Figen Batur

İsim Kubilay Han’ın sarayından keyif bildiğiniz Antalya keyfi

7 Kasım 2009
Xanadu’nun anlamını biliyor musunuz?<br><br>Tamam gittiğimiz otelin adı Xanadu da Xanadu ne demekti hakikaten...

yemek-mutfak
ağırlama-sofra
adres-mekan *
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar
çay-kahve

Yazının Devamını Oku

Bir Nokta’da buluştuk zifiri karanlıkta yedik siyahi laflar dinledik

31 Ekim 2009
Harala gürele bir hafta geçti.<br><br>Oradan oraya koştur dur.

Yazın rehavetini, eylülün keşmekeşini üstünden atan herkes davet yarışına girdi sanki.
İtalya’dan gelen dostlarla Fashionİstanbul maratonu, bir iki öğle yemeği, bir iki mecburi ziyaret, bir iki afili davet derken koca hafta gerçekten de harala gürele geçti.
Fashionİstanbul üzerine o kadar çok yazılıp çizildi ki artık okura gına gelmiştir diye düşünüyor, hedefi 12’den vuran başarılı bir organizasyon olduğunu belirtip haftanın diğer etkinliklerine geçiyorum.
Buyrun size etkinliklerden bir etkinlik, davetlerden bir demet...

BİR NOKTA

Adı neden Bir Nokta diye sorduğumda, herkes hayata bir noktadan başlıyor ve birbiriyle karşılaşması gereken herkes eninde sonunda bir noktada buluşuyor cevabını verdiler.
O yüzden bu sürprizli mekânın adını Bir Nokta koymuşlar.

Yazının Devamını Oku

Altın sonbaharda masal şehri Riga, ama çok soğuk

24 Ekim 2009
Dokuzda lobide...<br><br>Tamam.

yemek-mutfak *adres-mekaniçki-sigar *mey-meyhanelokanta-bar *çay-kahveev-dekorasyontasarımdüzenlemeağırlama-sofra *çiçek-bahçetelevizyonhaber-dizitatil-gezi-şehir *yoga-reikikişisel gelişimgüzellik-makyajotel-spa-sağlık *moda-alışverişsinema-tiyatroedebiyatinsan-portre

Yazının Devamını Oku

İçimin kuşları... Paris’e uçun Yüksel Arslan’a mesajımı iletin

17 Ekim 2009
İstanbul’a gelirken cebimde iki sayfalık yapılması gerekenler listesi ile gönlümde iki maddelik görülmesi gerekenler çentiği vardı.

yemek-mutfak *içki-sigarmey-meyhanelokanta-barçay-kahveağırlama-sofra *ev-dekorasyontasarımadres-mekan *çiçek-bahçetelevizyonhaber-dizi *tatil-gezi-şehirotel-spa-sağlıksergi *kişisel gelişimgüzellik-makyajmoda-alışverişsinema-tiyatroedebiyatinsan-portre *

Yazının Devamını Oku

THY Zıpkın’ı nasıl hasta etti

10 Ekim 2009
Sonunda kürkçü dükkanı. Nihayet gelebildik. Dik’in açılımı Zıpkın’la ben. 

Ev kapandı, bavullar el kol dolu kaygısıyla önden yollandı, bir omuzda bilgisayar diğerinde çanta, sağ elde Zıpkın’ın kafesi, solda Zıpkın’ın bizatihi kendi tıpış tıpış Bodrum Havaalanı’na yollanıldı. Akşamın dokuzu.

Elim kolum ne kadar boş olursa olsun, kalabalık uçuşlarda bir elde kafes diğerinde çanta o daracık koridorda dura kalka yerime gitmekte zorlanıyorum ne yalan.
Bir de son zamanlarda THY koltukları öyle sıkıştırdı, yolcular öyle balık istifi oturuyor ve acil çıkış kapılarının önü gibi nispeten daha geniş alanlar bulunmaz Hint kumaşı misali öyle kapışılıyor ki, kafesi nereye koyacağımı bilemiyorum.

Hafta içi uçmayı yeğlemem ve nispeten boş, geç uçuşları seçmem o yüzden.

Benim gibi köpekleri ya da kedileriyle ya da THY’nin tercih ettiği dille söylersek ‘pet’leriyle yolculuk yapanlar bilirler. Öyle aklınıza estiğinizde bilet kestirip gitmek istediğiniz yere gidemezsiniz. Evcil hayvan rezervasyonu denilen bir şey vardır.

Kurallar gereği kabine tek bir “pet” kabul edildiğinden, kimi uçakların kargosu da hayvan taşımaya uygun görülmediğinden, kendi bilet rezervasyonunuzu yaptırken köpek ya da kediniz için de bir rezervasyon talep edersiniz.

Talebiniz incelemeye alınır ve size er ya da geç bir cevap verilir. Er genellikle üç gündür geç adı üzerinde geç.

Bu süre bazen öyle uzar ki, bu arada yaptırdığınız rezervasyon düşebilir, bilet fiyatları bir alt kademeden üst kademeye sıçrayabilir ve en tuhafı da siz rezervasyon yaptırdığınızda boş olan uçak dolup ortaya köpeğiniz giderken sizin gidemediğiniz bir durum çıkabilir.

Tecrübeyle sabittir, bilinir ama çare yoktur: Kural budur. Kurallar bununla da sınırlı değildir elbette.

Taşınacak petler ister kabinde ister kargoyla yolculuk yapacak olsunlar, mutlaka kafes içinde taşınmalıdır.

Eğer kabinde yolculuk söz konusuysa hayvanın kilosu kafesiyle birlikte 6 kiloyu aşmamalıdır ve kafes belirli ebatlarda olmalıdır.

O yüzden rezervasyon talebinde bulunduğunuz yetkililer size bu üç maddeyi hatırlatır ve kendileri de kontrol etmek adına petinizin cinsini sorarlar. Sormadıkları tek şey, Avrupa’da ne iç ne dış hatlarda onsuz asla uçmanıza izin verilmeyen belgedir.

Yani petinizin yaşının başının, menşeinin, aşılarının yazılı olduğu belge.

Sonrası bellidir. Havalanına gelir check-in işlemlerinde hayvanı görevliye gösterirsiniz. Tartarlar ve kilosuna göre gidip bilet almanızı söylerler.

Alır huzur içinde gideceğiniz yere varırsınız.

Ya da varırdık. Bir zamanlar...

Zıpkın dört yaşını bitirdi ve birlikte THY ile en az yirmi yolculuk yaptık. Nazlı, nazenin ve sessiz bir Westie olduğundan hep yanımda, hep kabinde.

Önceki köpeğim Çapkın öldükten bir süre sonra Paris’teydim ve Cite’deki bir pet dükkanında Zıpkın’la göz göze geldim. İki gün sonra Türkiye’ye dönüyordum, üzüntüm bitmemiş Çapkın’ın yası geçmemişti ama samanların içinde durup başını sağa eğerek arkamdan bakan beyaz yumağın aşkı da içime düşmüştü. Ertesi sabah erkenden gittim, satın aldım ve ilk iş THY’yi arayıp onun için de yer ayırttım.

İkinci işim de uygun ebatlarda bir kafes edinmek oldu.

Zıpkın satın aldığımda on aylık ve beş kiloydu. Bilenler bilir: Westie’lerin dişileri erişkin olduklarında 6- 6,5 kg, erkekleri ise 7.5-8 kg civarındadır.

Şanslıydım, o yolculuğumda business uçuyordum, elimde THY’nin bana önerdiği ölçütlerdeki kafes, içinde sus pus Zıpkın, havaalanına geldim. Pierre’in özenle hazırladığı ve benim incik cincik incelediğim belgeleri görevliye verdim, check - in yapan kişi şöyle bir kafese baktı, çık çıkarmadan onayladı, tarttı. Zıpkın kafesiyle birlikte 7,5 kilo geldi. 6 kilo üzeri için fazla bagaj ücreti alınacağı söylendi, gittim, biletini aldım uçağa bindik yerlerimize yerleştik ve Türkiye’ye geldik.
Sonra yurt içinde defalarca yolculuk yaptık. Çoğu kez Bodrum’a...

Bilet tutarları hep değişti ama bildiğim bir şey var ki, hiçbir yolculuğunda kafesiyle birlikte altı kilo çekmediği gibi gideceği hiçbir yere de kargoda gitmedi.

Bunlar Zıpkın’lı seferler.

Çapkın oniki yaşında öldü, onunla yaptığımız yolculuk sayısını hatırlamıyorum bile. Hayta da öyle.

Demem o ki, ben yaklaşık yirmi yıldır hep aynı cins, hep aynı ebat köpeklerle yaşıyor ve hep THY ile uçuyorum. Ve anlaşılan bunca yıldır kuralları çiğniyorum. Hiçbirini cebime koyup taşımadığıma göre suç ortağım kim?

KAFESİN BÜYÜKLÜĞÜ

Bodrum’a dönersek.

Dediğim gibi hoplaya zıplaya havalimanına geldik, sıramız gelince tartıya kafesini koydum. Hemen ardından o da çıktı, ibre her zamanki gibi 9’u aştı, ki Bodrum’a giderken de öyleydi. Ne ben ne herhangi biri kilosuna dikkat bile etmedi, gel gör ki o sırada oradan geçen görevli bir hanım gözünün ucuyla gördüğü kafesin büyük olduğuna hükmetti.

Parmağını kaldırıp sallayarak bu olmaz mealinde işaret etti. Ne olduysa ondan sonra oldu.

Ben desk’in önünde, o arkasında, o nereye ben peşinde, hanımefendi bu kafes büyük değil diyorum o burun büküyor, ölçelim o zaman diyorum, omuz silkiyor.

Yavaş yavaş kabardım.

Kabardığım görülünce arkalardan bir yerlerden şef M.Ç teşrif etti, süzüle süzüle gelip derdimi bile dinlemeden arkadaş ne diyorsa odur dedi, otoriter bir edayla kaşlarını kaldırdı ve kabarmam yerini taşmaya bıraktı.

Sonrası tufan...

Tutanak tutun dedim, mezura bulmak da ölçü almak da sizin sorununuz dedim, Zıpkın’ı kabine almamalarının nedeninin resmi olarak yazılıp verilmesini istedim, bu ne rezillik bu ne keyfiliktir diye diklendim, istediğim evrak verilmediği takdirde şuradan şuraya adım atmayacağımı belirttim.

Doğruyu söylemek gerekirse gittikçe tizleşen bir sesle.

YANIMA POLİSLER GELDİ

Bir ara yanıma “Yana çekilin hanımefendi” diyen iki polis memuru geldi.

Polislerin geldiğini gören THY personeli fırsat bu fırsat görmediğim bir yerlere gitti.

Derdimi anlattığım polisler derdimi anladılar, gidip bir mezura buldular, evire çevire büyük denen kafesin ölçülerini yazarak bir tutanak tuttular. Bu arada benim zaten elli dakika rötar yapmış uçağım için son anons yapıldı. Uçak kaçtı.

Ortada kimsecikler kalmadı.

Bir süre sonra boş satış ofisinin önünden ayrılmadığımı gören THY elemanları çekildikleri ofislerden çıkıp yeniden yanıma geldiler.

Kaşlarla birlikte işaret parmakları inmiş, otoriter eda gitmiş... Figen Hanım keşke bilseydikler, Zıpkın’ı kargoya ellerimizle yerleştireceğizler, hazır çevrede kimse yok anlaşabilirizler...

Nuh diyorum peygamber demiyorum. Olan bitenin yazıldığı bir tutanak istiyorum.

Bu arada ikinci uçak da gitti.

Avukatlarla konuşuyorum.

Kararım karar... Sonuna kadar...

Yazın diyorum, kafes büyük olduğu için pet’imin kabinde yolculuk edemeyeceğini yazın.

Ve ne oldu biliyor musunuz?

Baktılar ki gözüm dönük, baktılar ki ikinci uçak yolcuları arasında da taraftarlarım var, Zıpkın’ın kabine alınmama nedenini bir anda kafesin büyüklüğünden 6 kiloyu aşmasına bağladılar.

Oldu mu sana kuralları uygulamakta direnen üç cici kız bir yanda, kuralları uygulamamakta direnen köpek delisi öbür yanda.

O noktada İstanbul’daki yetkililere telefon açtım. Derdimi anlattım.

Derdim anlaşılmasına anlaşıldı, gel gör ki kurum haysiyeti müşteri mağduriyetini bastırdı.

NE DERS ALDIM

Ve şu ders alındı: Eyy THY ile uçmaya ve köpeğini yanında taşımaya azimli yolcu, ne yap ne et, ya biletinin buisness olmasına ya da ekonomi uçmaya mecbursan köpeğinin Köpek Ansiklopedisi’nin minyatür köpekler sınıfına giren 12 türünden biri olmasına dikkat et.

Yoksa bil ki halin harap.

İş keyfiyete kalır.

Oysa bilinir: Ya kural vardır ve istisnasız uygulanır. Ya da yoktur.

Esnetilir, çekiştirilir, sınıftan sınıfa, adamdan adama değişir ve uygulayanın paşa gönlüne bırakılıp örselenirse eğer, kural olmaktan çıkar.

Sonra?

Sonra elimde anlamsız bir sürü evrak son uçakla Sabiha Gökçen’e geldim.

Ben kabinde, Zıpkın kargoda.

Öyle geç, öyle bitap, öyle titrek döndük ki, ne ben ertesi sabah gitmem gereken yolculuğa gidebildim ne de Zıpkın kendine gelebildi.

Hâlâ hasta...

Veteriner kuvvetli havalandırma nedeninden olsa gerek, üşütmüş diyor.

Buna da şükür, havalandırmanın açılmasının unutulduğu da olmuştu.

Tahtalara tık tık...
Yazının Devamını Oku

Bekle beni kahpe Bizans; dönüyorum

3 Ekim 2009
Lafı eveleyip gevelemeden söyleyeyim: Yaz bitti ya ben de bittim.<br><br>On beş gündür uzatmaları oynuyorum.

Bahane üzerine bahane üretmekte üstüme yok: Bahçe budanacak vız vız, depo temizlettirilecek vız vız, tenteler sökülecek vız vız. Kendime ha bire iş yaratıyor, dönüş saatini bilinmez bir tarihe erteliyorum.
Ne zaman geleceksin diyenlere de ne zaman gideceksin diye soranlara da cevabım hazır: Hele işler bitsin, o zaman.
İş var mı, aslında var.
Var da... Ha desen iki günde kotarılacak iş var.
Gerisi bahane...

Her gün İstanbul’daki birilerini arayıp havanın nasıl olduğunu sormak gibi saçma bir uğraş edindim. Açık derlerse bavulları çıkarıp kapalı dediklerinde kaldırıyorum.
Bu kış korkusunun, bu yağmur kaçaklığının, bu bulut düşmanlığının bir nedeni olmalı da ne?

Yazının Devamını Oku

Yağmur aldı götürdü

12 Eylül 2009
Depremden sonra da böyle olmuştu. Kalemi ele almış, kalakalmıştım.<br><br>Ne yazacaktım? Şuraya gidin afiyet olsun, buraya uğrayın neşe dolun mu?

Sonunda ‘Bugün canım yazı yazmak istemiyor’la başlayan bir şeyler gevelediğimi hatırlıyorum.
Felaket felakete benzemez ama her felaket adı üstünde felakettir.
Dün gün boyu yüreğim sıkışarak, yapılan açıklamaları dinledikçe ağzım açık kalarak İstanbul’u alan seli izledim televizyonda.
Ölü sayıları, kayıplar, helikopterlerle mahsur kalanları kurtarma çabaları, yağma, talan.
Buna karşı mikrofon uzatılan her ağızda doğal afet lafı, suçu başkasına atma çabası, vatandaş da bu felaketten sorumlu tavrı.
Herkeste, belediye, valilik, ulaştırma bakanlığı kısaca bu işte payına sorumluluk düşen herkeste sütten çıkma ak kaşık havası.
Pes ki pes.

Yazının Devamını Oku

Marathi adasındaki bir öğle yemeğinin bana düşündürdükleri

5 Eylül 2009
“Peki” diyor, “Madem yukarı çıkıyorsunuz neden Marathi’ye uğramıyorsunuz? Pantelis’te bir yemek yer, Tula ve Manolis’e benden selam eder, yolunuza devam edersiniz...” Neresi bu Marathi, diye soruyorum.
Patmos’a beş dakika, Leros’un yanı başında, şunun iskelesinde bunun sancağında, diye sıralamaya başlıyor Aziz...
Patmos tepesinde yükselen ünlü manastırıyla, iyi kötü bildiğim bir ada ama Marathi?

Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı romanından çekilen film, uzun sakallı keşişlerin barınağı olan ve kütüphanesinde Vatikan’dan sonra en çok elyazması kitap bulunan bu manastırda çekilmişti. Haberin basına sızması ve başrolde yakışıklı ötesi Sean Connery’nin oynadığının duyulması üzerine de manastır bir anda ölmeden görülesi 10 yer listesinin ilk sırasına kurulmuştu. Gözden ırak olduğu kadar gönülden de ırak bu çorak ada, o yıl çoğu kadın olmak üzere öyle bir turist akınına uğramıştı ki, film ekibi filmin devamını başka bir yerde çekmek zorunda kalmıştı. İşte adaya akın eden o kadınlardan biri de bendim. Daha doğrusu biz...

GÜLÜN ADI FİLMİNDEKİ SEAN CONNERY’NİN İZİNDE

yemek-mutfak
ağırlama-sofra
adres-mekan *
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar *
çay-kahve
ev-dekorasyon
tasarım
düzenleme
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir *
otel-spa-sağlık
yoga-reiki
kişisel gelişim
güzellik-makyaj
moda-alışveriş
sinema-tiyatro
edebiyat
insan-portre
Dün gibi hatırlarım... Öğle sıcağında kan ter içinde manastıra giden yokuşu tırmanışımızı... Kapıda dağıtılan sentetik eşarplarla örtünüşümüzü... Şort giyme gafletine düşen erkeklerin sepetler içine yığılmış pantolonlardan üzerlerine uygun olanları arayıp bulmalarını, daha doğrusu bulamamalarını... Gülmeyen, konuşmayan, dünyanın kendilerini keşfetmesinden fena halde sıkıldıkları gelen geçene attıkları bakışlardan anlaşılan kara cüppeli manastır ahalisini yara yara gittiğimiz kütüphaneyi... Her biri birbirinden değerli kitaplara bakarken unuttuğumuz Sean Connery’yi... Ziyaret bitiminde erkekler bir an önce lokantaya gitmek isterlerken filmde yan rollerden birini üstlenen bir aktörün görüş alanımıza girmesiyle olur a belli mi olur umudunun içimizde yeniden yeşermesini... Sıcağa aldırmadan manastırın her köşesini iki gamze uğruna adım adım gezişimizi... Ve 30 yıldır kalplerimize taht kuran yakışıklının gölgesine bile rastlamadan kös kös geri dönüşümüzü...
Patmos o yıl güzergâhımıza çıkmamak üzere girdi.
Leros da öyle, Arki de, gel velâkin Marathi?
Aziz’in anlatmaya doyamadığı Marathi?
Anlaşılan hep önünden geçip gittik, ne açığına ne limanına demirledik.
Kısmet bu sefereymiş.
Ve iyi ki Aziz bize Ege’nin fiyortları denilen bu kayalıklardan söz etmiş.
Kuzey Ege, özellikle de ağustos ayında dalgalı olur. Rüzgâr sert eser, yelkenciler bayram eder ama benim gibi iki dalgayla midesi ağzına gelenler için seyrin sefası beş dakikada cefaya döner.
Bu kez şanslıyım. Rüzgârın r’si yok, deniz ayna gibi.

KOCA DERYADA GÖZÜMÜZE ÇARPAN TEK YEŞİLLİK

Türkbükü’nden çıktık ve iki saat sonra Arki’ye vardık.
Masmavi bir deniz düşünün... Daha doğrusu camgöbeği... Ve o camgöbeği denize fırlatılıp atılmış gibi duran kayalıklar hayal edin. Biri diğerinin içinde, diğeri berikinin gerisinde, kimi alçak kimi yüksek onlarca adacık ve hepsi birbirinden güzel bir o kadar koy.
İşte o adacıklardan biri Marathi ve Aziz’in yemek yemeden asla dönmeyin dediği lokanta da orada. Koca deryada gözünüze çarpan tek yeşillik de orası zaten. Su yok. Elektrik yok. Yol yok ama önüne dizili teknelere bakılırsa namı çoktan alıp yürümüş bir lokanta var: Pantelli.
Demir atar atmaz keşif ekibi olarak kuzinimle Pantelis’e gidiyoruz. Daha karaya adım atar atmaz iskeleye bağlı teknede arkadaşlarımızın olduğunu keşfediyoruz. Mustafa Toner bizi Tula ile tanıştırıyor. Mutfaktan sorumlu Tula. Manolis serviste. Babaları iskelede.
Saksılar saksılar... Kış geldi mi içeriye alınan, yazın gelmesiye bahçeye çıkarılan saksılar. O saksıların serpiştirildiği büyükçe bir bahçe ve deniz kenarına dizili masalar. Mustafa’nın öğüdünü dinliyor ve öğle yemeği için ıstakozlu spagetti ısmarlıyoruz.

BAYRAKLAR YABANCI AMA TEKNEDEKİLER TÜRK

Saat ikide yemek için tekrar adaya gittiğimizde iskeleye onlarca teknenin daha yanaştığını görüyoruz. Ve hepsisinin bayrağının yabancı olmasına karşın sahibinin de, mürettebatının da, yolcusunun da Türk olduğunu keşfediyoruz.
Yemek süresince içim sızladı.
İnsan ister istemez kıyaslama yapıyor: Buraya gelmeden gittiğim Mazı ve Çökertme’yi düşündüm. Koy desen koy aynı, deniz desen deniz aynı. Ne de olsa konuştuğumuz şey suyun iki yanı. Gel gör ki gerisinin birbirine zerre benzerliği yok. Dikmişler canım Mazı’nın kıyısına berbat bir bina, lokanta desen terasta, yemek desen eh, hep aynı meze, balık ama çiftlik ama deniz ya levrek ya çipura, her ikisi de ateş pahasına.

OT BİTMEYEN YERDE TAPTAZE SALATA

Bir de şu Pantelis’e bak... Su yok, elektrik yok, yol yok ama kuş uçmaz kervan geçmez küçücük bir adacıkta adam gibi bir lokanta işte.
Gümüş servisler içinde gelen ıstakozlu spagetti, yanında buz gibi roze, ahtapot desen 10 çeşit, kalamar desen öyle ve ot bitmeyen yerde mis gibi taze salata.
Bastonunu yere çaksan filiz fışkıran Bodrum’da biz, deniz börülcesine mahkûm olmuş haldeyiz.
Kıskandım, fena halde kıskandım.
Ve Türklerin tahrip gücünü bir kez daha anladım.
Saklı cennetleri bulma hünerlerini de.
Vallahi de billahi de öyle.

Alaçatı ile Bodrum’u bir de ben karşılaştırayım

Yaz boyu her dergide, gazetelerin bütün eklerinde, hatta kimi köşe yazarlarının kaleminde Alaçatı-Bodrum karşılaştırıldı durdu.
Hangisi hangisini yener, hangisi daha popüler vs...
Alaçatı’ya ilk kez geçen yıl gittim. Mevsim çoktan bitmiş, el ayak çekilmişti. Ekimin son günleri, ünlü piyasa caddesinde bir tek Tuval vardı açık, bir de Kırmızı Ardıç Kuşu... Zarımızı Tuval’den yana attık ve o sessiz kasabadan müthiş mutlu ayrıldık.
Bu yıl teknenin yarısı rüzgâra karşı, yarısı rüzgâr delisi olduğundan yolumuz gene Alaçatı’ya düştü. Çocuklar sörf yapacaklar, biz de çevrede dolanacağız. Öyle de yaptık. Alaçatı’da üç gün kaldık.
Eksik kalmayayım, Alaçatı ile Bodrum’u bir de ben karşılaştırayım:

Alaçatı dedikleri, bakmayın çarşaf çarşaf fotoğraflara, hap gibi bir yer. Küçücük bir marinası var, dar bir caddesi, 3-5 plajla sınırlı bir de kumsalı. O kadar. Bir gün, iki gün, üç gün geçiyor ve insan kendini ‘çemberinde dönen hamster’ gibi hissediyor. Bodrum insana çok daha fazla seçenek sunan bir yer. İsteyen inzivaya çekilir, isteyen eğlenmeye her biri Alaçatı büyüklüğündeki köylerden birine gider.

Alaçatı emekli, göbekli, bebekli insanların yeri değil. Oradaki ahali Bodrum’a oranla çok daha genç. Sörf müdür bunu böyle yapan, gençliğin dip dibe yaşama isteği midir bilmem ama gerek yolda yürürken gerek denizde yüzerken karşılaştığınız insanların hepsi genç, hepsi güzel. Bunu keşke Bodrum için de söyleyebilsem.

Alaçatı’da yenen yemekler Bodrum’da yenilenleri döver. Taraklar, midyeler, İzmir etkisi, Ege yemekleri...

Benim gibi kum ile rüzgâr birlikteliğinden hazzetmiyorsanız Alaçatı’da yandınız. Kum burun deliklerinizden giriyor ve habire esen rüzgâr adamı aptal ediyor. Nerede Bodrum’un havası nerede burası.

Küçücük kasabada koca yarımadada olduğundan fazla şık dükkân var. Alaçatı çakma çantayla çakma gözlüğe teslim olmamış. Örneğin “Ayşe’nin Dolabı” gibi bir dükkân, değil Alaçatı’da, gezip gördüğüm pek az yerde var.

Alaçatı’daysanız eğer konsermiş, sinemaymış, canınız çekmeyecek. Yoksa kalkıp yollara düşmek gerek.

Kumsaldaki felaket otel bir yana bırakılırsa ve zamanında Mehmet Ali Yılmaz’ın Belediye’den alıp üzerine kulübeler kondurduktan sonra arazinin büyük bölümü kendisine kalmak şartıyla aynı paraya Belediye’ye geri sattığı Gençlik Kampı kaale alınmazsa Alaçatı mimari açıdan Bodrum’dan daha korunaklı. Henüz beton yığınına dönüşmemiş, denilene bakılırsa denetim sıkı, rüşvet şimdilik geçersizmiş.

Kısaca, Alaçatı’ya gidenler harika bir tatil geçirebilirler.
Ama kim ne derse desin Bodrum, yaşanılacak yer.
Yazının Devamını Oku