“Peki” diyor, “Madem yukarı çıkıyorsunuz neden Marathi’ye uğramıyorsunuz? Pantelis’te bir yemek yer, Tula ve Manolis’e benden selam eder, yolunuza devam edersiniz...” Neresi bu Marathi, diye soruyorum.
Patmos’a beş dakika, Leros’un yanı başında, şunun iskelesinde bunun sancağında, diye sıralamaya başlıyor Aziz...
Patmos tepesinde yükselen ünlü manastırıyla, iyi kötü bildiğim bir ada ama Marathi?
Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı romanından çekilen film, uzun sakallı keşişlerin barınağı olan ve kütüphanesinde Vatikan’dan sonra en çok elyazması kitap bulunan bu manastırda çekilmişti. Haberin basına sızması ve başrolde yakışıklı ötesi Sean Connery’nin oynadığının duyulması üzerine de manastır bir anda ölmeden görülesi 10 yer listesinin ilk sırasına kurulmuştu. Gözden ırak olduğu kadar gönülden de ırak bu çorak ada, o yıl çoğu kadın olmak üzere öyle bir turist akınına uğramıştı ki, film ekibi filmin devamını başka bir yerde çekmek zorunda kalmıştı. İşte adaya akın eden o kadınlardan biri de bendim. Daha doğrusu biz...
GÜLÜN ADI FİLMİNDEKİ SEAN CONNERY’NİN İZİNDE
yemek-mutfak ağırlama-sofra adres-mekan * içki-sigar mey-meyhane lokanta-bar * çay-kahve ev-dekorasyon tasarım düzenleme çiçek-bahçe televizyon haber-dizi tatil-gezi-şehir * otel-spa-sağlık yoga-reiki kişisel gelişim güzellik-makyaj moda-alışveriş sinema-tiyatro edebiyat insan-portre |
Dün gibi hatırlarım... Öğle sıcağında kan ter içinde manastıra giden yokuşu tırmanışımızı... Kapıda dağıtılan sentetik eşarplarla örtünüşümüzü... Şort giyme gafletine düşen erkeklerin sepetler içine yığılmış pantolonlardan üzerlerine uygun olanları arayıp bulmalarını, daha doğrusu bulamamalarını... Gülmeyen, konuşmayan, dünyanın kendilerini keşfetmesinden fena halde sıkıldıkları gelen geçene attıkları bakışlardan anlaşılan kara cüppeli manastır ahalisini yara yara gittiğimiz kütüphaneyi... Her biri birbirinden değerli kitaplara bakarken unuttuğumuz Sean Connery’yi... Ziyaret bitiminde erkekler bir an önce lokantaya gitmek isterlerken filmde yan rollerden birini üstlenen bir aktörün görüş alanımıza girmesiyle olur a belli mi olur umudunun içimizde yeniden yeşermesini... Sıcağa aldırmadan manastırın her köşesini iki gamze uğruna adım adım gezişimizi... Ve 30 yıldır kalplerimize taht kuran yakışıklının gölgesine bile rastlamadan kös kös geri dönüşümüzü...
Patmos o yıl güzergâhımıza çıkmamak üzere girdi.
Leros da öyle, Arki de, gel velâkin Marathi?
Aziz’in anlatmaya doyamadığı Marathi?
Anlaşılan hep önünden geçip gittik, ne açığına ne limanına demirledik.
Kısmet bu sefereymiş.
Ve iyi ki Aziz bize Ege’nin fiyortları denilen bu kayalıklardan söz etmiş.
Kuzey Ege, özellikle de ağustos ayında dalgalı olur. Rüzgâr sert eser, yelkenciler bayram eder ama benim gibi iki dalgayla midesi ağzına gelenler için seyrin sefası beş dakikada cefaya döner.
Bu kez şanslıyım. Rüzgârın r’si yok, deniz ayna gibi.
KOCA DERYADA GÖZÜMÜZE ÇARPAN TEK YEŞİLLİK
Türkbükü’nden çıktık ve iki saat sonra Arki’ye vardık.
Masmavi bir deniz düşünün... Daha doğrusu camgöbeği... Ve o camgöbeği denize fırlatılıp atılmış gibi duran kayalıklar hayal edin. Biri diğerinin içinde, diğeri berikinin gerisinde, kimi alçak kimi yüksek onlarca adacık ve hepsi birbirinden güzel bir o kadar koy.
İşte o adacıklardan biri Marathi ve Aziz’in yemek yemeden asla dönmeyin dediği lokanta da orada. Koca deryada gözünüze çarpan tek yeşillik de orası zaten. Su yok. Elektrik yok. Yol yok ama önüne dizili teknelere bakılırsa namı çoktan alıp yürümüş bir lokanta var: Pantelli.
Demir atar atmaz keşif ekibi olarak kuzinimle Pantelis’e gidiyoruz. Daha karaya adım atar atmaz iskeleye bağlı teknede arkadaşlarımızın olduğunu keşfediyoruz. Mustafa Toner bizi Tula ile tanıştırıyor. Mutfaktan sorumlu Tula. Manolis serviste. Babaları iskelede.
Saksılar saksılar... Kış geldi mi içeriye alınan, yazın gelmesiye bahçeye çıkarılan saksılar. O saksıların serpiştirildiği büyükçe bir bahçe ve deniz kenarına dizili masalar. Mustafa’nın öğüdünü dinliyor ve öğle yemeği için ıstakozlu spagetti ısmarlıyoruz.
BAYRAKLAR YABANCI AMA TEKNEDEKİLER TÜRK
Saat ikide yemek için tekrar adaya gittiğimizde iskeleye onlarca teknenin daha yanaştığını görüyoruz. Ve hepsisinin bayrağının yabancı olmasına karşın sahibinin de, mürettebatının da, yolcusunun da Türk olduğunu keşfediyoruz.
Yemek süresince içim sızladı.
İnsan ister istemez kıyaslama yapıyor: Buraya gelmeden gittiğim Mazı ve Çökertme’yi düşündüm. Koy desen koy aynı, deniz desen deniz aynı. Ne de olsa konuştuğumuz şey suyun iki yanı. Gel gör ki gerisinin birbirine zerre benzerliği yok. Dikmişler canım Mazı’nın kıyısına berbat bir bina, lokanta desen terasta, yemek desen eh, hep aynı meze, balık ama çiftlik ama deniz ya levrek ya çipura, her ikisi de ateş pahasına.
OT BİTMEYEN YERDE TAPTAZE SALATA
Bir de şu Pantelis’e bak... Su yok, elektrik yok, yol yok ama kuş uçmaz kervan geçmez küçücük bir adacıkta adam gibi bir lokanta işte.
Gümüş servisler içinde gelen ıstakozlu spagetti, yanında buz gibi roze, ahtapot desen 10 çeşit, kalamar desen öyle ve ot bitmeyen yerde mis gibi taze salata.
Bastonunu yere çaksan filiz fışkıran Bodrum’da biz, deniz börülcesine mahkûm olmuş haldeyiz.
Kıskandım, fena halde kıskandım.
Ve Türklerin tahrip gücünü bir kez daha anladım.
Saklı cennetleri bulma hünerlerini de.
Vallahi de billahi de öyle.
Alaçatı ile Bodrum’u bir de ben karşılaştırayımYaz boyu her dergide, gazetelerin bütün eklerinde, hatta kimi köşe yazarlarının kaleminde Alaçatı-Bodrum karşılaştırıldı durdu.
Hangisi hangisini yener, hangisi daha popüler vs...
Alaçatı’ya ilk kez geçen yıl gittim. Mevsim çoktan bitmiş, el ayak çekilmişti. Ekimin son günleri, ünlü piyasa caddesinde bir tek Tuval vardı açık, bir de Kırmızı Ardıç Kuşu... Zarımızı Tuval’den yana attık ve o sessiz kasabadan müthiş mutlu ayrıldık.
Bu yıl teknenin yarısı rüzgâra karşı, yarısı rüzgâr delisi olduğundan yolumuz gene Alaçatı’ya düştü. Çocuklar sörf yapacaklar, biz de çevrede dolanacağız. Öyle de yaptık. Alaçatı’da üç gün kaldık.
Eksik kalmayayım, Alaçatı ile Bodrum’u bir de ben karşılaştırayım:
Alaçatı dedikleri, bakmayın çarşaf çarşaf fotoğraflara, hap gibi bir yer. Küçücük bir marinası var, dar bir caddesi, 3-5 plajla sınırlı bir de kumsalı. O kadar. Bir gün, iki gün, üç gün geçiyor ve insan kendini ‘çemberinde dönen hamster’ gibi hissediyor. Bodrum insana çok daha fazla seçenek sunan bir yer. İsteyen inzivaya çekilir, isteyen eğlenmeye her biri Alaçatı büyüklüğündeki köylerden birine gider.
Alaçatı emekli, göbekli, bebekli insanların yeri değil. Oradaki ahali Bodrum’a oranla çok daha genç. Sörf müdür bunu böyle yapan, gençliğin dip dibe yaşama isteği midir bilmem ama gerek yolda yürürken gerek denizde yüzerken karşılaştığınız insanların hepsi genç, hepsi güzel. Bunu keşke Bodrum için de söyleyebilsem.
Alaçatı’da yenen yemekler Bodrum’da yenilenleri döver. Taraklar, midyeler, İzmir etkisi, Ege yemekleri...
Benim gibi kum ile rüzgâr birlikteliğinden hazzetmiyorsanız Alaçatı’da yandınız. Kum burun deliklerinizden giriyor ve habire esen rüzgâr adamı aptal ediyor. Nerede Bodrum’un havası nerede burası.
Küçücük kasabada koca yarımadada olduğundan fazla şık dükkân var. Alaçatı çakma çantayla çakma gözlüğe teslim olmamış. Örneğin “Ayşe’nin Dolabı” gibi bir dükkân, değil Alaçatı’da, gezip gördüğüm pek az yerde var.
Alaçatı’daysanız eğer konsermiş, sinemaymış, canınız çekmeyecek. Yoksa kalkıp yollara düşmek gerek.
Kumsaldaki felaket otel bir yana bırakılırsa ve zamanında Mehmet Ali Yılmaz’ın Belediye’den alıp üzerine kulübeler kondurduktan sonra arazinin büyük bölümü kendisine kalmak şartıyla aynı paraya Belediye’ye geri sattığı Gençlik Kampı kaale alınmazsa Alaçatı mimari açıdan Bodrum’dan daha korunaklı. Henüz beton yığınına dönüşmemiş, denilene bakılırsa denetim sıkı, rüşvet şimdilik geçersizmiş.
Kısaca, Alaçatı’ya gidenler harika bir tatil geçirebilirler.
Ama kim ne derse desin Bodrum, yaşanılacak yer.