis ettikleri beyaz döşeli, içinde bir makyöz, bir kuaför, Paris’ten gelen Coco adlı komik mi komik bir stilistin amade beklediği ve Lanvin, Ungaro, Balenciaga tuvaletleri, Leboutin, Genny, Choo stilettoları, envai çeşit gece çantası ve pırıltılı takılarla dolu bir gardırobun isteyenlerin kullanımına sunulduğu bir süit.

Gece kokteyl ve yemek, ardından da smokinle gece elbisesi giymenin zorunlu olduğu kırmızı halı geçidi var ya, olur da gelenler abiye kıyafetler getirmezler diye böyle bir kolaylık düşünülmüş.

Elbisemiz var hamdolsun, ama kadınlık hali işte, odaya adım atar atmaz gardıroba daldık. Her parça harika, gel gör ki hepsi daha doğrusu en büyüğü 38 beden. Ayakkabılar ise 38’den başlayıp kırkları aşıyor. Bu ne demek? Kırmızı halıya çıkacaksan kırmızı halıya çıkanlar gibi olacaksın demek. Resmen çöktük.

Bu arada otelde kalan ünlüleri sordum: O gün konaklayanlar arasında Monica Belluci, Sophie Marceau, Lenny Kravitz, Eva Longoria, Mariah Carrey, Penelope Cruz, Jean Reno, Pedro Almadovar gibi onlarca isim saydılar ve terasa çıkarsak bu rahvan öğle saatlerinde hemen hepsiyle karşılaşacağımızı söylediler.

Şansımız yaver gitti tıklım terasa adım attığımız anda en lojistik masa boşaldı. Kim geldi kim gitti diye gözü girişe de dikmek gerekmiyor, çünkü biri otele adım atmaya görsün kapıda bekleşenlerden çığlıklar yükseliyor. Bizim payımıza Monica Belluci, Sophie Marceau ve Mariah Carrey düştü. Gece geç saatlerde kumsaldaki partiden çıktığımızda Lenny Kravitz ve Pedro Almadovar ile de karşılaştık ama bütün dualarımıza karşın Jean Reno’ya rastlamadık.

La Palme d’or daki yemek harikaydı.

Kırmızı halı ondan da harika.

Böyle şaşaalı, böyle göz kamaştıran ve her şeyden öte böyle tıkır tıkır işleyen başka bir organizasyon görmedim.

Christian Lacroix imzalı viski şişesi

Chivas Brothers, Fransa’nın İspanya sınırına yakın Arles kentinde doğan ve moda dünyasına adım attığı ilk günden bu yana koleksiyonlarına doğup büyüdüğü toprakların renklerini taşıyan Christian Lacroix’dan, dünyanın en çok tüketilen lüks viskisi 12 yıllık Chivas için şişe tasarlamasını istemiş. 15 bin şişelik bu kısıtlı üretim teklifini Lacroix memnuniyetle kabul etmiş. Hikayenin nasıl geliştiğini, Cannes açıklarında bir yatta seyrederken 17 yıldan bu yana Lacroix’nın sağ kolu olan Sacha Walkhoff ile Chivas Regal küresel marka yöneticisi Sophie Gallois’dan dinledim. Modacı için Chivas sözcüğü teklifi kabul etmesi için yetmiş de artmış. Konuklarına Chivas sunan işkadını annesi, buram buram yasemin kokan çocukluk geceleri derken ortaya üzerinde Lacroix tutkunlarının bir görüşte tanıyacağı gümüş bir şişe çıkmış. Satın alanların kıyıp atamayacağı, Sophie’nin dediği gibi ya abajur altı ya vazo olarak kullanacakları şık bir şişe. Ucuz değil. 125 pound. Ekimde piyasada.

Ang Lee ile göz göze geliyoruz, yüzündeki gülümseme yeni doğum yapan kadınlarınkine benziyor

Festivalin yarışmalı bölümünde Ang Lee’nin ilk kez seyirci karşısına çıkacak son filmi Taking Woodstock’ı izlemek için salona doğru ağır ağır yürüyoruz. Bu arada flaşlar patlıyor, dizlerim titriyor, yüzüme sahte bir gülücük siniyor. İçeri giriyor, yerlerimize oturtuluyor ve beyazperdede kırmızı halıdan geçerek salona gelmekte olanları izlemeye başlıyoruz. Ne zaman ki perdede Ang Lee ve ekibi görünüyor, lebalep dolu salon alkıştan yıkılmaya başlıyor. Ama coşkunun sürüp sürmeyeceği belli değil. Her film alkışlanacak diye bir kural olmadığını ıslıklanan filmlerin de olduğunu biliyorum. Işıklar kararıyor ve hayranı olduğum yönetmenin son filminin ilk gösterimi başlıyor. Bir zamanlar dünyayı değiştirdiğine ve her şeyin değişebileceğine inanan safdil bir kuşağın, seks, uyuşturucu ve rock and roll’le özdeşleşmiş hikayesi bu. Woodstock’ın gerçek hikayesi. Hepimizin hafızasına kazılı bu ünlü konserin Amerika’nın gözden uzak olduğu kadar gönülden de ırak bir kasabasında, anne ve babasıyla motel işleten Patrick Furgit’in başının altından çıktığını bilmezdim. Film eleştirmeni değilim, kimi zaman sarktığını, en azından benim için yönetmenin insanı afallatan filmlerinden biri olmadığını düşündüğüm Taking Woodstock’ı gene de çok seviyorum. Film bitiyor.

Işıklar yanıyor.

Alkışlar... Alkışlar...

Bir an için Ang Lee ile göz göze geliyoruz.

Yüzündeki gülümseme doğum yapan kadınların çocuklarını kucaklarına aldıkları anda yüzlerinde beliren gülümseme gibi.

Kendinden memnun ama endişeli.
Yazının Devamını Oku

Çek bir siyah beyaz bira

16 Mayıs 2009
Şair, nisan yaban aydır, demiş ya ben de mayıs yaman aydır diyorum. Gerçekten de yamandır mayıs.
Mart dönektir, nisan ağlamaklı ama mayıs?
Yaza ramak kaldığından mı yamandır, erguvan mevsimi olduğundan mı bilmem, ama yamandır.
Hele İstanbul...
Mayıs İstanbul’a en yakışan aydır.
Kış boyu şehri örten pus kalkar, ışık değişir, doğa coşar.
Coşan sadece doğa da değildir. Şehir de silkinir şöyle bir, kıpır kıpır olur, üstüne başka bir eda siner, daha bir yüreği ağzında yaşamaya başlar: Yazlık mekanlar birer ikişer açılır, festivaller, konserler, tanıtımlar birbiri ardına sökün eder.
İnsan hayatı sokakta, baharı teninde hisseder.

Emirgan’a giden yolda, trafiğin içinde sıkışmış bekliyorum.
Hafta içi olmasına rağmen güneşi gören herkes belli kendini sahile vurmuş. Kaldırımlar istavrit dolu kovalarına gururla bakan amatör balıkçılar, karpuz kabuğunu beklemeden Boğaz’a atlamış oğlanlar, siftah yapmayı bekleyen seyyar satıcılarla dolu.
Ele ele tutuşmuş kızlar, mahcup aşıklar, yaşını başını almış eski İstanbullular koruya çıkan yokuşu ağır ağır tırmanıyor, hoplaya zıplaya iniyorlar. Sabancı Müzesi’nin önünde otobüslerden inenler yeni açılan Lizbon sergisini izlemek için uzun bir kuyruk oluşturmuş, Çınaraltı’nda mahallenin eski kulağı kesikleri okeye oturmuş.
Bir iki metre ilerliyor, gene duruyoruz. Belli geç kalacağım. Telefona sarılıp trafik diyorum, özür diliyorum.
Geçen hafta gitmem gereken hiçbir yere vaktinde gidemedim.
Gaja’da Kavaklıdere şaraplarının Egeo serisinin tadımı vardı, geciktim. Four Seasons Sultanahmet’te Elginkan Topluluğu’nun öğle yemeği vardı, ona da. Bir iki yemeğe daha.
Bunlar geciktiklerim. Bir de hiç gidemediklerim var.
Günler uzarken vakit mi daraldı ne?

ŞARAP TADIMLARININ YENİ ADRESİ

Genç şef Murat Karaduman’ın lokantanın başına geçmesiyle birlikte şarap üreticilerinin tadım yemekleri için tercihi genellikle Gaja olmaya başladı. Karaduman gerçekten de başarılı işler yapıyor. Çok değil bundan kısa bir süre önce, üç aşağı beş yukarı gene aynı konuklar, Reşit Soley’in yeni ürün Corvus’ları için de Gaja’da toplanmış, Karaduman’ın içilen şaraplarla müthiş uyumlu yemeklerinin tadına bakmıştık.
Bu kez sırada Kavaklıdere Egeo serisi var. Yemeğe vasabi soslu deniz tarağı ile başlıyor ve yanında buz gibi sauvignon blanc içiyoruz. Onu bademli uykulukla içtiğimiz şiraz, antrikotla gelen cabernet merlot, morel mantarlı dana yanağına eşlik eden cabernet sauvignon izliyor. Tatlı ve Narince ile yemeği bitiriyoruz.
Neresinden bakarsanız bakın iyi bir mönü ve iyi şaraplar bunlar.
Sektörün karşılaştığı bütün zorluklara rağmen Türk şarapçılığının son yıllarda büyük ivme kazandığını düşünenlerdenim ben. Kavaklıdere’nin Egeo serisi gibi şaraplar üretiyoruz artık. Herkesin damak zevki elbette kendine, ama ben o gece tadılan şarapların özellikle de şiraz ve cabernet merlot’nun çok iyi şaraplar olduğunu düşünüyor ve sıranın yakın gelecekte ‘büyük’ şaraplara geleceğine inanıyorum.
Bizim, daha doğrusu Türk şaraplarının sorunu, herşeyden önce ağır vergi yükümlülüklerinden ötürü pahalı olmaları. Fiyat kalite dengesi gözetildiğinde bir Avrupalı’nın ödediğininin iki, hatta üç katı para ödüyoruz şaraplara. Bu marketten satın aldığımızda ödediğimiz rakam. Üzerine bir de lokanta karı binince gerçekten el yakan fiyatlar çıkıyor ortaya. Elli euro’ya yakın bir para ödediğinizde dünyanın her yerinde çok çok iyi şarap içersiniz. Oysa burada öyle değil. Eli yüzü düzgün bir şarap içilmek istendiğinde pamuk eller cebe durumu var ki, can sıkıyor. Bu durumu düzeltmenin tek çaresi de devletin köstek değil destek olması ama nerdee?
Bu arada kaç zamandır yazmak istediğim halde yazma fırsatı bulamadığım bir dertten söz edeyim. Yıllar önce Türkiye’nin iki büyük şarap üreticisinin sıkı rekabeti sonucu ortaya çıkan ve bugüne kadar devam eden bir uygulama var ki, bana sorarsanız artık kaldırılmasının zamanı geldi de geçti bile. İyi bir lokantaya gidiyor ve sadece tek bir üreticinin şarapları ile burun buruna geliyorsunuz. Orası onu satmıyor, burası bunu satmıyor. Sevseniz de sevmeseniz de lokanta hangi üreticiyle anlaşma yapmışsa o üreticinin şarap yelpazesi içinde seçim yapmak zorunda kalıyorsunuz. Neden? Tüketici olarak, üstelik de para ödemeyi göze almış biri olarak neden tercihim olan bir şarabı içemeyeyim? Neden bir markanın beyazı ile başlayıp diğerinin kırmızısı ile devam edemeyeyim? Öyle değil mi?
Neyse, bu kadar mızmızlık yeter. Mayısa yakışmıyor bir kere.
Şimdi gelelim biraya... Gusta’ya...

SEBZEYLE İYİ GİDEN BİRA

Bildiğiniz gibi Gusta, Efes Pilsen biralarının Efes Pilsen adını taşımayan tek birası. Efes’in diğer ürünlerinden farklı, çünkü Gusta Almanlar’ın deyişi ile bir Weissbeer, yani buğday birası. Bundan bir süre önce Gusta üreticileri ile konuşurken aklımıza tıpkı şarap tadımları gibi Gusta tadımının yapılacağı bir yemek organize etmek fikri geldi. Bir restoran seçilecek, buğday birasına yakışacak bir mönü belirlenecek ve sekiz on kişi bir araya gelinip bira üzerine muhabbet edilecek.
Siz olsanız nerede yaparsınız dediler, beş mekan adı saydım. Peki yapar mısınız dediler, heyecanlandım.
Aklıma ilk düşen yer elbette La Brise oldu. Boşuna da olmadı çünkü mekanın sahibi Teoman Hünal. Eh Teoman demek de bence bira demek.
Bira seven, bira içmekten hoşlanan, birayı bilen hatta bilmeyen on kişiyi La Brise’e davet ettim. Türkiye’nin en genç şefi olduğunu zannetiğim Esen ile mönüyü saptamak hatta bir ara tadım yapmak için La Brise’e gittim.
Buğday birası özel bir bira. Efes’çilerin buğulu demeyi yeğledikleri benim bulanık demekte hiçbir sakınca görmediğim, gerek Avrupa gerek Amerika’da yıldızı günden güne parlayan, sevdalıları arasında sıkı biracılar olan bir ürün. Lager’ler gibi Türk damak tadına daha uygun olan arpa biralarından farkı mayalanma biçimi. Ale’ler gibi Weissbeer’ler de üst mayalanma tabir edilen bir yöntemle mayalanıyor. Bu nedenle de kendilerine özgü meyvemsi tatlar barındırıyor. Bu biraların şişeden içilmeleri yasak. Çizme konçuna benzer özel bardaklara hafif eğerek koyduğunuz biranın son iki parmağını iyice çalkalamanız dolayısıyla dibe çöken mayayı bardağa aktarmanız gerekiyor. Ve ne yalan, meret sebze yemekleri ve deniz ürünleri ile çok iyi gidiyor.
Esen, karidesli girişten sonra ana yemek olarak Gusta, kekik ve sarımsakla marine ettiği kuzu pirzolası yapmıştı ki onunla da harika gitti. Merengli limon tartla birlikteliği tek kelimeyle şa-ha-neydi.
Bir de Gusta severlere iyi bir haber: Yakında siyahı da çıkıyormuş.
Bu da yaz aylarında gidecek şaşkın bakışlar altında barmene “Çek bir siyah beyaz” diyeceğiz demek.
Yazının Devamını Oku

3 adres, 3 kadın, 3 hikâye

9 Mayıs 2009
Bu hafta da aynı şey oldu.<br><br>Bir gün üç kadın diye başlık atmayı düşündüğüm yazı, daha doğrusu yazının konusu üç kadın üzerine hafta içinde bolca yazılıp çizildi.

Kalemler daha çok Yazgülü Aldoğan ve ilk romanı Kiralık Adam üzerine oynatıldı.
Yazgülü sonunda ilk romanını yazmış ve müthiş kışkırtıcı bir ad koyduğu kitabın tanıtımı için de Karaköy Balıkçısı’nda neredeyse Türk basınının tüm kalemlerinin davetli olduğu bir gece düzenlemişti.
Davetliler gazeteciler, davet eden de Yazgülü olunca, geçen hafta bütün gazetelerde Kiralık Adam vardı.
Reha Muhtar, pazar günü maça kadar kitabı elinden düşürmeyeceğini bildirdi, Ahmet Hakan su gibi akıyor dedi, Mine Kırıkkanat yılların dostuna güzelleme döşendi, Ömür Gedik romandan çok iyi film yapılabileceğini bildirdi, Tuğçe Tatari ise gecenin anlam ve önemi üzerine döktürdü. Sadece Yazgülü üzerine yazmakla da kalmadı, tuttu İnci Aksoy için de bir kutu açtı, tek bir aile üzerine yazmanın yakışıksız olacağını düşündüğünden olsa gerek Sitare’ye dokunmadı.
Peki şimdi ne yapmalı?
Küfeden başka bir konu mu çıkarmalı yoksa replika tehlikesini göze mi almalı?
Aldırma Gönül şarkısı da mırıldanılabilir elbette.

Yazının Devamını Oku

Seul denince gözümün önüne artık hep kiraz ağaçları gelecek

2 Mayıs 2009
Kore’yi o kadar çok kişiden dinledim ki, gelen daveti ince eleyip sık dokumadan kabul ettim. Üstelik Serfi ile gideceğiz, Serfiraz Ergun’la. Serfi bundan üç yıl önce zaten gidip gördüğü Seul’e, onca yolu göze alıp bir kez daha gidiyorsa vardır bunun bir hikmeti diye düşündüm.

Sadece Serfi mi?

Ali Esat Göksel, Nilgün Cerrahoğlu, Yazgülü Aldoğan da şehri öve öve bitirmemişler miydi? Ya Figen Özdenak ile Çağla?
Yolculuk öncesi Çağla’ya telefon edip bir iki adres istiyorum. Hani diyorum anlatmalara doyamadığın Seul var ya, üç günlüğüne Seul’e gidiyorum, peki nerelere gitmeli, neleri görmeli, nerelerde yemeliyim? Biraz duraksadıktan sonra “İsimleri hatırlamak kolay değil Figen diyor, mahalle diye bir sürü Dang var biliyorsun, iyisi mi ben dayıkoya sorayım, sana dönerim”. Dayıko dediği, orada Şenol Güneş ile birlikte bir futbol kulübü çalıştırmakta olan dayısı Yasin Özdenak. Gerçekten de çok geçmeden bırakın hatırlamayı, okumanın bile zor olduğu bir sürü adres yolluyor. Bize verilen programda bolca serbest zaman var. Eh adresler de cebimde olduğuna göre... Bavulu kaptığımla yola koyuluyorum...

Uçağa adım atar atmaz, bütün Uzakdoğu havayollarında olduğu gibi yüzlerinden gülümseme eksilmeyen hostesler tarafından karşılanıp yerlerimize oturtulduk. Deneyimle sabit: Gözümüz açık olduğu sürece ikram kesilmeyecek. Uzun yolun cefası bir biçimde sefaya dönüştürülecek.

Dokuz saatlik uçuştan sonra İncheon Havaalanı’na geldik, geldiğimize sevinemedik. Çünkü ne kadar pırıl, ne kadar modern olsa da önümüzde uzanan altı saati nasıl geçireceğimizi bilemedik. Yorgunluktan titrerken yeniden uçağa bindik, üç saat daha uçtuktan sonra gece yarısını hayli geçe Pekin’e vardık. Evden çıktıktan tam yirmidört saat sonra yatağa uzandım ve sabaha kadar top atılsa duymayacağım derin bir uykuya daldım. Sonraki gün biraz Pekin gezmesi, biraz ördeği, Yasak Şehri, çay seremonisi, alışveriş merkezi derken gong çaldı, vakit tamamdı. Hadi gene toplandık, yola çıktık ve kırksekiz saat geçmeden yeniden Seul’e vardık.

Ki ne görelim?

Bizi almaya gelecek otobüs gelmemiş.

EMİNÖNÜ TRAFİĞİNDEN BETER BİR TRAFİK

İki saat daha havaalanında beklemek gerekiyor, denildiği anda Serfi ile bavullarımızı kaptığımızla kendi başımızın çaresine bakmak üzere şehir otobüsüne biniyoruz.

Neyse ki bu kez otelimiz, Pekin’deki gibi nohut oda bakla sofadan oluşan kıyı kenar bir otel değil. Şehre kuşbakışı bakan tepelerden birinin üzerinde kurulu Hilton’da kalacağız. Hem de en üst katta. Oh ne ala ne ala.

Havaalanından şehre kadar olan yol hayli uzun. Bir buçuk iki saat kadar. Denizi doldurarak inşa ettikleri otoyolda trafik o kadar akıcı ki, insan yirmidört milyonluk Seul’de trafik sorunu olmadığı zannına kapılıyor. Ve fena halde yanılıyor. Otoyoldan çıkar çıkmaz kendimizi tam da iş çıkış saatine denk geldiğinden, Eminönü trafiğinden beter bir trafiğin içinde buluyoruz.

Hiç şikayetçi değilim, çünkü dura kalka gittiğimizden şehri doya doya seyredebiliyorum. Ortasından su geçen bütün şehirler gibi Seul de alımlı bir şehir. Otobüsümüz beşyüz kilometre uzunluğundaki Hangang Nehri’nin iki yakasını birleştiren kırksekiz köprüden birinden geçtikten sonra, otelin bulunduğu tepeyi de ağır aksak tırmanıp bizi Hilton’un kapısına bırakıyor.

SEUL’ÜN SALI PAZARI NAMDAEMUN

Sizi bilmem ama bende, tanımadığım her şehirle karşılaşmamdan geriye laytmotiv bir görüntü kalır. Ne zaman o şehrin adı geçse, o görüntü gelir gözümün önüne. Seul denince bundan böyle çiçeğe kesmiş kiraz ağaçlarını düşüneceğim. Şehri çevreleyen bütün tepeler, yol kenarları, parklar hatta caddeleri bölen refüjler, pempe beyaz çiçek açmış kiraz ağaçlarıyla dolu çünkü.

Seul’ün kirazla nasıl tanıştığını çıkarmaya çalışıyorum.

Gitmedim ama kiraz ağaçlarının Japonya’nın alameti farikası olduğunu bilirim. Her Japon şairin de bir adet kiraz güzellemesi yazdığını... 35 yıl süren Japon işgali sırasında mı geldi bu ağaçlar buraya, yoksa başka bir zamanda mı? Bilen birine sormalı.

Otele giderken önünden geçtiğimiz bir çarşı dikkatimizi çekiyor: Cebimdeki adreslerde de adı olan, Seul kitapçıklarında gidilmesi salık verilen Namdaemun Market, otele iki adım mesafede. Biraz soluklandıktan, Seul’ün şerefine iki kadeh şampanya kaldırdıktan sonra Namdaemun Market’e gitmeye karar veriyoruz. Bir şey almak adına değil, şehri koklamak adına. Bizdeki Salı Pazarı benzeri bir yer çıkıyor karşımıza. Namdaemun insan kaynıyor. Çarşıda sebzelerle birlikte akla gelen her türlü ıvır zıvır satılıyor. Biraz dolaştıktan sonra otele dönüyor ve kafilenin geri kalanıyla buluşup ülkeye gelen bütün turistlerin götürüldüğü Nan Ta adlı şovu izlemek üzere yeniden yola koyuluyoruz.

ÇATAL BIÇAKLA YAPILAN MÜZİK

Nanta, sözsüz demek. Küçük bir tiyatroda sahne alan beş kişi, gerçekten de görülmeye değer bir şov sunuyorlar. Dekor bir mutfak ve oyun kısa bir sürede kallavi bir ziyafet yetiştirmek zorunda olan beş aşçının etrafında dönüyor. Sahnede bir yandan yemek pişiriyor bir yandan da ellerine geçen çatal, bıçak, tava ve kapaklarla müzik yapıyorlar. Hepsi usta oyuncu, hepsi usta müzisyen, hepsi illüzyonist, hepsi mükemmel dansçı aynı zamanda. Boşuna Broadway’de de başarı kazanmamışlar.

Ertesi gün, sabah sekizden başlayarak geceyarısına kadar uzanan ve insana dakika bırakmayan bir programın bizi beklediğini öğrenince sevinsek mi üzülsek mi bilemiyoruz. Programa göre saat sabahın sekizinde yola çıkacak, önce Hangang’ın öte yakasındaki balık pazarına, onu takiben Asya’daki en büyük yeraltı çarşısını ihtiva eden devasa kompleks COEX’e, ardından yüzde yetmişi dinsiz olan ve kanımca bu yüzden elli yıl gibi kısa sürede dünyanın önemli ekonomilerinden biri haline gelen ülkenin, geriye kalan yüzde otuz inançlıları arasında en fazla sayıya sahip Budistlerinin, Buda’nın yaşgününü kutlamaya hazırlandıkları tapınağa, öğle yemeği için gerisin geri otele, öğleden sonra bizi ağırladıklarını o sırada öğrendiğimiz Seul Turizm Organizasyonun Başkanı Mr. Doo ile görüşmeye, oradan şehrin beş sarayından biri olan Gyeongbokgung Sarayı’na, oradan butikleri ve galerileriyle ünlü İnsadong bölgesine, ardından eski bir Kore evinde geleneksel Kore yemeği yemeye, sonunda da Miso müzikalini izlemek için Chondong tiyatrosuna gideceğiz.

Gittik mi, gittik. Gördük mü, gördük. Peki öldük mü, evet öldük.

Geçen hafta da yazdım, acemi ve sarsak bir organizasyondu diye. Evet öyleydi ama bunda bizi ağırlayan Seul Turizm Organizasyonunun en küçük dahli yoktu. Seul’dekiler 2010 yılında Asya’nın görülesi şehri seçilen ve 2013 yılına kadar sürecek etkinliklerle dünyaya tanıtacakları şehirlerini Türkiye’den gelen gazeteci kafilesine hakkıyla tanıtabilmek için ellerinden geleni yapmış ve bir gün gibi kısacık bir sürede şehrin bizi ilgilendireceğini düşündükleri her yüzünü göstermek için yoğun ama mükemmel bir program hazırlamışlardı.
Yazının Devamını Oku