Ele ele tutuşarak sahneye çıkan çift o kadar hoş ki, gören herkes dikkat kesiliyor

Erkek erkek erkek erkek... Önüm arkam sobe, sağım solum erkek...

Onca erkeğin arasında pırıl pırıl parlayan tek bir kadın var. Adı: Gülden Yılmaz.
Monaco’daki Hotel de Paris’nin terasında, Ernst and Young firmasının düzenlediği Yılın Girişimcisi Ödülleri’nin tanıtım kokteylinde gözümü Gülden’den alamıyorum. Üzerinde Koton koleksiyonundan mor bir tulum, incecik dal gibi gencecik bir kadın.
Nasıl sahici, nasıl mütevazı, nasıl güzel anlatamam.
Bu yıl dokuzuncusu düzenlenen ve kırkbir ülkeden gelen kırk üç adayın yarıştığı yarışmada, Türkiye’yi o ve eşi Yılmaz Yılmaz temsil ediyor.
yemek-mutfak *
ağırlama-sofra
adres-mekan *
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar *
çay-kahve
ev-dekorasyon
tasarım
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir *
otel-spa-sağlık
yoga-reiki
kişisel gelişim
güzellik-makyaj
moda-alışveriş
sinema-tiyatro
edebiyat
insan-portre *

Sahibi oldukları Koton’un hikayesi tipik bir başarı hikayesi: Deniz subayı Yılmaz Yılmaz ile öğretmen Gülden Yılmaz biraz da ek gelir kazanmak amacıyla, 1988 yılında Kuzguncuk’ta 25 metrekarelik küçük bir dükkanda ihraç fazlası ürünler satmaya başlarlar. Gece gündüz çalışarak geçen yirmi yılın sonunda o minicik dükkandan yüz küsur tasarımcının, günde ortalama otuz beş yeni model ürettiği ve üretilen her modelin dünyanın dört bir yanındaki Koton mağazalarına dağıtıldığı, yıllık cirosu milyonlarca dolar tutan bugünkü şirket doğar.
Bir yandan terası dolduran kalabalığı gözlüyor, bir yandan Gülden’le Yılmaz’ı izliyorum. Belli etmek istemeseler de ikisinin de fena halde heyecanlı oldukları, yerlerinde duramamalarından belli. Bu yerinde duramama halinin birincinin açıklanacağı gala gecesine kadar süreceği de... Bir oraya bir buraya gidiyor, hem bizler hem de diğer katılımcılarla sohbet ediyorlar.
Adayların her biri kendi alanlarında müthiş başarılı insanlar. O yüzden hangisinin ödül alacağını kestirmek zor. Hemen her köşede fısır fısır şans kuşunun kimin omzuna konacağı konuşuluyor, tahminler yürütülüyor.
Bir süre sonra köşedeki orkestra susuyor ve yapılan anonsla konuklar içeri davet ediliyor. Altın varak işlemeli tavandan sarkan kristal avizelerin aydınlattığı loş salona geçiyoruz. Ernst and Young’ın elini cebinden çıkarmadan konuşan Amerikalı CEO’su, kısa bir konuşmanın ardından teker teker adayları tanıtmaya başlıyor. Polonya’dan gelen hızmalı iki genç, Hindistan’dan gelen ve işinin yanı sıra günde iki milyon kişiye aş verdiği belirtilen bir diğeri, Yeni Zelandalı eksantrik bir tasarımcı, Tayvanlı, Güney Afrikalı, Fransız, Alman, Avusturyalı derken sıra Gülden’le Yılmaz’a geliyor. Ele ele tutuşarak sahneye çıkan çift o kadar hoş ki, gören herkes dikkat kesiliyor, fotoğraflar çekiliyor. Sonra diğerleri... Gece kaldığı yerden devam ediyor.
Ertesi sabah onlar yabancı basınla toplantı yaparken biz Monte Carlo sefası sürüyoruz.
Monte Carlo bir şehirden ziyade sanki zenginler kulübü.
Dünyanın en ünlü mücevhercileri koleksiyonlarını sergileme yarışına tutuşmuşlar Meydanı çevreleyen lüks otellerin lokantaları ünlü şeflere emanet. Açıkta seyreden yatlar yat boyutlarını çoktan aşıp şilep boyutlarına varmış. Ve vızır vızır geçen arabaların hemen hepsi sanki Batman’in otomobili.
O öğleden sonrayı ve ertesi sabahı yöreyi gezerek geçiriyoruz...
Nihayet gala gecesi gelip çatıyor. Smokinler çekiliyor, tuvaletler giyiliyor ve Prens ailesinin ev sahipliğindeki ünlü Gül Balosu’nun da yapıldığı Sproting Club’ün yıldızlı salonuna gidiliyor.
Salon bin kişilik ve lebalep. Onar kişilik masalarda 2009 yılı adayları ve yakınları oturmuş, bir yandan sahnedeki orkestranın çaldığı müziği dinliyor bir yandan yemeklerini yiyorlar. Önü yuvarlak bir terasa açılan bu dillere destan lacivert salonu, anlaşılan gözümde fazla büyütmüşüm. Tamam tavanının açılması, havai fişeklerin üzerimize yağması hoş ama, o kadar.
Salona hafiften burun kıvırsam da organizasyona şapka çıkarıyorum. Adayların sahneye davet edilmelerinden tutun da, aralardaki Cirque du Soleil gösterilerine varana dek aksayan tek bir şey yok. Her şey tıkır tıkır işliyor ve yavaş yavaş gecenin sonuna geliniyor.
Ernst Young’ın CEO’su gene eli cebinde sahneye çıkıyor, jürinin seçimde bu yıl çok zorlandığı mealinde bir şeyler anlatıyor. Sanki ödüle aday gösterilen benim.. yüreğim küt küt...
Çinli adayın ismini duyunca içimden ağlamak geliyor. Tamam kazanmanın değil katılmanın önemli olduğu bir yarışma bu, ama gene de... O sırada yerlerinden fırlayıp kazanan Çinliyi alkışlayan Gülden ile Yılmaz’ı görüyorum. Sıkıntım o an geçiyor. Bu kez olmadı belki ama bunun gibi önemli başka bir yarışmadan ödülle döneceklerini biliyorum.
Bu hırs, bu azim, bu sebat... Başka türlüsü olmaz.

Paranın, kumarın ve ömrünü muktedir erkeklere adamış kadınların şehri

Fransız Riviera’sının en eril köşesi neresidir diye sorulacak olsa, ikiletmeden Monte Carlo derim.
Riviera’nın en büyük şehri Nice’den tutun da bölgenin irili ufaklı bütün kasabalarına kadar bütün yerleşim alanları ne kadar dişilse, Monte Carlo da bir o kadar erildir. Nasıl olmasın? Paranın, kumarın ve ömrünü muktedir erkeklerin hizmetine adamış kadınların şehridir Monte Carlo. Haa bir de Ferrari’sinden Bugatti’sine pahalı arabaların. Sırtını dağlara dayamış, yüzü denize dönük bu iki kilometrekarelik şehir - devlet, dünyanın Vatikan’dan sonra gelen en zengin devletidir aynı zamanda.
Paranın rengi, kokusu olmaz denir ama bal gibi eskisi - yenisi vardır. Görgülüsü ve görgüsüzü... Dünü bilmem ama bugünün Monte Carlo’su, kim ne derse desin çiğ paranın başkenti artık. Ne hanedan hikayeleri ne sokak başlarında karşınıza dikilen Prenses Grace portreleri bu gerçeği örtmüyor, Monte Carlo buram buram görgüsüzlük tütüyor.
İster görkemli Hermitage’da kalın, ister oymalı Hotel de Paris’de, zamanınızı ister kremalı pasta benzeri kumarhanede geçirin ister Sarmısak Burnu’ndaki yat limanında, bu gerçekle yüzleşmeden Monte Carlo’da vakit geçirmenin imkanı yok. Ama olur da yolunuz düştü diyelim, bir de bol da paranız varsa Hotel de Paris’deki altın kaplama servis takımları ve elli kişilik müşteriye elli kişilik hizmet ordusuyla ünlü şef Alain Ducasse’ın Louis XV lokantasına gidin. Gerekirse şarabın ucuzuna kaçın ama ustanın yemeklerini tadın.
Sağım solum Akdeniz başka ne isterim

Eski limanı, dar sokakları, dar sokaklarına inat geniş meydanları ve adı 19. yüzyılda burayı mesken tutan İngilizlerden mülhem kıyı şeridi Promenade des Anglais’siyle Nice, Fransa’nın 4. büyük şehri. Cıvıl cıvıl. Fiyatlar Paris’in neredeyse yarısı. Sefası da yanınıza kâr.
Fransız Riviera’sını gezmek isteyenlerin, temmuz - ağustos gibi iğne atsan yere düşmeyecek yaz sezonu dışında, Nice’i merkez tutmaları bence akıllı bir seçim. Sabah kalkıp ayakta şıpıdık pazar yerine gitmenin, kolda sepet çiçeğinden böceğine türlü mal satılan tezgahlar arasında dolaşmanın, civardaki küçük kahvelerden birine çöreklenmenin, şarap eşliğinde hafif birşeyler atıştırdıktan sonra azıcık kestirmenin,akşam üzerleri kıyı boyu sıralanan otellerden birinin terasında piyasaya çıkanları izlemenin hoş olduğunu düşünüyorum. La Petite Maison’un fazla iddialı olmasa da taam erbabını hoşnut kılan yemekler sunduğunu ve çevrede birbirinden hoş lokantalar bulunduğunu da eklemek isterim. Picasso müzesinden Maeght galerisine resimse resim, caz festivalinden rock konserine müzikse müzik, Gaston et Gastonette’den Tetou’ya balıksa balık... Bir de sağım solum Akdeniz, başka ne isterim.

Güney Fransa’nın ruhuna dokunmak istiyorsanız

Ville Franche sempatik, Golf Juan ilginç, Mougin otantik, Antibe özel, Eze tıknefes, Saint Tropez bildiğiniz Saint Tropez.
Ville Franche’ın tadı çıkarılmalı, Juan les Pins’de alışveriş yapılmalı, Mougins’de yemek yenmeli, Antibe’de dolaşılmalı, Eze’e tırmanılmalı, Saint Tropez’de Jean Roc’un peşine düşülmeli ve Monte Carlo’dan İtalya sınırına kadar uzanan şerit de bir iki atış noktası dışında düşmana tavsiye edilmeli derim. Güney Fransa’nın ruhuna dokunmak isteyenlerin de kıyıdan uzaklaşıp içlere doğru uzanmalarını Aix‘e yani Provenca’a Costes’a yani Luberon’a gitmelerini hararetle tavsiye ederim.
Yazarın Tüm Yazıları