Biz sihirli değneklere inanırız Hoşgeldin 2009

New York ve Paris’te yaşayan üçer tanıdığımla konuşuyorum. Yaptıkları işler, gelir seviyeleri, oturdukları semtler tamamen farklı.

Ama hepsi de aynı şeyi söylüyor: "Burası yaşanacak bir şehir olmaktan çıktı, tadı kaçtı". Sonra bana soruyorlar; "Oralar nasıl" diye. Sahi nasıl buralar? Biz hálá bu şehrin yaşanacak tek şehir, bu ülkenin ölünecek tek yer olduğunu düşünüyoruz. Eminim şu yaklaşan yılı da coşkuyla değil belki ama umutla karşılayacağız. Ne de olsa bir yanımız doğulu. Masallarla büyüdük biz. Sihirli değneklere ve her günün kendi bereketiyle doğduğuna inanırız. O yüzden hoşgeldin 2009 der, sefa getirdin diye ekler, getirecek diye bekleriz.

Osman, Defne, Müfit.

Biri oğlumun arkadaşı, diğeri arkadaşımın kızı, üçüncüsü ise yıllar önce Türkiye’den gidip oraya yerleşen bir dostum.

Birbirlerini tanımıyorlar.

Her birinin oturduğu semt, yaptığı iş ve gelir seviyeleri farklı.

Tek ortak özellikleri New York’ta yaşıyor olmaları.

Defne sanatla uğraşıyor.

Müfit şehrin en afili lokantalarından birinin müdürü.

Osman yıllar önce Türkiye’den gitmiş bir bilim adamı.

Birbirlerini tanımıyorlar ama ağız birliği etmiş gibi aynı şeyi söylüyorlar: New York bildiğin New York değil diyorlar.

Şehirde yaprak kıpırdamıyormuş, ticaret durma noktasına gelmiş, Noel ve yılbaşı arifesine bağlanan umutlar da tükenince zaten dünyanın bu en zengin ve en hareketli adasına uzun süredir egemen olan karamsarlık duygusu, yerini daha da beterine, felaket tellallığına bırakmış.

Üçü de, gene ağız birliği etmişçesine her şeyi uçta yaşamayı seven insanlar olan New York’luların bu lanet krizi de uçta yaşadıklarını, şehrin o cıvıl cıvıl havasının yerinde yeller estiğini, varsılından yoksuluna kimsenin yüzünün gülmediğini, bu kabustan herkesin payına mutsuzluk düştüğünü anlatıyor.

Onlara göre bu bir tür paranoya.

Salgın hastalık gibi şehir ahalisini esir alan bir paranoya.

Öyle ki, televizyon kanallarında, halka kullanmadıkları eşyaları nasıl paketleyip de Noel hediyesi olarak vereceklerinin gösterildiği ya da yoldan aldıkları bir sosisli fiyatına evde nasıl iki kişilik yemek kotarabileceklerinin anlatıldığı programlar en izlenen yapımların başında geliyor ve gerçekten de her yer ama her yer kelimenin tam anlamıyla sinek avlıyormuş.

Özetle, New York yaşanacak bir şehir olmaktan çıkmış.

Tadı kaçmış.

PARİS’TE SADECE TURİSTLER ALIŞVERİŞ YAPIYOR

Leslie, Claudine, Zeynep.

Paris’te yaşayan üç arkadaşım.

Üçünün de yaşadıkları semtler, gelir seviyeleri, hayattan beklentileri farklı.

Leslie çevirmen, Claudine kontes, Zeynep mimar.

Üçü de tıpkı New York’takilere benzer bir bezginlikle anlatıyorlar Paris’te olup bitenleri.

O terasına kurulmaya bayıldığın Flore’da şimdi iri gagalı yalnızlıklar dönüyor, demeye getiriyorlar. Öğle saatlerinde kıytırık masasının ucuna ilişmek için beklediğin Chez de l’Abbaye’de hangi masayı çekerse canın, geç kurul. Burnundan kıl aldırmayan patronlarla kibirli garsonların da süngüleri düştü. Neredeyse yoldan gelip geçeni çevirecekler. Sinema kuyrukları desen üç beş kişi. Kitapçı dükkanlarındaki kalabalık, tezgah başında kitapları karıştıran ama hiçbirini satın almadan çıkan insanlardan ibaret. Elinde alışveriş torbasıyla yürüyenler sadece turistler. Sokak şarkıcılarının, mim sanatçılarının, heykel adamların önlerinde ceplerinden mostralık niyetine kendi çıkardıkları üç beş kuruş dışında para yok.

Her gün her mahallede bir işyerinin kapandığını, her gün bir tanıdığın işini kaybettiğini duyuyor ama kendi halimize kaygılanmaktan onlara üzülmeyi unutuyoruz.

Gün geçmiyor ki yüzlerce kişi ellerinde pankart sokaklara dökülmesin. Bilirsin Fransız milleti şikayet etmeyi, şikayetini de protesto ederek göstermeyi sever ama bu kez farklı. Yürüyenler yürüdükleriyle kalacaklarını seziyor, o yüzden de mitinglere ayaklarını sürüye sürüye gidiyorlar sanki. Yürümekten bezginler ama bu öfkesizler anlamına gelmesin sakın. Tam tersine herkesin öfkesi tepesinde. Böyle krizler sosyal krizlere gebedir malum. Umutsuzlukla yoğrulan o öfke, bir boşalacak pir boşalacak diye millet korku içinde.

Ama en kötüsü ne biliyor musun?

Sohbetlerin tadı kaçtı.

Dost meclislerinde şarap, peynir, ekmeğe eşlik eden tek konu kriz.

Tezgah filozofları sokak berduşları bile ondan söz ediyor.

Herkesin dilinde varsa yoksa o .

Ya bu lanet krizden konuşuluyor ya ağızları bıçak açmıyor.

Yok Paris senin bildiğin Paris değil.

Yaşanacak yer olmaktan çıktı.

Tadı kaçtı.

İSTANBUL’UN TADI KAÇTI DİYEN YOK

Anlattıklarını bitirdikten, içlerini döktükten sonra buraların nasıl olduğunu sordular.

Ne cevap vereceğimi bilemedim.

Gerçekten nasıl buraları?

Gözümün önüne Gülbahar geldi. Daha üç ay önce oğlu Kocaeli Üniversitesi’ni kazandığı için içi içine sığmayan, şimdi oğlunun harçlığını yollayamayacak diye için için ağlayan Gülbahar.

Aklıma aynı anda işten çıkarılan Neşe ile Mert’in kira evini bırakıp annelerine taşınmaya karar vermelerini on üç yaşındaki oğullarına bir türlü anlatamayışları geldi. Cumartesi trafiğinin sıkışık olduğu saatlerde Sarp’la Bağdat Caddesi’nde adım adım ilerlerken tek bir dükkanda tek bir müşteri görmeyişimiz üzerine şaşırıp kalmamız geldi. Televizyon kanallarında, aklıselim sahiplerinin alınması gereken önlemler üzerine bitip tükenmeyen konuşmaları geldi. İşler bıçak gibi kesildi abla diyen taksi şoförleri geldi. Yılbaşı öncesi insanı mutlu kılan ışıl ışıl dükkanlarla, özenle süslenen caddelerin bu yıl ne kadar azaldığı geldi. Bizi krizin teğet geçeceğine inandırmaya ahdeden hükümet geldi. Birbiri ardına öğrendiğimiz vurgunlara, ortaya saçılan kokulara nasıl da alıştığımız geldi. Farklı seslere zırnık tahammülü olmayan halkım geldi.

Bunun gibi iç karartıcı yığınla olay ve canı fena sıkkın yığınla insan geldi de, İstanbul’un tadı kaçtı diyen bir Allah’ın kulu gelmedi.

Biz dedim sonunda, biz krizle yaşamaya sizlerden daha alışkınız.

Şerbetli olduğumuz bile söylenebilir.

Hálá bu şehrin yaşanacak tek şehir, bu ülkenin ölünecek tek yer olduğunu düşünüyoruz.

Eminim şu yaklaşan yılı da coşkuyla değil belki ama umutla karşılayacağız.

Ne de olsa bir yanımız doğulu.

Masallarla büyüdük biz.

Sihirli değneklere ve her günün kendi bereketiyle doğduğuna inanırız.

O yüzden, hoşgeldin 2009 der, sefa getirdin diye ekler, getirecek diye bekleriz.
Yazarın Tüm Yazıları