Pekin’de gece hayatı bile kıpırdanmaya başlamış

“Hadi İtalya tamam da, iki günlüğüne dünyanın öbür ucuna gidilir mi Allah aşkına”, diye azarlamaya başlıyor, ağzımdan çıkan yorgunum lafını duyar duymaz.

Haberin Devamı

“Dünün çocuğu da değilsin, görmediğin yerler de değil” diye devam ediyor. “O zaman niye her daveti kabul edip kalkıp bir günlüğüne Seul’e, oradan da sanki Ağva’ya gidermiş gibi günübirliğine Pekin’e gidiyorsun?”
Kem küm ederek, beş günlüğüne gittim, diyorum.
Gideceğimi söylediğimde de zaten delirdiğime hükmeden bir ifade ile yüzüme bakıp uzun uzadıya çık çıklamıştı.
Ne dese haklı ama öyle yorgunum ki, dinleyecek halim yok.
Evdeki hesap çarşıya uymadı diyor lafı değiştiriyorum.
Şükür bitti.
Tansu’nun vırvırı da...
Yolculuk da...
Gerçekten de evdeki hesap çarşıya uymadı.
Uzun ve yorucu bir yolculuktu.
Ve onca yolu gidip ‘görmeden, değmeden’ gelmeye değmezdi.
Program yanlıştı, davetliler ortaya karışıktı, uçak ve havaalanlarında geçirilen zaman iki şehirde geçirilenden fazlaydı ve son olarak da aksaklıkların ardı arkası kesilmedi.
İşte tam da bu yüzden, bu konuda kalem oynatmamaya karar vermiştim ki, gene Tansu, yaz ki bilinsin diye ısrar etti. Ona göre tıpkı hoş olanlar kadar mayhoş deneyimler de yazılmalı ki, okur iyiyle kötüyü okuyup kararını öyle versin.
Onun gibi düşünmüyorum.
Sadece siyah ve beyazlardan oluşmuyor hayat.
Nitekim bu yolculuk da sadece siyah ve beyazlardan oluşmuyordu. Bizi davet edenler nasıl acemi ve savsak ise, bizi ağırlayanlar da o kadar ciddi ve profesyoneldi örneğin.
İyisi mi bu faslı kısa keseyim, iyi niyetli olduğundan bir an bile şüphe etmediğim davet sahibinin adını da kendime saklayarak Pekin ve Seul izlenimlerimi yazmaya başlayayım.

Pekin’e son gittiğimden beri ne kadar zaman geçti, çıkaramıyorum. Beş yıl mı, altı mı?
Şehir müthiş değişmiş, Olimpiyat Oyunları sihirli değnek gibi değmiş.
İşte değişen ve değişmeyen yüzüyle Pekin. Daha doğrusu dünyanın bildiği adıyla Beijing.
Önce kalanlar...
O zamanlar da trafik felaketti.
O zamanlar da Cennete Açılan Barış Kapısı anlamına gelen Tiananmen Meydanı geceleri yasak bölgeydi.
O zamanlar da mozolesinin dışında Mao’nun tek resmine rastlanmıyordu.
O zamanlar da şehre yabancıdan çok yerli turist geliyordu.
O zamanlar da herkes koşa koşa Çin Seddi’yle Yasak Şehir’e gidiyordu.
O zamanlar da iki kuruşa dünya markalarının sahteleri satılıyordu.
O zamanlar da satıcılarla saatler süren pazarlıklar yapılıyordu. 
O zamanlar da şafak sökerken tai chi yapmak ulusal spordu. 
O zamanlar da iş çıkışı caddelerde milyonlarca bisikletliye rastlanıyordu.
O zamanlar da Çinliler insanı şaşırtacak denli çok yemek yiyorlardı.
O zamanlar da yediden yetmişe herkes çay tüketiyordu.
O zamanlar da yaşlılar sarma sigara tüttürüyordu.
O zamanlar da gün batımıyla şehir sessizliğe gömülüyordu.
O zamanlar da gece saatlerinde hayalet şehre dönüyordu.
O zamanlar da iki adımda bir gökdelen inşa ediliyordu.
O zamanlar da şehir asık yüzlü ve gri, ruhsuz bir şehirdi.
Şimdi de hâlâ öyle.
Gelelim şehrin değişen yüzüne...

NESLİ TÜKENEN ALIŞKANLIKLAR

Önünde kuyruklar uzayan duvar gazeteleri vardı.
Lacivert Mao üniforması ve siyah patik yaşlılar arasında hâlâ revaçtaydı. 
Erkekler saçlarını sokak berberlerinde kestiriyor, boyatıyor ve tuhaf sesler eşliğinde kafa masajı yaptırıyordu.
Güneş görünür görünmez kadınlar şemsiyelerini açıyordu.
Hâlâ toynak gibi ayaklarıyla devrile devrile yürüyen yaşlı kadınlara rastlanıyordu.
Sefertası taşımayan yok gibiydi.
Lokantalar yabancılar içindi.
Herkes zıplayarak yürüyordu.
Yaşlısı genci, kadını erkeği herkes yere tükürüyordu.
Mahmutpaşa benzeri sokak çarşıları, daha doğrusu mahalleleri vardı.
Gökdelenlerin gölgesinde tek tük de olsa pagodalara rastlanıyordu.
Ulaşım ya bisikletle ya da iki kişinin zor sığdığı taksilerle yapılıyordu.
Özel araba sayısı azdı ve çoğunluk Serçe benzeri arabalara biniyordu.
Elinizde Çince yazılı adres yoksa tek bir şoför bile nereye gideceğinizi anlamıyordu.
Hiçbir yerde Latin alfabesiyle yazılmış tek bir ibare yoktu.
Ne sokakta ne çarşıda ne lokantalarda, İngilizce bilen Allahın kuluna rastlanmıyordu.
Çekik gözlü olmayanlara kıkırdayarak bakılıyordu.
Sokaktaki adam dünyanın geri kalanından bihaber yaşıyordu.
Şimdi nerdee? Bütün bunlar değişmiş, kimileri sonsuza dek yitip gitmiş.

HER YER MARKA OLMUŞ

Bir de değişim faslı var ki dehşet: Fifth Avenue benzeri caddeler, Cartier’den Zegna’ya akla gelebilecek bütün markalar, İstinye Park misali devasa alışveriş merkezleri, son model arabalar, bilinen bütün otel zincirleri, World Trade Center’lar, gözalabildiğine yükselen gökdelenler, modern mimaride gözle görülür bir estetik çabası, tabelalarında Cafe, Brasserie, Restaurant yazılı yerler, saçından topuğuna markaya batmış güzeller, köşe başında Kentucky Fried Chicken’lar, Mc Donalds’lar ve doğal olarak obezite ile tanışan gençler, İngilizce konuşanların gözle görülür biçimde çoğalması, beyaz ırka artık uzaylıymış gibi bakılmaması, gece hayatında az da olsa kıpırdanma, saat 10’a kadar açık dükkanlar, sokak şarkıcıları, saçını kızıla boyayan ve diken diken bir kesimi kendine yakıştıran yeniyetmeler, tek başına dolaşan kadınlar, otel odalarındaki televizyonların ilk kanallarının İngilizce yayın yapması, pop şarkıcıları, eğlence programları ve Olimpiyat Köyü. Her gün binlerce yerli turistin ziyaret etmek için kilometrelerce kuyruk oluşturduğu onur, gurur sembolü?

İçine kapalı o gri şehir gitmiş, yerine dünyaya açık başka bir şehir gelmiş. Ama bana sorarsanız ruh anlamında gene de Şanghay’a yetişememiş.

Kozmopolit geçmişi olan ve her liman şehri gibi dünyaya açılan Şanghay ile yönetim merkezi Beijing’in farkı, Ankara ile İstanbul farkı gibi. Biri ne kadar renkliyse öteki o kadar gri.

Gelecek hafta, en küçük esintide şehrin üzerine kar gibi yağan pembe-beyaz baharlarıyla, tıpkı Boğaz gibi şehri bölen Han Nehri’yle, nehrin iki yakasını birleştiren dantel köprüleriyle, İstanbul misali şehre kuşbakışı bakan yedi tepesi ve İstanbul’u aratmayacak keşmekeşlikteki trafiğiyle insanı şaşırtan Seul... 

Bu arada ne Pekin ne Seul ile ilgisi olmayan ama bizleri ilgilendirdiğini düşündüğüm küçük bir not.

2 Mayıs Cumartesi akşamı, Lütfi Kırdar’da bir Fazıl Say konseri var ve konserin bütün geliri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne aktarılıyor. Biletleri Biletix’ten temin edebilir ve 125 lira ödeyerek bir üniversite öğrencisinin bir aylık burs masrafını karşılayabiliriz.
Evet, yapabiliriz.

Yazarın Tüm Yazıları