Mağrur kont, imzasını bağın tam orta yerine atıyor

Arazi inişli çıkışlı. Çıkıyoruz cabarnet sauvignon’lar, iniyoruz merlot’lar, sangiovesse’ler...

Pepe ileriyi göstererek “Burası da kontun imzası” diyor. Meğer bağların tam orta yerine biraz daha geç olgunlaşan üzümler ekilirmiş. Hasat kalktığında bu üzümler henüz olgunlaşmadığından ortada öylece kalakalırlar ve bağın göbeğine kıpkırmızı renkleriyle sahibinin imzasını atarlarmış. Eylülün ikinci yarısında o bölgede gezenler, bağın kime ait olduğunu hemen anlarmış.

Nerede kalmıştık?
Geçen hafta yazdığım yazıya göz atıyorum. Feride’yi migreniyle başbaşa bırakıp Pepe’yle buluşmuş ve ona durumu anlatmışım. Sonra da sabahın seher vaktinde programda belirtilen kalemleri tamamlamak için şatoya gitmek üzere yola koyulmuşum.
Yazı orada bitmiş, haftaya devam demişim.
O zaman sırada Montepo Şatosu, Kontla karşılaşma, bağları kolaçan ve öğle yemeği var demek.
Haydi vira bismillah...
Küçük arabamız tepeler arasında döne kıvrıla ilerliyor.
Nasıl güzel bir sabah anlatamam.
İstanbul’a bir türlü gelmek bilmeyen bahar buraları çoktan taçlandırmış.
Çiçeğe kesmiş dallarıyla insanın nefesini kesen meyve bahçelerinin ve göz alabildiğine uzanan tarlaların arasından geçiyoruz. Biraz gittikten sonra tarlalar yerlerini bakımlı bağlara bırakıyor. Yol kenarı desen gelincik, papatya, katır tırnağı yatağı.
Çok geçmeden Pepe, şatoya giden tek yol olduğunu söylediği tali bir yola sapıyor ve birkaç dönemeç sonra da duruyor. Neden durduğumuzu sormuyorum bile. İleride vadinin karşı yakasındaki bir tepenin üzerinde bütün ihtişamıyla yükselen Montepo şatosunu doya doya seyredelim diye durduğu belli.
Arabadan inip bir iki fotoğraf çektikten sonra yolumuza devam ediyor ve bir süre daha gittikten sonra şatonun eteklerinde yer alan üretim tesislerinin bulunduğu noktaya geliyoruz. Aklım ne bağda ne şarapta. İçime gökyüzünü çeke çeke çevreyi inceliyorum. Şatonun tam arkasında tek bacak üzerinde duran leylekler misali dizilen rüzgar gülleri de olmasa, insan pekala buranın on ikinci yüzyıldan beri değişmediği hissine kapılabilir.
Kuş seslerini uzaktan gelen köpek havlamaları kesiyor.
Çevrede park etmiş arabalara bakılacak olursa yakınlarda bir yerlerde insanlar da olmalı, gel gör ki ortalıkta kimsecikler yok.
Ben hayallere dalmış, önümde uzanan manzaranın tadını çıkara durayım, Pepe yavaşça uzaklaşıp bahçesine park ettiğimiz eve doğru seğirtiyor ve bir süre sonra yanında müthiş yakışıklı bir adamla geri geliyor.
Kim olduğunu sormama gerek yok.
Karşımda duran, adım gibi eminim ki Kont Jacobo Biondi Santi (JBS).
Oysa sarılar içindeki bu yakışıklı, pekala üst düzey bir yönetici, bir aile ferdi ya da aynı coğrafya ve benzer dünya dertlerine sahip herhangi bir komşu olabilirdi. Ama değil, bana doğru gelen kişinin bu toprakların sahibi olduğu, toprağa basışından belli.
JBS gülümseyerek elimi sıkıyor, bir iki nezaket cümlesi ettikten sonra Pepe’ye dönüp bugüne kadar duyduğum en hızlı İtalyanca ve ona eşlik eden hararetli el kol işaretleriyle birşeyler anlatmaya başlıyor.
Mavikan düşkünlüğüm olmadığı gibi aristokratlardan da fazla hazzetmem.
Geçmiş zaman, o zamanın değerlerine sıkı sıkıya bağlılık, bolca kibir ve o kibirle hiç mi hiç örtüşmeyen bir minareye kılıf uydurma telaşı diye görürüm gün geçtikçe nesli tükenmekte olan bu sınıfı.
Kanın kana, ünvanın ünvana, paranın paraya denk getirilme ve bu denklemi günümüze uyarlama çabası bana hazin gelir. Bir yanıyla zadegan, bir yanıyla tacir bu zümre, zamane dünyasıyla uyum sağlasa bir türlü sağlamasa bir türlüdür çünkü.
Vesselam hüzünlü.
Kontu arkamızda bırakıp Pepe ile bağları gezmek üzere bir cipe biniyoruz.
Arazi inişli çıkışlı. Çıkıyoruz. Cabarnet sauvignon’lar, iniyoruz merlot’lar... Çıkıyoruz sangiovesse’ler, iniyoruz titrek gövdeleriyle genç bir bağ, çıkıyoruz bilek kalınlığındaki yaşlı omacalar... Bir ara sigara içmek için durakladığımızda, Pepe dünyanın en sıradan şeyini söylercesine ileriyi göstererek “Burası da JBS’nin imzası” diyor. Söylediğinin ne anlama geldiğini anlamadığımdan aval aval yüzüne bakıyorum. Meğer göz erimi uzanan bağların tam orta yerine biraz daha geç olgunlaşan üzümler ekilirmiş. Hasat kalktığında bu üzümler henüz olgunlaşmadığından ortada öylece kalakalırlar ve bağın göbeğine kıpkırmızı renkleriyle sahibinin imzasını atarlarmış.
Böylelikle eylül ayının ikinci yarısında o bölgede gezinenler, uzaktan gelip geçseler dahi bağın kime ait olduğunu anlarlarmış.
İmzanı doğaya atmak...
O an aristokrasiyle ilgili tüm olumsuz düşüncelerim siliniyor.
Önüm sıra uzanan kütüklere bakarak aristokrat olmak demek imzanı tıpkı has sanatçılar gibi biz fanilerin atamadığı yerlere atmak olmalı diyorum.
Ve ne yalan, biraz sonra yemek yiyeceğim adama fena halde imreniyorum.

KUTUDAKİ DİPLOMALI MİLENYUM ŞARABI

Programda yemekten önce yapılması gereken şarap tadımı var ama es geçiyoruz.
Nasıl olsa birazdan yemekle birlikte şatonun üretimi şaraplardan içeceğiz.
Aşınmış taş merdivenlerden inilen mahzenlerde eski, değerli, nadir pek çok şişe var ama bizim tadacaklarımız sanırım onlardan değil.
Hele milenyum için üretilen bir şarap var ki kutusundan şişesine ben özelim diye haykırıyor. Kutuyu açtığınızda içinden sadece şişe değil bir de diploma benzeri bir evrak çıkıyor. Etiketteki yirmidört ayar altın varak kaplı armayı usulca çıkarıp bu diplomanın üzerine yapıştırmanız gerekiyor. Onun altındaki bölüme de şarabı birlikte içtiğiniz kişilere imzalarını attırmanız... Sonrası size kalmış artık. Ya bu özel sayfayı çerçeveletip duvarınıza asar ya da kasanızın kuytusunda saklarsınız.
Mahzenleri dolaştıktan sonra duvarlarında doldurulmuş hayvan kafalarının, yani av düşkünü kontun çeşitli kıtalardan derlediği ganimetinin sergilendiği yüksek tavanlı odalardan geçip yemek odasına giriyoruz. Ama daha önce bilardo masasının durduğu salona uğramamız ve rulolar halinde masanın üzerinde duran planlara gözatmamız gerekiyor. Planlar dünyanın kendi alanlarında en yetkin isimlerinin imzasını taşıyor. JBS, şatoyu satın aldıktan sonra iklimbilicisinden toprakbilimcisine, rüzgarbilimcisinden topografya uzmanına ve elbette önologlara kadar pek çok uzmanla birlikte uzun süren bir araştırma yapmış ve bu bilimadamlarından aldığı verilere göre bağlarını oluşturmuş. Kısaca beşyüz hektarın neresine ne ekileceği böylesi bir çalışmadan sonra ortaya çıkmış. Hiçbir şey şansa bırakılmamış. JBS son ruloyu da açarak önümüzdeki yıllarda yeraltına inşa ettirmeyi düşündüğü mahzenlerin planını gösteriyor ve inşaatın ne zaman başlayacağını sorduğumda göz kırparak bunun bir servet tuttuğunu söylüyor.
Yemeğe geçiyoruz.
Yemek bir aile yemeği havasında.
Önden ev yapımı bezelyeli makarna, ardından salatayla servis edilen yaban domuzu yahnisi ve tatlıdan oluşan iddiasız bir mönü.
Yemek boyunca şarap ve şarapçılıktan konuşuyor, biraz da eskilere, kontun kısa süren konyakçılık serüvenine uzanıyoruz.
Makarna ile servis edilen Saphiro, yüzde yüz beyaz sauvignon blanc’lardan mamul hafif tropikal meyve tatları barındıran içimi kolay zarif bir şarap.

İLK YUDUMDA İNSANI ELE GEÇİREN SASSOALLORO

Ete eşlik eden kırmızı ise şatonun en çok satılan ürünü Sassoalloro. Daha ilk yudumda insanı ele geçiren ve damakta ferahlık duygusu uyandıran bir şarap bu. Yirmi beş yıllık bağlardan yüzde yüz sangiovese grossoBBS11 üzümleri kullanılarak elde edilen ve ondört ay fıçılarda dinlendirilen, kırmızı meyve ve menekşe kokularının egemen olduğu yoğun bir kırmızı. Etlere rahatlıkla eşlik edebileceği gibi tek başına da rahat rahat yudumlanabilecek özel bir şarap. Tatlıyla eşlik edense piyasada satılıp satılmadığını bilmediğim çok güzel bir tatlı şarap. Kahvelerimizi içmek için gözünü üzerime diken geyik kafalarına veda edip arka salona geçiyoruz.
Yok bu av işi bana göre değil.
Ama ağzımı açıp bu konuda tek laf etmiyorum. Vaktimiz kısıtlı.
Avcı arkadaşlarımdan bilirim, bir avcıya av fikrinden hoşlanmadığını söylemek doğanın dengesinden başlayan uzun bir nutku da göze almak demektir çünkü.
Bağcılıkla uğraşılan her yerde bir yan üretim vardır. Çoğu kez zeytinyağı, kimi zaman da tıpkı burada olduğu gibi digestif bir içki.
Kahvelerle birlikte ortaya küçük kadehler çıkıyor ve sehpanın üzerine üfleme cam şişesinin içinde pırıl pırıl parlayan bir grappa konuyor. Mis gibi reçine kokan ve bir kadehten fazla içilirse adamı gözünü kırpmadan yere serecek gibi duran bir grappa.
Sohbetimiz gölgelerin uzamaya başladığı saatlere kadar sürüyor.
Ardından İstanbul’da buluşmak için sözleşiyor ve ayrılıyoruz.
Bir serüven de böyle bitti işte.
Büyük demir kapıya doğru giderken arkama dönüp bakıyorum.
Adios Montepo Şatosu.
Adios şatonun mağrur ama kibirli olmayan kontu.
Adios Toscana.
Gelecek sefere başka bir köşende buluşmak üzere.
Adios...
Yazarın Tüm Yazıları