25 Nisan 2009
“Hadi İtalya tamam da, iki günlüğüne dünyanın öbür ucuna gidilir mi Allah aşkına”, diye azarlamaya başlıyor, ağzımdan çıkan yorgunum lafını duyar duymaz.
“Dünün çocuğu da değilsin, görmediğin yerler de değil” diye devam ediyor. “O zaman niye her daveti kabul edip kalkıp bir günlüğüne Seul’e, oradan da sanki Ağva’ya gidermiş gibi günübirliğine Pekin’e gidiyorsun?”
Kem küm ederek, beş günlüğüne gittim, diyorum.
Gideceğimi söylediğimde de zaten delirdiğime hükmeden bir ifade ile yüzüme bakıp uzun uzadıya çık çıklamıştı.
Ne dese haklı ama öyle yorgunum ki, dinleyecek halim yok.
Evdeki hesap çarşıya uymadı diyor lafı değiştiriyorum.
Şükür bitti.
Tansu’nun vırvırı da...
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2009
Arazi inişli çıkışlı. Çıkıyoruz cabarnet sauvignon’lar, iniyoruz merlot’lar, sangiovesse’ler... Pepe ileriyi göstererek “Burası da kontun imzası” diyor. Meğer bağların tam orta yerine biraz daha geç olgunlaşan üzümler ekilirmiş. Hasat kalktığında bu üzümler henüz olgunlaşmadığından ortada öylece kalakalırlar ve bağın göbeğine kıpkırmızı renkleriyle sahibinin imzasını atarlarmış. Eylülün ikinci yarısında o bölgede gezenler, bağın kime ait olduğunu hemen anlarmış.
Nerede kalmıştık?
Geçen hafta yazdığım yazıya göz atıyorum. Feride’yi migreniyle başbaşa bırakıp Pepe’yle buluşmuş ve ona durumu anlatmışım. Sonra da sabahın seher vaktinde programda belirtilen kalemleri tamamlamak için şatoya gitmek üzere yola koyulmuşum.
Yazı orada bitmiş, haftaya devam demişim.
O zaman sırada Montepo Şatosu, Kontla karşılaşma, bağları kolaçan ve öğle yemeği var demek.
Haydi vira bismillah...
Küçük arabamız tepeler arasında döne kıvrıla ilerliyor.
Nasıl güzel bir sabah anlatamam.
İstanbul’a bir türlü gelmek bilmeyen bahar buraları çoktan taçlandırmış.
Çiçeğe kesmiş dallarıyla insanın nefesini kesen meyve bahçelerinin ve göz alabildiğine uzanan tarlaların arasından geçiyoruz. Biraz gittikten sonra tarlalar yerlerini bakımlı bağlara bırakıyor. Yol kenarı desen gelincik, papatya, katır tırnağı yatağı.
Çok geçmeden Pepe, şatoya giden tek yol olduğunu söylediği tali bir yola sapıyor ve birkaç dönemeç sonra da duruyor. Neden durduğumuzu sormuyorum bile. İleride vadinin karşı yakasındaki bir tepenin üzerinde bütün ihtişamıyla yükselen Montepo şatosunu doya doya seyredelim diye durduğu belli.
Arabadan inip bir iki fotoğraf çektikten sonra yolumuza devam ediyor ve bir süre daha gittikten sonra şatonun eteklerinde yer alan üretim tesislerinin bulunduğu noktaya geliyoruz. Aklım ne bağda ne şarapta. İçime gökyüzünü çeke çeke çevreyi inceliyorum. Şatonun tam arkasında tek bacak üzerinde duran leylekler misali dizilen rüzgar gülleri de olmasa, insan pekala buranın on ikinci yüzyıldan beri değişmediği hissine kapılabilir.
Kuş seslerini uzaktan gelen köpek havlamaları kesiyor.
Çevrede park etmiş arabalara bakılacak olursa yakınlarda bir yerlerde insanlar da olmalı, gel gör ki ortalıkta kimsecikler yok.
Ben hayallere dalmış, önümde uzanan manzaranın tadını çıkara durayım, Pepe yavaşça uzaklaşıp bahçesine park ettiğimiz eve doğru seğirtiyor ve bir süre sonra yanında müthiş yakışıklı bir adamla geri geliyor.
Kim olduğunu sormama gerek yok.
Karşımda duran, adım gibi eminim ki Kont Jacobo Biondi Santi (JBS).
Oysa sarılar içindeki bu yakışıklı, pekala üst düzey bir yönetici, bir aile ferdi ya da aynı coğrafya ve benzer dünya dertlerine sahip herhangi bir komşu olabilirdi. Ama değil, bana doğru gelen kişinin bu toprakların sahibi olduğu, toprağa basışından belli.
JBS gülümseyerek elimi sıkıyor, bir iki nezaket cümlesi ettikten sonra Pepe’ye dönüp bugüne kadar duyduğum en hızlı İtalyanca ve ona eşlik eden hararetli el kol işaretleriyle birşeyler anlatmaya başlıyor.
Mavikan düşkünlüğüm olmadığı gibi aristokratlardan da fazla hazzetmem.
Geçmiş zaman, o zamanın değerlerine sıkı sıkıya bağlılık, bolca kibir ve o kibirle hiç mi hiç örtüşmeyen bir minareye kılıf uydurma telaşı diye görürüm gün geçtikçe nesli tükenmekte olan bu sınıfı.
Kanın kana, ünvanın ünvana, paranın paraya denk getirilme ve bu denklemi günümüze uyarlama çabası bana hazin gelir. Bir yanıyla zadegan, bir yanıyla tacir bu zümre, zamane dünyasıyla uyum sağlasa bir türlü sağlamasa bir türlüdür çünkü.
Vesselam hüzünlü.
Kontu arkamızda bırakıp Pepe ile bağları gezmek üzere bir cipe biniyoruz.
Arazi inişli çıkışlı. Çıkıyoruz. Cabarnet sauvignon’lar, iniyoruz merlot’lar... Çıkıyoruz sangiovesse’ler, iniyoruz titrek gövdeleriyle genç bir bağ, çıkıyoruz bilek kalınlığındaki yaşlı omacalar... Bir ara sigara içmek için durakladığımızda, Pepe dünyanın en sıradan şeyini söylercesine ileriyi göstererek “Burası da JBS’nin imzası” diyor. Söylediğinin ne anlama geldiğini anlamadığımdan aval aval yüzüne bakıyorum. Meğer göz erimi uzanan bağların tam orta yerine biraz daha geç olgunlaşan üzümler ekilirmiş. Hasat kalktığında bu üzümler henüz olgunlaşmadığından ortada öylece kalakalırlar ve bağın göbeğine kıpkırmızı renkleriyle sahibinin imzasını atarlarmış.
Böylelikle eylül ayının ikinci yarısında o bölgede gezinenler, uzaktan gelip geçseler dahi bağın kime ait olduğunu anlarlarmış.
İmzanı doğaya atmak...
O an aristokrasiyle ilgili tüm olumsuz düşüncelerim siliniyor.
Önüm sıra uzanan kütüklere bakarak aristokrat olmak demek imzanı tıpkı has sanatçılar gibi biz fanilerin atamadığı yerlere atmak olmalı diyorum.
Ve ne yalan, biraz sonra yemek yiyeceğim adama fena halde imreniyorum.
KUTUDAKİ DİPLOMALI MİLENYUM ŞARABI
Programda yemekten önce yapılması gereken şarap tadımı var ama es geçiyoruz.
Nasıl olsa birazdan yemekle birlikte şatonun üretimi şaraplardan içeceğiz.
Aşınmış taş merdivenlerden inilen mahzenlerde eski, değerli, nadir pek çok şişe var ama bizim tadacaklarımız sanırım onlardan değil.
Hele milenyum için üretilen bir şarap var ki kutusundan şişesine ben özelim diye haykırıyor. Kutuyu açtığınızda içinden sadece şişe değil bir de diploma benzeri bir evrak çıkıyor. Etiketteki yirmidört ayar altın varak kaplı armayı usulca çıkarıp bu diplomanın üzerine yapıştırmanız gerekiyor. Onun altındaki bölüme de şarabı birlikte içtiğiniz kişilere imzalarını attırmanız... Sonrası size kalmış artık. Ya bu özel sayfayı çerçeveletip duvarınıza asar ya da kasanızın kuytusunda saklarsınız.
Mahzenleri dolaştıktan sonra duvarlarında doldurulmuş hayvan kafalarının, yani av düşkünü kontun çeşitli kıtalardan derlediği ganimetinin sergilendiği yüksek tavanlı odalardan geçip yemek odasına giriyoruz. Ama daha önce bilardo masasının durduğu salona uğramamız ve rulolar halinde masanın üzerinde duran planlara gözatmamız gerekiyor. Planlar dünyanın kendi alanlarında en yetkin isimlerinin imzasını taşıyor. JBS, şatoyu satın aldıktan sonra iklimbilicisinden toprakbilimcisine, rüzgarbilimcisinden topografya uzmanına ve elbette önologlara kadar pek çok uzmanla birlikte uzun süren bir araştırma yapmış ve bu bilimadamlarından aldığı verilere göre bağlarını oluşturmuş. Kısaca beşyüz hektarın neresine ne ekileceği böylesi bir çalışmadan sonra ortaya çıkmış. Hiçbir şey şansa bırakılmamış. JBS son ruloyu da açarak önümüzdeki yıllarda yeraltına inşa ettirmeyi düşündüğü mahzenlerin planını gösteriyor ve inşaatın ne zaman başlayacağını sorduğumda göz kırparak bunun bir servet tuttuğunu söylüyor.
Yemeğe geçiyoruz.
Yemek bir aile yemeği havasında.
Önden ev yapımı bezelyeli makarna, ardından salatayla servis edilen yaban domuzu yahnisi ve tatlıdan oluşan iddiasız bir mönü.
Yemek boyunca şarap ve şarapçılıktan konuşuyor, biraz da eskilere, kontun kısa süren konyakçılık serüvenine uzanıyoruz.
Makarna ile servis edilen Saphiro, yüzde yüz beyaz sauvignon blanc’lardan mamul hafif tropikal meyve tatları barındıran içimi kolay zarif bir şarap.
İLK YUDUMDA İNSANI ELE GEÇİREN SASSOALLORO
Ete eşlik eden kırmızı ise şatonun en çok satılan ürünü Sassoalloro. Daha ilk yudumda insanı ele geçiren ve damakta ferahlık duygusu uyandıran bir şarap bu. Yirmi beş yıllık bağlardan yüzde yüz sangiovese grossoBBS11 üzümleri kullanılarak elde edilen ve ondört ay fıçılarda dinlendirilen, kırmızı meyve ve menekşe kokularının egemen olduğu yoğun bir kırmızı. Etlere rahatlıkla eşlik edebileceği gibi tek başına da rahat rahat yudumlanabilecek özel bir şarap. Tatlıyla eşlik edense piyasada satılıp satılmadığını bilmediğim çok güzel bir tatlı şarap. Kahvelerimizi içmek için gözünü üzerime diken geyik kafalarına veda edip arka salona geçiyoruz.
Yok bu av işi bana göre değil.
Ama ağzımı açıp bu konuda tek laf etmiyorum. Vaktimiz kısıtlı.
Avcı arkadaşlarımdan bilirim, bir avcıya av fikrinden hoşlanmadığını söylemek doğanın dengesinden başlayan uzun bir nutku da göze almak demektir çünkü.
Bağcılıkla uğraşılan her yerde bir yan üretim vardır. Çoğu kez zeytinyağı, kimi zaman da tıpkı burada olduğu gibi digestif bir içki.
Kahvelerle birlikte ortaya küçük kadehler çıkıyor ve sehpanın üzerine üfleme cam şişesinin içinde pırıl pırıl parlayan bir grappa konuyor. Mis gibi reçine kokan ve bir kadehten fazla içilirse adamı gözünü kırpmadan yere serecek gibi duran bir grappa.
Sohbetimiz gölgelerin uzamaya başladığı saatlere kadar sürüyor.
Ardından İstanbul’da buluşmak için sözleşiyor ve ayrılıyoruz.
Bir serüven de böyle bitti işte.
Büyük demir kapıya doğru giderken arkama dönüp bakıyorum.
Adios Montepo Şatosu.
Adios şatonun mağrur ama kibirli olmayan kontu.
Adios Toscana.
Gelecek sefere başka bir köşende buluşmak üzere.
Adios...
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2009
İki günlüğüne Toscana’ya gider miyiz diye soruyor Feride telefonda. Toscana’ya mı? İçimden kuşlar havalanıyor. Pır pır pır...
Bu mevsimde değil iki günlüğüne, iki saatliğine bile giderim Toscana’ya. Yıldırım hızıyla, dağ taş yemyeşildir şimdi, çiçeğe kesmiştir her yer, üstelik turist basmamıştır o güzelim şehirleri diye düşünüyor ve sektirmeden elbette diyorum. Nezaketi elden bırakmamak adına seninle gittikten sonra nereye olsa giderim diye eklemeyi de unutmadan.
Biondi Santi Bağları’nı gezeceğiz diye devam ediyor Feride heyecan içinde.
Sesinde saklayamadığı bir gurur mu gizli, yoksa bana mı öyle geldi?
Romanee Conti der gibi demedi mi ne menem bağlarsa o bağların ismini?
Toscana dediğin bölge bağdan geçilmez, iyisi vardır, ortalaması vardır, işin kötüsü ortalamının altında olanı yani vasatı vardır, sözünü ettiği bu Santi acep neyin nesi?
Umurumda değil açıkçası.
O içine şato, mahzen, şarap tadımı, Babil Şarapçılık gibi sözcükler serpiştirdiği cümleler kurmaya devam ededursun, benim aklım fikrim nereye gideceğimizde. Anlattıklarını yarım kulak dinliyor ilk soluklanmasında pat diye; peki bu meşhur bağlar Toscana’nın neresinde, diye soruyorum. Parmaklarımı çapraz yapıp.
Tanrım ister misin Siena filan desin.
Grosseta yakınlarında diyor.
Grosseta mı?
Üstelik içinde bile değil, yakınlarında.
Hüsran!
Daha konuşmamız bitmeden ah Figen ah diye söylenmeye başlıyorum için için. Ömür boyu bu aceleciliğinin kurbanı oldun, başına ne geldiyse bu aculluğundan geldi, hadi git bakalım şimdi kuş uçmaz kervan geçmez dağ başına. İşin yoksa dolaş dolaşabildiğin kadar kuru omacalar arasında.
Ertesi sabah posta kutuma gezi programı düşüyor.
Programa göre, Alitalia ile sabahın altısında Roma’ya uçacak, oradan karayoluyla Tirana kıyı şeridi boyunca kuzeye, Grosseta’ya doğru yol alacağız. Güzergah üzerinde bulunan Etrüsk harabelerini gezdikten sonra öğle yemeği için Argentio yarımadasında mola verecek, saat altı sularında da Biondi Santi bağlarının bulunduğu Castello di Montepo şatosunun olduğu yere vasıl olacağız.
Otelimiz 19. yüzyıldan kalma bir çiftlik evi. İkinci gün, saat dokuz sularında bağları bir önolog rehberliğinde gezmeye başlayacak, böyle gezilerin olmazsa olmazı şarap tadımını yaptıktan sonra da şatonun şimdiki sahibi Kont Jacobo Biondi Santi ile öğle yemeği yiyeceğiz. Gerisi -kalırsa tabii- serbest zaman. Yorgunluk, uykusuzluk ve sabahın kör vaktinde tadılan şaraplardan bitap düşmezsek, Grosseta denilen köyde de bir meydan kahvesi varsa eğer, Feride ile oturur bir dondurma yeriz artık.
Bir ara internete girip gideceğimiz yerleri kolaçan edeyim diyor ama hemen vazgeçiyorum.
Madem yola çıktık bahtımıza ne düşerse artık.
Düştü.
Hem de ne yalan büyük bir parça düştü.
Daha havaalanında, gözüne sapları örümcek ayaklarına benzeyen ve buram buram tasarım kokan gözlükler takmış yakışıklıyı gördüğüm an anladım bahtımıza iyi şeyler düştüğünü. Mihmandarımız Pepe diye tanıştırdı kendini. Yarı İspanyol yarı İsviçreli, beş dili sular seller gibi konuşuyor ve Sassoalloro, Schidione, Morellino di Scansano, Montepaone gibi Toscana bölgesinin yüz akı şaraplarının üretildiği J.B.S firmasında ihracat müdürü olarak çalışmaktan duyduğu gurur yüzüne bakar bakmaz anlaşılıyor. Bizi öyle sıcakkanlı karşıladı ve yol boyu anlattığı hikayelerle öyle güldürdü ki, sadece onunla tanışmak için bunca yolu gelmeye değer diye düşündüm.
Bu arada ne ön araştırma yaptığım ne de Feride ile konuşurken Brunello ve Montalcino sözcüklerini duyduğum için anlamakta zorluk çektiğim bağların önemini Pepe sayesinde çözdüm.
BÖYLE OLUR ASİLİN BAŞ KALDIRMASI
Bilenler bilir: Toscana bölgesinin Super Tuscanları diye adlandırılan şarapları, Montalcino köyü yakınlarındaki bağlardan elde edilir.
Şaraplar Sangiovese Grosso adı verilen ve bölgeye has Sangiovese üzümlerinin bir çeşidi olan üzümlerden yapılır. Bekletilmeye uygundur.
Gövdeli, güçlü, yoğun, böğürtlenden kiraza çeşitli meyve tatları barındıran bu şaraplar, Pepe’nin dediği gibi Toscana’nın adını dünyaya duyuran iddialı şaraplardandır ve yıldızları her geçen gün daha da parlamaktadır. Ziyaretine gittiğimiz Montepo şatosu da zaten Montalcino köyüne iki adım mesafededir. 18. yüzyıldan beri bölgede hüküm sürmekte olan ve şarapçılıkla uğraşan Biondi Santi ailesinde de tarih tekerrür etmiş ve baba oğul çekişmesi sonucunda mahdum Jacobo, kendi şaraplarını kendi bildiği yöntemlerle üretmek için bundan yaklaşık on yıl önce 12. yüzyıldan kalan Montepo şatosuyla şatoyu çevreleyen beşyüz hektarlık araziyi satın almıştır. Beş yüz hektar olduğu söylenen bu devasa arazinin sadece elli hektarı bağlara ayrılmıştır. Geri kalanı doğanın dengesini bozmamak, toprağın kalitesini öldürmemek için doğal halde korunmaktadır. Şarap dışında en büyük hobisi av olan kont J.B.S şimdilerde zaman zaman kendi arazisinde avlanmaktadır...
Pepe anlatırken dalıp gidiyorum.
Asillerin baş kaldırması da böyle demek.
Babana kafan atacak, gidip kendine şaşaalı bir şato alacaksın.
Bir yandan aile geleneğini sürdürüp şarap yapar, dolayısıyla babanın karşısına rakip olarak çıkarken, bir yandan da en büyük hobin olan avcılıkla uğraşacaksın.
Ohh ne ala ne ala.
Benim babama kafam atsa, değil bugünkü hayatımı yaşamak, sürünürdüm alimallah.
Yarı uyuya yarı hayal kura, yarı konuşup yarı susa ve öngörülen programı Etrüsk harabelerinden öğle yemeğine A’dan Z’ye uyguladıktan sonra Grosseto’ya varıyoruz.
Otelimiz şirin. Rustik. Aile işletmesi. Lokantası iyi. Hatta çok iyi. Elbette benim gibi bir etobur için. Vejetaryen arkadaşım Feride’ye gelince... Toscana mutfağı ragout yani her tür hamura eşlik eden kıyma demek. Hali içler acısı.
Sabaha karşı üçte yola koyulmuş olmanın yorgunluğu çok geçmeden çöküyor. Erken sayılabilecek bir saatte, tıpkı düşündüğüm gibi kuş uçmaz kervan geçmez bir tepenin üzerinde kurulu çiftlik bozması otelimizdeki odalarımıza çekiliyor ve sabah gün ışırken sessizliği delen çıngırak sesleriyle uyanıyoruz.
Sürü. Koyun sürüsü. Yolda gelirken Pepe anlatmıştı. İtalyanlar koyun sürüsü görünce avuçlarını açar ve parmaklarını oynatırlarmış. Refah gelsin, paraya kavuşsunlar diye. Hani bizde de gökyüzünde hilali ilk gören ay bereketli ve neşeli geçsin diye kahkahayı basar altına bakar ya, o hesap. Gözümde çapak, kendimi balkona atıyor ve çıngıraklarını şakırdata şakırdata aheste adımlarla tepelere seğirten koyunları görmemle parmaklarımı oynatmaya başlıyorum.
Sabahın köründe nereden çıktı bu paraya duyulan iştah?
Babaya başkaldırma yöntemi beni bozdu anlaşılan.
Sekiz dolaylarında Feride’nin odasının kapısını çaldığımda karşıma Feride yerine Feride’ye benzer biri çıkıyor: Migren!
Migren demek sefahat yerini sefalete bırakacak demek.
Aklım arkadaşımda gözüm arkada, sözleştiğimiz saatte dakika sektirmeden otelin önüne gelen Pepe’nin peşine takılıyor, şarap üreticisi, av düşkünü, fotoğraflarındaki gibiyse müthiş yakışıklı ve sabah ayazında bana parmak şıklattıran kontla tanışmak ve elli hektar olduğu söylenen müthiş bağları gezmek için Castello di Montepo’ya yollanıyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2009
Şu son günlerdeki kıpırdanma nasıl iyi geldi anlatamam. Sıkıntın tamamen geçti mi diye soracak olursanız, hayır geçmedi. Ama gene de...
Havada bir bahar kokusu, içimde bir ferahlama duygusu. Pazar gecesi itibarıyla bulutlar biraz olsun aralandı sanki.
Kıpırdanmaya kıpırdama eklenecek birazdan. Birazdan bavullarımı toplayıp iki günlüğüne Toscana’ya gideceğim. Jacobo Biondi Santi bağlarını gezmeye. Bir arkadaşım, bu kadar kısa süre için bavul toplamaya değer mi diye soruyordu demin telefonda.
Değer. Çünkü adım attığın anda İtalya insanı mutlu eder.
Siena yakınlarına yapacağım bu yolculuğun yazısı gelecek haftaya.
Bu haftaya gelince... Son iki yazımın konusu malum.
Aslında bu tür yazıları ne okumayı ne yazmayı seviyorum. Seçimin üzerinden günler geçti aslında ama seçim kasırgası henüz dinmedi. Üç ay boyunca mitingler, tahminler, anketlerle yatıp kalktık, şimdi de alınan mesajlar, verilen dersler, yendik yenildiklerle boğuşuyoruz.
Kendini ne kadar dışarıda tutmaya çalışşsan da olmuyor, böyle zamanlarda insan yazacak başka konu bulamıyor.
O yüzden bu hafta da devam.
O yüzden şimdiden affola...
Aslında niyetim kısa bir yazı yazıp noktayı koymaktı ama soru sormaya karar verdim.
Aşağıdaki sorular benim kendime, insanların bana, benim insanlara sorduğum sorular.
Kaç zamandır sorduğumuz ve zinhar cevabını bulamadığımız...
O zaman başlayalım.
-Freni patlak, son hızla yokuş aşağı giden bir arabada, korkudan titreye titreye el ele tutuşmuş devrilmeyi beklerken, son dönemeci mucize kabilinden dönmüş olmanın ve arabanın hız kestiğini fark etmenin getirdiği rahatlama duygusu yok mu sizde de?
-Bu rahatlama sürecek mi peki sizce?
-Üç aya kalmadan “seçmen uyardı” türü manşetlerin yerini “eski tas eski hamam”, “can çıkar huy çıkmaz” gibi manşetler alır mı dersiniz?
-Yoksa siz de iflah olmaz iyimserlerden misiniz?
-Pazar gününden beri basında yazılan çizilenleri hayret içinde izlemiyor musunuz siz de? Seçimler sanki iki ayrı ülkede yapılmış da yorumlar bu farklı ülkelerin seçim sonuçlarına aitmiş gibi gelmiyor mu size de?
-Peki seçimin okuması ne size göre?
-Son aylarda ayyuka çıkan nobranlığa set mi çekildi, hal ve gidişat mı beğenilmedi, mağdurken mağrur olmanın bedeli mi ödetildi?
-Ya da teğet geçen ekonomik kriz mi iktidar partisine sekiz puan kaybettirdi?
-O halde işsizliğin kırıp geçirdiği Bursa ve Denizli’de AKP’nin kazanmasına ne demeli?
-İşçi sustu da esnaf mı gürledi?
-Liberaller mi avanslarını geri çekti?
-Yanlış adaylarla mı seçimlere gidildi?
-Yoksa hepsi mi?
-Diyelim ki hepsi, peki rüzgarın dinmesi için bu kadarı yeter mi?
Gelelim madalyonun öbür yanına...
-Anamuhalefet liderliği demek seçimleri evinde izlemek ve iki gün ortada görünmedikten sonra arzı endam eyleyip büyük başarı kazanıldığını söylemek midir?
-Üç puanlık artışa gümbür gümbür geliyoruz kılıfı biçmek midir?
-Başarıyı getiren insanlara bir teşekkürü çok görmek midir?
-Parlak, farklı ve çalışkan partilileri rakip bellemek midir?
-Kırk yılın kurdu olmakla övünmek, biraz olsun öne çıkan herkesi çelmelemek midir?
-Partini ince bir kırmızı hatta indirmek midir?
-Türkiye kıyılardan mı ibarettir?
-Duymamakta direnmek, anlamamakta direnmek, gitmemekte direnmek, her ne pahasına olursa olsun direnmek, direnmek direnmek midir anamuhalefet liderliği?
-Peki ya partili olmak?
-Susmak, sinmek, her ahval ve her şeraitte biat etmek biat etmek biat etmek midir, partili olmak demek?
Dyelim ki hepsi...
Öyleyse ne yapacağız peki?
Hepimizin içindeki sıkıntının bir nedeni iktidarın tutumuysa, diğeri de muhalefetin bu hali değil mi?
Şimdi gelelim seçim mahallerine...
-Zarfla mazrufu birbirine uydurmak bu kadar zor mudur?
-Salkım saçak pusulaların sığacağı boyutta bir zarf yok mudur?
-Merdiven çıkamadığı için oyunu atamayan yaşlılar, engelliler için zemin katta bir oda ayarlamak çok mu zor iştir?
-Türkiye ölü ve yaralı vermeden bir seçim geçirebilecek midir?
-Mükerrer oy, olmayan seçmen, oynanan liste, hile şike desise bir seçim klasiği midir?
-Adam yerine konmamak seçmenin kaderi midir?
Geçelim seçim gecesine...
-Seçim sonuçlarını merak eden ne yapar?
-Ya radyo dinler ya televizyon izler değil mi?
-Her kanalın ayrı rakamlar vermesine ne demeli?
-Kaynaklar farklıydı, yanıldık mı?
-Kandık, kandırdık mı?
-Sandık sandırdık mı?
-Neydi gerçekten bu tutarsızlığın nedeni?
-Basın toplantıları da sizce buna tuz biber ekmedi mi?
-1977’de rahmetli Ecevit, sayım tamamlanmadan 226’yı bulduk demiş, insanlar sokağa dökülmüş sabaha kalmadan boyunlar bükülmüştü ya, sahi o günlerden mi mirastır CHP’deki bu öne geçtik söylemi?
-Ya da Başbakan’ın sağduyulu üç cümleyi sonradan hep unutsa da hep seçim arifesinde söylemesi?
-Bu seçimlerin galibi sizce kim peki?
Sorular... Sorular...
Dediğim gibi cevabını veremediğimiz, cevabını bilmediğimiz sorular.
Yazının burasında durdum.
Buraya kadar yazdıklarımı okuduğumda içime fenalık geldi.
Sen kiiim oturup siyaset yazmak kim, dedim kendi kendime.
Hadi ucundan sosyal bilimlere bulaşmış biri olsan neyse de, sen ne anlarsın politikadan?
Doğru, anlamam.
İster kendimi bilmezliğime verin, ister yazdıran utansın deyin.
Ama yeminle bu son.
Figen Bat faslı bu yazıyla bitti.
Gelecek haftadan itibaren, bıraktığımız yerden, söz, devam.
Pus dağılana kadar alternatif tatil
Her ne kadar gelecek hafta yazacağım desem de, yukarıdaki yazının kasavetini dağıtmak için birkaç satır:
Eğer imkanınız olur da yaşadığınız yerden kısa süreliğine bile olsa uzaklaşma şansı bulursanız, lütfen üşenmeyin, gidin. Eskiler boşuna tebdili mekanda ferahlık vardır dememişler. İnanın farklı bir kültüre, farklı bir coğrafyaya, farklı bir iklime adım attığınız anda küfenizdeki ağırlık azalıyor, içinizi kemiren bütün olumsuzluklar birer birer uzaklaşıyor. Bitmiyor belki, ama o kısacık zaman dilimi süresince inanın askıya alınıyor. Herkesin tuzu kuru değil, yurtdışına kaçamak yapmak herkesin harcı değil elbet, ama bunun için yurtdışına gitmek de şart değil aslında. Yeter ki yaşadığınız mahalleden, sokaktan, çevreden uzaklaşın.
Roma Havaalanı’nda genç bir Türk’le karşılaştım. Sekiz yıldır Amerika’da, Arizona’da yaşıyor ve emlakçılık yapıyormuş. Amerika’da yaşayan ve emlakçılıkla uğraşan bir yabancı olmanın şu günlerde ne zorlu olduğunu bilmek için kahin olmaya gerek olmadığından sormadım, ama o anlattı. Bakmış işler kötü, bakmış orada kalsa havadaki kötümserlik iliğine işleyecek, bakmış ruhuna iyi gelecek tek şey seyahat etmek ama cep delik cepken delik, çare düşünmeye koyulmuş. Biraz sağ kulağını soldan tutmuş, bolca aktarma yapmış, yolu fena halde uzatmış ama iki kuruş üç paraya bulduğu bir biletle kapağı İstanbul’a, baba ocağına atmış. Sonra gelsin internet. Ev değiştirme siteleri... Bir haftadır Roma’daymış. Roma’nın göbeğinde, nefis bir mahallede bu siteler aracılığıyla bulduğu bir İtalyan’ın evinde konaklamış. Ev sahibinin tavsiyesi üzerine üniversitelerdeki ilanlara göz atmış ve minibüsle Floransa’ya giden bir gruba katılıp hafta sonunu orada geçirmiş. Pek lokantaya gitmedim diyor, ayıp olmasın diye bir iki kez pizzacı o kadar. “Daha çok ayaküstü bir şeyler atıştırdım ama tabanlarım yarılana kadar iki şehri de dolaştım. Şimdi İtalya’yı değil belki ama bu iki İtalyan şehrini sokak sokak tanıdığımı söyleyebilirim” diyor.
Demem o ki bizimki gibi ülkelerde pus kolay geçmez. Ama insan istemeye görsün. Demokrasilerde çare de tükenmez.
Siz de böyle bir tatil yapmaya karar verirseniz, işte birkaç internet adresi: www.couchsurfing.com, www.hospitalityclub.org, www.servas.org,
www.warmshowers.org/
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2009
Televizyonun karşısında yarı uyur yarı uyanık yatarken zırrr telefon: Sevil. Ankara’dan arıyor.
Ve onu tanıyanların iyi bildiği virgülsüz cümlelerle, soluk soluğa konuşmaya başlıyor. Figen diyor özetle, yazını şimdi okudum, eline sağlık. Eline sağlık demem de komik ya aslında, neyse. Ne senin ne benim ne bizim ne hepimizin ruh halinin sağlıklı olmadığı gün gibi aşikar. Gene de eline sağlık... Yahu diye devam ediyor, şu kısa hayatımda üç darbe, bilmem kaç kadük darbe gördüm. Kocam, kardeşim hapse atıldı, eş dost desen ha keza herkes bir yana savruldu. O günlerde bile bu gün olduğu kadar kötümser olmadım ben. Nedir allasen bu başımıza gelen?
Ne halt edeceğiz gerçekten biz?
Gel de cevap ver.
Gerçekten de ne halt edeceğiz?
Sevil konuştu mu konuşur. Lafını ne balla kesebilirsin ne sirkeyle.
Aynı hızla, dün diye devam ediyor. Yazılana çizilene inanmıyorum ya artık, gözümle göreyim diye kalkıp CHP’nin Tandoğan’daki mitingine gittim. Evet, önde bayrak sallayan bir kalabalık, evet benim gibi ak saçlı bir arka kanat var da, bin yıllık partinin de bu kadar sempatizanı olsun artık.
Peki ruh var mıydı ruh? Sana mı yalan söyleyeceğim, yoktu ne yalan. Sana söylüyorum: Gidişat b...tan.
Soluklandığında gene aynı soruyu soruyor.
Ne halt edeceğiz biz?
Ben bu cümleyle büyüdüm sayılır.
Ne olacak bu memleketin hali sorusunun bireyselleşmiş halidir ne halt edeceğimiz.
Sevil devam ediyor: Kürsüye Deniz çıktı, diye başlayıp mitingi anlatmaya koyuluyor.
Konuştukça konuştu, coştu coştukça diyor. Saat ikiden dört buçuğa kadar Murat Karayalçın’a sıra gelsin diye bekledik. Gelmedi. Gelemedi. Ona buruk bir gülümsemeyle Deniz’in ense kökünde durmak kaldı ya, yanar yanar da ona yanarım. Fenalık geldi, mitingin sonunu beklemedim eve döndüm. Ben gittikten sonra sabredip de kalanlara bakılırsa birkaç kelime edebilmiş Karayalçın.
Yahu bu ne biçim yerel seçim? Haa diğerinin rolü de bundan daha mı farklı dersen, değil. O zaten malum. Kendini Tek Adam sanan biri tarafından yönetildiğimiz kesin. O ayrı. Yahu başımıza gelmesinden evvel emir korktuğumuz rejim de zaten bu değil miydi? Çoğunluğa sırtını dayayan zorbalarla dolu değil mi yakın geçmiş? Sivil darbe laflarından hoşlanmıyorum ama doğruya doğru. Yaşadığımız bu dönemin adı ne peki? Aba altından sopa göstermeler, ağzını açana haddini bildirmeler... Bu mu yahu demokrasi? Peki bu yaştan sonra git gidilmez, kal kalınmaz, yaşa yaşanmaz bir ülke mi kaldı kala kala bize, söylesene. Buraya varmak için mi harcadık gençliğimizi?
Nokta.
Diyeceğini dedi ya, benden cevap bekliyor.
Oysa bunlar benim de cevabını bilmediğim sorular.
Gene de geveliyorum.
Canım diyorum, sevsen de sevmesen de, beğensen de beğenmesen de madem ki referanduma döndü adına yerel denen bu seçim, madem ki iktidar sarhoşluğuna bir dur demek gerek, o zaman rol çalanları bilahare cezalandırmak üzere elimiz tutulsa da, ayağımız geri gitse de, benim gönlümden geçen asla bu değil desek de oyumuzu vereceğiz. Ben İstanbul’da Kılıçdaroğlu’na, sen Ankara’da Gökçek dışında her kimse ona. Var mı bir çaresi?
Yaklaşık yarım saat bu minval üzerine konuşuyoruz.
Yatıyor ve belki uykumu getirir diye televizyonun en zıpır kanalları arasında dolaşıyorum...
Ertesi sabah zırr telefon.
Nilgün.
NE OLACAK HALİMİZ
Sohbet üç aşağı beş yukarı aynı. O da aynı ölçüde kötümser. O da aynı ölçüde tedirgin. O da aynı ölçüde bıkkın. Bana geçen haftaki yazımın her satırının altına imza atabileceğini, kendi göğüs kafesinde de benim sıkıntı topuma benzer bir top bulunduğunu söyledikten sonra lafını bağlıyor. Figen diyor, n’olacak hakikaten halimiz?
On iki saat arayla konuştuğum bu iki kadının, ne dünya görüşleri ne yaşama biçimleri birbirine benzer. Tanışmazlar bile. Muhtemelen karşı karşıya gelseler, siyaseten birbirlerine ters düşerler. Ve adım gibi eminim, birbirlerinden zerre hazetmezler. Ama gel gör ki, ikisinin de sorduğu soru aynı.
Telefon faslından sonra maillere gözatıyorum.
Hay eline sağlık mealinde gelen mailler, kadınlardan.
Ne diyorsun be, mutfağına dönsene, elinin hamuruyla bu işlere karışma mealindekiler ise erkeklerden.
Kadınların hemen hepsinin Türkçesi mükemmel.
Erkeklerin hemen hepsinin Türkçesi felaket.
Al sana bir yazı konusu.
Daha sonra evden çıkmak için hazırlanıyor ve kapıyı açmamla Havva ile burun buruna geliyorum.
O henüz zili çalmadan ben kapıyı açtığımdan birbirimizi görünce hortlak görmüş gibi oluyor ve ikimiz birden aynı anda avaz avaz bağırmaya başlıyoruz.
Haylar huylar, parmağı ağza sokup damak kaldırmalar, nereden çıktın ayollar, insan gelmeden bir aramaz mıdırlar, hayırdır inşallahlar? Eşik konuşmaları...
Şaka gibi.
Kaç zamandır görmediğim Havva karşımda. Aklına esmiş, geçerken uğramış.
Bir kahve içmeye diye açıklıyor bu beklenmedik ziyaretini.
Kahveye meraklıydı evvel emir.
Son yudumun ardından fincanı çevirmeye de, telveye bakıp insana gelecek biçmeye de.
Beykoz’da oturur. Kıyıda değil haşa, taa tepede, altmışlı yetmişli yıllarda Karadeniz’den kopup gelenlerin yerleştikleri mahallede. Lazın daniskasıdır. İstanbul’a göç edeli kırk yıla yakın olmasına rağmen dili çalar. Aşkını dile getirirken olsun, okkalı küfür savururken olsun, sesine o güzelim Karadeniz şivesi siner. Yirmi yıldır tanışırız, bugüne kadar hiçbir olayda hiçbir durumda lafını esirgediğine şahit olmadım. Esirgemek ne kelime, Havva dobranın Allahı. Pontussun sen derim ona, mavi gözlü sarışınsın. Tanıdığım en hakiki kadın en safkan Lazsın. Dört kızını tek başına yetiştirmekle övünür ve ne kadar övünse yeridir. Çünkü babasına çektiği için çürük çıktığını düşündüğü biri dışında hepsini okutup adam etmiş ve Allaha bin şükür koca eline muhtaç olmayacak biçimde yetiştirmiştir.
HAVVA’NIN YENİ EŞARBI
Bunca zaman sonra Tanrı misafiri gibi Havva gelmiş, varsın bekleyen biraz daha beklesin diye gerisin geri eve giriyorum.
Mutfağa geçiyor çekmeceden cezveyi çıkarıyorum.
Havva eşarbını çıkartıp kenara koyuyor.
Bak bu yeni.
Ne zamandır örtünüyorsun diye soruyorum masanın üstüne bıraktığı eşarbı başımla göstererek.
Gözünü devirip örtünmeyi de nereden çıkardın diyor, bu şal.
Yeme beni dercesine yüzüne bakıyorum. Gülüyor. Gülüyorum.
Sohbet çocuklara geliyor: A evlenmiş, iki çocuğu varmış. Kocası Beykoz Belediyesi’nde çalışıyormuş. B bekarmış, Havva’nın sevmesine sevdiği ama gelecek görmediği biriyle görüşüyormuş. Kürtmüş oğlan, iyiymiş hoşmuş, mertmiş çalışkanmış da, boş gezenin boş kalfasıymış. C en gençleri olduğu halde en önce evlenen. Boyu kadar iki çocuğuna rağmen kocasından ayrılıp sevgilisiyle Beyoğlu’na taşınmış. Sevgili dediğin de bitlinin önde gideniymiş, bateristmiş.
Kahveler bitip de iş fal faslına geldiğinde eski alışkanlık, benim fincana hamle ediyor Havva.
Bıraksam üç vakte kısmet biçecek.
Havva diyorum, beni bırak da Türkiye’nin geleceğine bak.
Fincanı elinde şöyle bir çeviriyor, dibe yapışan telveye bakıp meşum bir sesle karanlık diyor. Bu kadarını biz de biliyoruz kabilinden başımı sallıyorum. Bütün sahtekar falcılar gibi yüzümdeki ifadeyi görmesiyle fincanı sallamaya başlıyor. Ağır ağır akan telveyle birlikte de vecizesini patlatıyor: Karanlık olmasına karanlık da, ilk sallamayla gidecek bir karanlık bu diyor.
Kaç vakte kadar peki, diyorum.
Zaman vermiyor.
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2009
Şu aralar kimilerinin gıpta ettiği, benimse elimden gelse kurtulmak için canımı vereceğim bir alışkanlıkla boğuşuyorum: Kargalar kahvaltı etmeden ayağa dikilmek ve günün o saatinde ne yapacağını bilemeden evin içinde dört dönmek diye özetlenebilecek feci bir alışkanlık bu. Her zaman erkenciydim. Hep güne erken başlamayı sevdim ama bir süredir başıma tebelleş olan bu illetin erken kalkmak ve günden olabildiğince çok yararlanmak gibi hoş sayılabilecek o bildik alışkanlıkla ilgisi yok artık. Düpedüz uykusuz biri oldum çıktım. Daha doğrusu geceleri uykusunu alamadığından gündüzleri uyurgezer gibi dolanan bir zombiyim kaç zamandır.
Sabaha karşı dörtbuçuk sularında şeytan dürtmüş gibi uyanıyorum.
Uyanıyor ve gözümü açar açmaz tiroit ilacına uzanıyorum.
Sonrası yarım saatlik bir bekleme süresi.
Buharı tüten kahvenin ilk yudumuyla birlikte de evde dört dönme faslı başlıyor.
Şöyle salona geçsem,eskiden yaptığım gibi pencerinin önüne ilişsem,yavaşça lacivertten pembeye dönen boğaza karşı hayal kurup keyif sürsem ya da dışarıda çıt çıkmaz telefon çalmaz, Zıpkın kulağını dikip denli densiz havlamazken, sehpanın üzerinde duran ve bitirilmeyi bekleyen kitaplardan birinin ucu kıvrık sayfasını açıp okumaya koyulsam benden mutlusu olmayacak da içimde öyle bir sıkıntı yumağı var ve o kadar uzun süredir onunla yatıp kalkıyorum ki olmuyor.
Dışarıya baktığımda ne denizi ne gökyüzünü ne de belediyemizin mahalledeki her avuç toprağa sektirmeden ektiği rengarenk çiçekleri görüyorum. Gözüme çarpan ilk şey devasa bir AKP bayrağı oluyor her sabah. Altında İstanbul İl Teşkilatı yazan ve bundan üç hafta önce iki elektrik direği arasına gerilen bayrak, evden görünen bütün manzarayı kapatmakla kalmıyor, televizyon seyretmeyerek, mümkünse gazetelerde seçimle ilgili yazılan hiçbir haberi okumayarak kendini korumaya aldığını sanan bana, sabahın dörtbuçuğunda sen istediğin kadar kaç, ülkenin gündemi bu işte dercesine göz kırpıyor.
Sıkıntı topumun nedeni de bu işte. Bu gündemden fena halde sıkıldım. Sıkılmanın ötesindeyim aslını sorarsanız. Ne zamanki gündeme ait bir şey tıpkı o bayrak gibi gözüme değiyor, ne zamanki gündeme ait bir şey tıkadığımı sandığım kulağımdan giriyor, fiziksel olarak hastalanıyorum: Ya mideme kramp ya başıma ağrı giriyor.
Hançeresini patlata patlata konuşan siyasilerden, onların ağzından çıkan her lafı avuçlarını şaklata şaklata alkışlayan kalabalıklardan, gözümüzün içine baka baka yalan söylenmesinden, elli yıl içerisinde kimbilir kaçıncı kez yaşadığım ekonomik krizden, önümü görememekten, geleceğimi biçememekten, talandan, çapuldan, yağmadan, bal tutan parmakların bal yalamasından, her devre egemen o arsız iştahtan, 2009 yılında bile olduydu oluyordu olacaktı çekimiyle karşıma dikilen darbe laflarından, günlüklerden, kendinden menkul paşalar kendinden menkul gazeteciler kendinden menkul aydınlardan bıkkınlık geldi.
Sıkkınlık, bıkkınlık önünde sonunda geçer de, yurttaşlarını kışla ile cami, cumhuriyetle demokrasi, ya bizdensin ya öteki arasına sıkıştıran bu siyasi anlayış beni ne yalan çok korkutuyor.
Muhalefetin kifayetsizliğiyle iktidarın gemsizliği arasında mı yapılacak önümüzdeki seçim?
Şeytan diyor ki sat sav, eee sonra?
Git de nereye? Bu şehir arkamdan gelecektir bile değil. Keşke o kadar derin, o kadar romantik, o kadar şairane olsaydı.
Arkadaşlarımın yanında yanaşma olarak geçirmeye niyetli değilsem ömrümü, Avrupa’ya gidemem. Oralarda yaşayacak kadar birikimim yok çünkü. Atlası önüme alıp memleket memleket gezinsem, hayatımın kalanını geçirmek isteyeceğim tek bir ülke bile bulamayacağım kesin. Geriye olur da gitmek zorunda kalırsam, seç seçebilirsen gibi bir seçenek kalıyor ki, Hindistan’dan Uruguay’a kadar uzanan geniş bir yelpaze bu. Dedim ya seç beğen al. Bu yaştan sonra Hinduizm’in gizeminde mi kaybolursun, tangonun şehvetinde mi sen bilirsin artık.
Bu da sıkı bir yabancılaşmaya eşlik eden derin bir yalnızlık demek olur olsa olsa.
ÖLENE KADAR BURADAYIZ
Dolayısıyla no way out. Dolayısıyla çıkış yok...
Ölene kadar burada ve buralıyız. Ama burada ve buralı olmamızın kaale alınacağına, bize yaşama alanı bırakılacağına dair bir hissiyatım yok ne yazık ki.
Günden güne artarak gelen gemsiz bir dalgayla karşı karşıyaymışız gibi bir duygu var içimde.
Bunu anlamak için Binnaz Toprak’ın çalışmasını okumam da gereksiz. O zaman ne yapacağız?
Dün akşam gene zombileşmiş, gene evde dört dönen kedilere dönmüşken gözüm Reha Muhtar’ın CNN’deki programında konuşan Ahmet Seven’e takıldı. Seven şu son günlerin gündemi darbe günlüklerinden söz ederken, demokrasiyi doğru olarak tanımlamaktan, ona sonuna kadar inanmaktan başka çaremiz yok mealinde bir şeyler söyledi.
Gönülden inandığım, yürekten katıldığım sözler.
Program bitti,bir sigara yakıp salona geçtim. Gözüm o koca beyaz bayrağa değdi.
Demokrat olmaya demokrat olduğumdan kendimce kuşkum yok da iktidar sahipleri de benim kadar demokratlar mı acaba?
Değilse, değillerse, şunca oyumuz var, çoğunluk bizden yana, o zaman astığımızı asar kestiğimizi keseriz bizden olanı yüceltir, olmayanı ya susturur ya satın alırız mantığıyla yönetiyorlarsa bu ülkeyi ne olacak peki?
Gene, yine, yeniden o bildik sıkıntı topu. Bir kahve bir kahve daha. Bir sigara bir tane daha. Gün ağardı. Boğaz gene her seferinde insana nefesini tutturan renklerine büründü..
Elim Murathan’ın son kitabına gitti. Bazı Yazlar Uzaktan Geçer. Yıllar önce yazdığı, bizi tam da olması gereken yerden; yüreğimizden hançerleyen kitabının adı neydi peki? Yaz Geçer’di. Şimdiki ona nazire belli. Bazı Yazlar Uzaktan Geçer...
Doğrudur, gün geçer, devran döner, et söner. Toprak ısınmaz, su ısınmaz, ruh ısınmaz. Dağ taş insan dona keser. Aşk herkesi, her yeri terk eder...
Tıpkı bu günlerde olduğu gibi.
Yok yapacak bir şey yok, bazen şiir bile kurtaramıyor kimseyi. Gene kahve, gene sigara, dönüp dolaşmaktan helak gidip yazıya oturdum.
Aklıma sayfamın adı geldi: Gusto.
Ne iddia ama. Neyin gustosu? Kimin gustosu?
Sonra da adıma takıldı aklım. Daha doğrusu soyadıma. Zaten çakma, bunca yıl birlikte yaşadığın yeter dedim, sonundaki ur’u at.
Figen Bat.
Bugüne kadar beceremedin ama bundan böyle sana batana sen de bat.
Ne öldün ne nutuk söyledin tamam da...
Bari bat.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2009
Yedisinde neysen yetmişinde osundur, derler ya, ne kadar doğru. Yedisinde nasıldı bilmiyorum ama tahmin edebiliyorum. Yetmişinde nasıl olacağını da ha keza.Reşit Soley ile tanışmamız seksenli yılların ortasına rastlar: O İtalya’dan yeni dönmüş, o günlerin köhne ama bir o kadar da sahici Ortaköy’ünde ilk bürosunu açma hazırlığı yapan çiçeği burnunda genç bir mimardı.
Bense sonradan İstanbul’un en afili gece kulüplerinden birine dönüşecek, döküldü dökülecek küflü yalıda atölye açmanın hayalini kuran genç bir kadın. Aynı dili konuşan, benzer hayaller kuran, arkadaşlıklarını iş birliktileği ile pekiştirip bu arada deliler gibi gülen gencecik iki insan yani.
Reşit o dönemde de delifişekti. O zamanlar da hızına yetişilmezdi.
O günlerde de nereden edindiğini an
Onun bu ikinci hayat hikayesine nereden başlamalı?
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2009
Kimi insanlar vardır hani, tanıştığınızda keşke daha önce tanısaydım dediğiniz. Zeynep Atılgan da benim için onlardan biri. Çok genç, henüz otuzlarında. Olduğundan da genç gösterenlerden üstelik. Ama otuz yıla sığdırdıklarına bakınca...
Quint Essentially gibi sıkı bir firmada genel müdürlük, Türkiye’de ilk kez Garanti Bankası ile başlayan ‘concierge’ servisinin, kan ter gözyaşı pahasına neredeyse tek başına hayata geçirilmesi, pazarlama, seyahat danışmanlığı, şarap uzmanlığı, arada adına Boneval diye afili bir ikinci soyadı eklettiren ve her söyleyişinde gözlerinin içini güldüren evlilik, şu bu... Helal olsun dedirten yığınla başarı, milletin uzun yıllar çalıştıktan sonra zar zor edinebildiği konuma çok genç yaşta varan pırıl pırıl bir iş hayatı.
Ama Zeynep’i sevmemin daha doğrusu beğenmemin nedeni otuz yıla sığıdırdığı bu başarıları değil. Pek çok kişinin rehavete kapılıp ömür boyu küfeden yemeyi göze alarak demir atacağı duraklardan, öğrenecek bir şey kalmadı artık diye geçip gitmesini seviyorum. Yeni yolculuklara çıkma cesaretini, durduğu yerde durmamasını, bıkıp usanmadan aramasını seviyorum. Kendi üzerine, öteki üzerine, hayat üzerine habire soru sormasını bir de... Tahmin edeceğiniz gibi hiperaktif. Tahmin edeceğiniz gibi karmaşık.
Ve canını yakacağını bilse bile sorup sorgulamaktan vazgeçmeyen her insan gibi, kah kendiyle kavgalı, kah kendiyle barışık biri. Onun bu tersyüz halini seviyorum.
OFİSTEN ÇOK EVE BENZİYOR
İşte orası. Dediği gibi görülmeyecek cinsten değil, tentenin üzerinde kocaman Hepsi Hikaye yazıyor. Basamakları inip sokak seviyesinden biraz daha aşağıdaki şirketin(?) merkezin(?) ofisin(?) önünde duruyorum.
Bir işyerinden çok eve benziyor. Önde ham ahşaptan uzun bir masa, arkada tam teşekküllü açık bir mutfak görünüyor. Karşıda rafları tıka basa kitap dolu kütüphanenin önünde duran bilgisayar köşesi de olmasa, buranın bir işyeri olduğunu anlamak için kahin olmak gerek. Duvarları çeşitli yolculuklarında Zeynep’in çektiğini düşündüğüm fotoğraflar ve buradan bakıldığında kimin olduğunu çıkaramadığım renkli tablolar süslüyor. Girişin hemen sağında karşılıklı yerleştirilmiş iki divanı, oturunca kalkmak istemeyeceğiniz rahat koltukları, üzerinde mumlar yanan orta sehpası ile bir oturma odası yer alıyor. Sofra kurulmuş, şarap süzülüp karafa konmuş, iri bir kase salata da hazır. Belli beni bekliyor olmalı. Nerede acep dememe kalmadan arkalardan bir yerden çıkıp geliyor. Sarılıyoruz.
İçeri girer girmez bir ev olarak belki sıradan ama bir iş yeri olarak kesinkes sıradışı bu mekanın neden beni hiç şaşırtmadığını anlıyorum. Burası Zeynep’in yeri değil mi? Böyle olmayıp da nasıl olacaktı yani? Duvarlarda sadece fotoğraf ve resimler yok. Biraz da çocuksu elyazısıyla yazıp sağa sola yapıştırdığı, okul defterinden koparılmış sayfalara benzer sayfalar var. Sonu kocaman soru işaretiyle biten sorularla dolu sayfalar.
Münevver kim? Gürültü içeride mi dışarıda mı? Nereden geldik nereye gidiyoruz? Nereye koşuyorduk sahi? gibi sorular. Cevabı uzun kendi kısa sorular.
Yazının Devamını Oku