Ferai Tınç

Dışarıda itibarlı içeride tersi olabilir mi

19 Eylül 2008
DENİZ Feneri davasıyla ilgili kararında Alman hakim, olayı ülke tarihinin en büyük yardım yolsuzluğu olarak nitelerken, AKP temsilcilerinin benimsediği, "eden bulsun" yaklaşımı ile olayı şahsileştirmek maalesef ki artık bu noktadan sonra mümkün değil. Olayın siyasi boyutu, sadece Türkiye’deki kamuoyunda değil artık uluslararası kulislerde de yakından izleniyor.

Hükümetin bunun üzerine ne kadar ciddi biçimde gideceği, Türkiye’nin dış politikadaki ağırlığını da etkileyecek.

Bakın İsrail’de olanlara.

Başbakan Ehud Olmert kendisiyle ilgili yolsuzluk iddiaları, tarafsız biçimde araştırılabilsin diye parti başkanlığından ve başbakanlıktan istifa edeceğini açıkladı.

Evet, bu istifa kararının İsrail’e bir bedeli oldu.

Türkiye’nin arabuluculuk yaptığı Suriye-İsrail arasındaki dolaylı görüşmeler kesildi önce, sonra Kadima’nın liderliğine seçilen Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin hükümeti kurup kuramayacağı henüz belli değil.

Eğer kuramazsa seçimlere gidilecek, bu durumda sağcı Likud’un kazanma ihtimali yüksek.

Likud, Suriye ile barış görüşmelerine karşı. Kudüs’te de egemenlik paylaşımına yaklaşmıyor.

Evet, Olmert’in istifa kararı büyük sorunlara yol açtı ama ya iddialara tınmasaydı?

İstifa kararı almasaydı, bütün o doğrudan ya da dolaylı barış görüşmelerine, pazarlık masalarına peşini bırakmayan bir şaibe gölgesiyle oturacak, hasımları karşısında sadece kendisi değil ülkesi de kusurlu bir görüntü verecekti.

* * *

KÜRESEL
ekonominin en ciddi krizlerinden birini yaşıyoruz. Reagan dönemi ekonomik modelleri sarsılırken, Türkiye dış politika eksenini, enerji yollarının kavşak noktası konumunda olması ve medeniyetler arasında köprü rolü temeline oturtuyor.

Ama bu hızlı değişim süreci, bu iki temel noktayı da etkiliyor.

Yani bir gün bir bakarsınız, enerji kavşağı olmanızın artık eskisi kadar önemi kalmamıştır ya da iddialı olduğunuz kültürler köprüsünden de sizden başka geçen yoktur.

Böyle kırılgan ve değişken bir dönemde bir ülkenin dayanabileceği en güvenli temel, güçlü bir demokrasi ve demokrasinin teamüllerini içine sindirmiş kurumlar ve yönetimdir.

Çünkü, şaibeli yönetimler, açıklar, açıklardan kaynaklanan tedirginlikler dış politika masalarında, tartışmalarda, pazarlıklarda karşı tarafa sunulan kozlardır.

Türkiye’nin dış politika gündeminde önümüzdeki dönemde çok ciddi konular var.

Avrupa Birliği, ulusal rapor hazırlayıp teslim etmekle kendi kendine ilerleyecek bir süreç değildir. İçeride yapılması gereken reformlar iç siyasi gayretin yanı sıra, dışarıda da güven vermek ve ulusal çıkarları da uyum süreci denklemine dahil etmeyi gerektiriyor. Pazarlık olmaz dense de Avrupa Birliği süreci karşılıklı bir süreçtir. Kendi üzümünüz için mesela, Bulgaristan üzümünün kazandığı ayrıcalıkları alabilme sürecidir.

Bir başka hassas süreç de Kıbrıs süreci. Topal ördek aktörlerle kolay yürütülmeyecek bir süreç bu.

Irak’ta gelişmelerde de Türkiye’nin izleyeceği tavır, vereceği mesajlar etkili olacaktır, bugüne kadar olduğu gibi.

İran meselesinin karşımıza çıkartabileceği durumları göğüsleyebilmek, Gürcistan-Rusya krizi, Ermenistan ile başlayan bahar havasının mutlaka sürmesi için yapılması gerekenler de güçlü bir siyasi irade ve onu uygulayacak güvenli bir hükümeti gerektiriyor.

* * *

DENİZ
Feneri nedeniyle AKP hükümetini "güvensiz" ilan etmek doğru değil. Ama ne yapalım ki şaibe var.

Şaibeyi taşımak içeride hükümetin, dışarıda ise Türkiye’nin itibarını gölgeler.
Yazının Devamını Oku

Sorgusuz sualsiz 12 Eylül Ve Ağustos manzaraları

15 Eylül 2008
BİR 12 Eylül daha sorgusuz sualsiz geçti. Birkaç gösteri, bir iki köşe yazısı ile. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin bedeli sadece bugünkü entellektüel pejmürdelik olmadı. O, bedellerden sadece biriydi. Türkiye’de siyasetin çatısını temel direksiz bıraktı darbeler, en çökertici olanı da buydu.

Siyasi kadrolar budandı. Kolu kanadı kırık bir gençlik, hocaları susturulmuş bir üniversite ile meydan en geri ve gerici unsurlara kaldı.

O darbelerin hesabı sorulmadığı için demokrasi, özgürlük iyi yönetim kavramları konusundaki toplumsal zihniyetimiz gelişmedi.

Eğer öyle olmasaydı Türkiye’de aşağıda sayacağım olaylar hálá yaşanıyor olabilir miydi?

Dediğim o ki, Türkiye’de bunlar da oluyor, böyle bir Türkiye’de var. Kim onu görüyor, Bu Türkiye ile kim ilgileniyor?

Darbeler sorgulansaydı, Başbakan Erdoğan’ın ilçe kongrelerinde yaptığı gibi, iktidarı ellerinde tutanlar, yani değiştirme gücüne sahip olanlar, bu olaylar sanki bambaşka bir ülkede yaşanıyormuş gibi rahatça gerçeklere arkalarını dönüp pembe tabloları böyle kolay çizmeye davam edebilirler miydi?

* * *

ONCA
olaydan sonra Tuzla’da kum torbaları yerine işçilerle deney yapılabilir ve 4 işçinin ölümüne, 12 işçinin yaralanmasına meydan verilir miydi?

"Her pislik beni bulur" diyen genç, polis tarafından herkesin gözü önünde öldürülebilir miydi?

Yüksekova, Diyarbakır, Batman’da hálá faili meçhul cinayetlerden söz edilebilir miydi?

İşkenceye sıfır tolerans çıtasının tutturulduğundan övgü ile söz edilen bir ülkeden işkence haberleri bu kadar yaygın bir biçimde gelmeye devam eder miydi?

İzmir’de geçen yıl gözaltına alınan İleri Kızılaltun ve Burak Demirci adlı iki üniversite öğrencisinin Terörle Mücadele Şubesi polisleri tarafından işkenceden geçirildikleri raporla belgelenmesine rağmen, adli kovuşturma için yeterli görülmediği gibi haberler (Radikal 10 Ağustos) böyle sessizce örtülür müydü?

Adana DTP il binasına yapılan baskın sırasında gözlemci olarak orada bulunan Adana İnsan Hakları Derneği Başkanı, polisler tarafından merdivenden aşağı atılabilir miydi?

Bianet’in 27 Ağustos’ta verdiği heberde karşılaştığımız Mardin cezaevinde hükümlü bulunan Abdülaziz Ekinci’nin gardiyan dayağı sonucu öldüğü iddiasıyla suç duyurusunda bulunan ailesine kovuşturmaya gerek yok yanıtı kolayca bildirilebilir miydi?

Ankara 2 no’lu F tipi cezaevinde bir tutuklu ailesiyle Kürtçe konuştuğu için olağan telefon görüşmesi yetkililer tarafından kesilir miydi?

Diyarbakır’da bir parka Berfin isminin verilmesi yasaklanır mıydı? (haksözhaber.net. 19 Ağustos)

Hayat televizyonu izledikleri ve Kürtçe konuştukları için İstanbul’da inşaat işçileri işten çıkarılır ve sahipsiz biçimde kapıya böyle kolay bırakılabilirler miydi?

Yazarlar ve gazeteciler düşüncelerini açıkladıkları için hálá 301’inci maddeden yargılanıyor ve hálá ifadeye hapis cezası sürüyor olabilir miydi?

* * *

İNSAN
Hakları derneklerinin ağustos ayı raporlarında yer alan insan hakları ihlalleri, düşünce, ifade ve basın özgürlüklerine yönelik anti demokratik baskılardan sadece birkaç örnek aktardım.

Son örnek de dün Başbakan Tayyip Erdoğan’dan, geleneksel Doğan Medya Grubu saldırıları sırasında geldi.

Kendisini kızdıran haberleri patronun önüne serdiğinde ondan "Ben başa çıkamıyorum, istediklerini yapıyorlar" yanıtını aldığını açıkladı ve kınayan bir ifadeyle "Eğer bir patron yazarlarıyla başa çıkamıyorsa vay haline!" dedi.

Esas görevi basın emekçilerinin bağımsızlığını garanti altına alacak yasal ve siyasal güvenceler sağlamak olan bir Başbakan, neden çalışanlarını köleleştirmiyor diye çatabilir miydi karşısındaki patrona eğer 12 Eylül’ün hesabı sorulmuş olsaydı?
Yazının Devamını Oku

Basın özgürlüğüne diplomatik baskı

14 Eylül 2008
BAŞBAKAN Erdoğan, dün "Bu bahsi burada kapatıyorum" dedi. Bence bu bahis burada kapanmamalı. Çünkü bu tartışma Türkiye’de basın özgürlüğünün derinleşmesine yardımcı oluyor.

Elini hiçbir taşın altına koymadan, dağ başının bilge ihtiyarı olarak hayatlarını tepelerden aşağılara tavsiyeler, talimatlar yağdırmakla geçiren, herkesi karalayarak kendilerinin ne kadar ak olduğunu ispatlamaya çalışanları bir kenara bırakıyorum. Başarılarının devamını diliyorum.

Bu tartışmalar medyanın, basın özgürlüğü konusunda ne kadar çok çalışmak, ne kadar güçlü bir dayanışma içine girmek zorunda olduğunu bir kez daha gösteriyor.

İnternetle birlikte araçlar çeşitlenip, iktidarların ve güç odaklarının, haberlerin yayılmasını engelleme mekanizmaları kısıtlandıkça basın özgürlüğüne yönelik baskılar artıyor ve çeşitleniyor.

Amerika’da Ulusal Basın Klübü’nün bu hafta başı başlayan toplantısında, "Günümüzde hükümetin medyaya mali baskılar yaptığı bu yüzden de gazetecilerin iktidarla ilgili soruşturmacı haberleri yapmaktan vazgeçtiği" görüşü ağırlık kazandı.

Basına yönelik bir başka baskı modelini de Finlandiya ile Slovenya arasındaki diplomatik bir krizde izliyoruz.

* * *

FİNLANDİYA
televizyonu YLE’de yayınlanan araştırmacı ve soruşturmacı gazetecilik programı "MOT" 1 Eylül günü büyük bir rüşvet skandalını ortaya çıkarttı.

Haberde, Patria adlı Fin şirketinin zırhlı askeri araç satışı için Slovenya hükümetine, Başbakan da dahil olmak üzere 21 milyon euro rüşvet verdiği iddiası ortaya atıldı. Haber yayınlanır yayınlanmaz, Slovenya Başbakanı Jansa’nın yalanlaması geldi. Başbakan Slovenyalı gazetecileri Finli meslektaşlarına yalan haber yaymakla suçluyordu.

4 Eylül’de Slovenya’daki Fin Büyükelçiliği’ne haberi protesto eden bir nota geldi.

Nota’ya göre, haber Slovenya’da yaklaşan seçimleri etkileme amacı taşıyordu, kabul edilemezdi ve Fin hükümeti gerekeni yapmalıydı. Eğer durum açıklığa kavuşturulmazsa iki ülke ilişkileri bundan zarar görebilirdi.

Finlandyalı Dışişleri Bakanı’nın notaya verdiği yanıt "Fin medyası bağımsızdır, siyasi müdahale mümkün değildir" oldu.

Bugünlerde ikinci bir notun daha iletildiği haberini aldık. Ama içeriği açıklanmadı.

Avrupa Birliği üyesi olan iki ülke arasında, medya krizi yaşanıyor.

Birisi "müdahale et, yalan haber yapıldı" diyor, diğeri "Basınımız bağımsızdır biz müdahale edemeyiz" yanıtını veriyor.

* * *

BASIN örgütleri medyanın neden olduğu bu diplomatik krizi dikkatle izliyorlar.

Uluslararası Basın Enstitüsü, bu konuda bir açıklama yaptı ve Slovenya hükümetinin, Finlandiya medyasında yer alan bir haber nedeniyle hükümete baskı yapmasını, editoryal bağımsızlığa müdahale girişimi olduğu için kabul edilemez olduğunu vurguladı.

Ben olayları onlardan öğrendim.

Bu açıklama, Uluslararası Basın Enstitüsü’nün web sitesinde (www.freemedia.at), Türkiye’de basın özgürlüğüne yönelik baskılarla ilgili açıklamanın tam altında duruyor.

Özgürlükler kaçıcıdır, ihlal olan her yerde, herkesin hakkına sahip çıkmadan kendimizinkini korumak mümkün değil.
Yazının Devamını Oku

Ulusal program kaçıncıya kadar

12 Eylül 2008
TÜRKİYE üçüncü ulusal programını hazırlıyor, Avrupa Birliği sürecini yeniden canlandırma işaretlerini veriyor ama gelişmeler bu yönde değil. Hükümet, ulusal programa hiç de sıcak bakmıyor. Oysa ulusal program Bakanlar Kurulu Kararı ile resmileşir.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan, muhalefet partilerine gitmeden önce, Ağustos sonunda ulusal program taslağını bakanlar kuruluna sunduğunda hiç de sıcak karşılanmamıştı.

Bakanların olumsuz yaklaşımının Başbakan’dan kaynaklandığı söylendi.

Başbakanın öncelikleri ile ulusal programın öncelikleri aynı değil anlaşılan.

AKP, kapatma davasının rövanşı haline getirmek istediği için bu aydan itibaren tutkulu bir biçimde yerel seçimlere odaklandı.

Ulusal Program, Avrupa Birliği müktesebatıyla uyum için gereken reformların yapılmasını öngörüyor ve bunun için zaman da veriyor.

Bir nevi taahhüt.

Ulusal Reform taslağına bakıldığında, 2008 yılını sonuna kadar atılması gereken önemli adımlar olduğu görülüyor.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulunan 12 yasa taslağının yanı sıra bu yıl sonuna kadar 16 yasa tasarısının parlamentoya sunulacağı ve parlamentodan çıkartılacağı sözü veriliyor.

Bunların arasında Türkiye ile Avrupa Birliği arasında mali işbirliğinin yürümesi için gerekli olan yedi yasa tasarısı var.

Bazıları ise fasılların açılış kriteri niteliğinde. 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’nda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun gibi.

2008 sonuna kadar değiştirilmesi gereken yasalar asında Sermaye Piyasası, Tüketici’nin Korunması, Ürün Güvenliği gibi hepimizin yaşamını doğrudan ilgilendiren önemli yasalar da bulunuyor.

* * *

BU
kadar değil. Ulusal program çok önemli strateji belgeleri ve eylem planlarının çıkartılacağına dair de Avrupa Birliği Komisyonu’na söz veriyor.

Alkollü ürünler, ithal sigara ve tütünün vergilendirilmesine ilişkin eylem planı; Yargı reformu stratejisi; Sanayi stratejisi; Kamu iç mali kontrolü politika belgesi; Çevre strateji belgesi; Kamu alımları strateji belgesi; Tarım istatistikleri strateji belgesi; Gıda güvenliği; Veterinerlik ve bitki sağlığı politikası alanındaki AB müktesebatının uyumlaştırılması, uygulanması ve yürütülmesine temel teşkil edecek strateji.

Bu strateji ve planların da 2008 yılı sonuna kadar çıkartılması gerekiyor.

Yani üç buçuk ay içinde. Üç buçuk ay içinde bu kadar önemli konularda görüş birliği sağlamak, çıkar ortaklığı oluşturmak bırakın muhalefeti aynı partide bile zor.

Olmazsa ne olur? Gelecek yıla sarkar, uzun vadeli programlar aksar, fasılların açılmamasında AB’ye bahane kalmaz, yeni ulusal programlar hazırlayıp dururuz.

Dışişleri Bakanı Babacan Ulusal Programı, muhalefete ve sivil toplum kuruluşlarına sundu. Olması gereken de bu. Keşke CHP ve MHP liderleri, bakan ile görüşseler ve onu dinleselerdi.

Umuyorum, iç siyasete alet etmeden yanıtlarını verirler.

Ama işin esas sorumlusu yine de muhalefet değil, hükümettir. AKP, suçu muhalefete atmadan önce Avrupa Birliği’ne lafta değil, iç politika mesajları vermek için değil gerçekten sahip çıktığını samimiyetle göstermelidir.

* * *

ULUSAL
Program taslağında, siyasi kriterlerle ilgili yasal ve uygulamaya yönelik adımlarda "hükümetimizin iradesi tam ve kesindir" deniyor.

Biraz aşağıda ilginç bir cümle duruyor.

"İfade ve basın özgürlüğü ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde, Şiddet içermeyen eleştiri mahiyetindeki ifadelerin cezalandırılmamasına yönelik tedbirler alınacaktır. Gerekli olan yasal düzenlemeler yapılacaktır."


Bu ulusal program ne AKP hükümetinin ne de Başbakanı’nın psikolojisini yansıtıyor.

Üçüncüyü böyle yapalım, dördüncüye, beşinciye, altıncıya Allah kerim?
Yazının Devamını Oku

Tehdit kültürü tehdidi

8 Eylül 2008
İKİ yıl önce Başbakan Erdoğan, Arap Birliği zirvesi için Sudan’a gittiğinde, uçaktaki gazeteciler arasındaydım. Dubai Tower ile ilgili haberler yüzünden yine medyaya kızıyordu. Medyanın, hükümetin yaptığı olumlu işleri görmediğini sadece olumsuzlara odaklandığını söylüyor, bunun ardında medya patronlarının çıkar hesapları olduğunu ima ediyordu.

Açıklayın biz de yazalım dedim.

İtiraz etti: "Meyveyi olgunlaşmadan kopartırsan olmaz. Olgunlaşacak öyle kopartacaksın ki işe yarasın." Haber 30 Mart 2006’da gazetelerde yer aldı.

Bu yaklaşımını çok yadırgamıştım. Bana göre ne demokrasi kültürü ile bağdaşıyordu ne de yönetici sorumluluğuyla.

Bu iddialar açıklanmalıydı, hukuk devletinde bunun zamanı ve zemini olmazdı.

Sorunlar, meyvelerin olgunlaşmasını bekleyerek, intikam, misilleme gibi yöntemlerle değil, var olan demokratik mekanizmalarla çözümlenebilirdi ancak.

Cumartesi günü, tam Türkiye ile Ermenistan arasındaki tarihi adıma odaklanmışken Başbakan’ın Güngören ilçe kurultayındaki konuşmasını dinlediğimde o gün söyledikleri aklıma geldi.

Demek meyveler kopartılacak kıvama gelmişti.

"Yolsuzluk çamurunu atanlar, kendileri o çamurun içinde boğulurlar. Ve bugüne kadar atanlar da aynen bu şekilde boğulmuşlardır" diyor, göz dağı veriyor, üstü kapalı mesajlar veriyordu.

Yolsuzluk haberlerinin kapağını kaldırmaya cesaret edecek olanlara abayı da sopayı da açıkça gösteriyordu.

* * *

"SEN AK Parti’yi hedef göstereceksin olacak, Başbakan partisine saldırı yapan bu gazeteyi hedef gösterecek o zaman olmayacak ee.. Bal gibi olur."

Hayır olmaz.

Kamusal rollere soyunanlar, hele de halkı temsilen devletin gücünü ellerinde tutanlar medyanın yani halkın yakın takibi altında olmayı içlerine sindirmek zorundadırlar.

Oysa Tayyip Erdoğan, hükümet ve hükümetin başı olarak kendisiyle ilgili muhalefeti, eleştiri ve olumsuz haberleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne hakaret olarak algılıyor ve öyle yorumluyor.

Almanya’daki Deniz Feneri ile ilgili davada adının geçmiş olabileceğini kabul ediyor ama bunun haber yapılmasına bir kutsala el uzatılıyormuş üslubuyla karşı çıkıyor.

"Almanca şu anda yazıları da geldi, adımızı vererek orada bir şeyler yapmış olabilirler. Ama sen nasıl olur da bizim ismimizi, adımızı kullanırsın? Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na sen nasıl olur da çamur atmaya yeltenirsin?"

Bu üsluba basın patronları arasındaki çekişmelerde rastlasaydım, veya patronlar arası savaşlarda pozisyon tutanların sütunlarında görseydim, yine gazetecilik adına rahatsız olurdum ama seviyesiz bir kapışma der geçerdim.

Bu sözleri Başbakan söylediğinde ise, iş çok daha ciddi boyutlara ulaşıyor. Göz dağı vermeler doğrudan halkın haber alma özgürlüğünü tehdit ediyor.

Muhalefete, eleştiriye, habere kilit vurma isteğini gösteriyor.

Eğer haberlerde eksikler varsa, doğru olmayan yönler varsa tekzip mekanizmasını kullanırsınız. Yasal çözümler ararsınız. Bulmakta da zorlanmazsınız.

Ama tehdit ve şantaj asla bir tekzip yöntemi olamaz.

Başbakan bu yöntemi kullanmaya başlarsa, diğerleri ne yapar?

Türkiye’de ne basın kalır ne de özgürlük.

Tehdit kültürü, basın özgürlüğü ama en başta da demokrasi için en büyük tehdittir.
Yazının Devamını Oku

Bu jesti çocuklar konuşacaklar

7 Eylül 2008
HER adımın mutlaka bir karşılığı mı olmalı? <br><br>Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Ermenistan ziyareti, bazı çevreleri çok rahatsız etti. Onların arasında, ideolojisinin temelinde barış olması gereken CHP de var. Ermeni diyasporası soykırım iddialarından vazgeçmeyecek, Azerbaycan’daki işgal sona ermeyecek ve Ağrı Dağı, Ermenistan kültürünün temelindeki Ararat olmaktan çıkmayacak diye Gül’ün Ermenistan’a gitmiş olması "tam bir fiyasko" mu sayılacak?

Evet, bu kadar köklü sorunların çözümü bir ziyaret ile mümkün değil. Ama bir iyi niyet jesti de dünyanın sonu değil.

Hiçbir katkısı olmasa, iki taraftan da birçok insanın anılarına kazınacak bu jest.

Yunanistan Cumhurbaşkanı Venizelos’un Türkiye ziyareti, Mustafa Kemal ile verdikleri barış mesajı bugün hálá anlatılıyor. Barış girişimlerine ilham veriyor.

Ter Petrosyan ile Özal’ın buluşmaları da öyle.

Düşmanlığın kader olmadığını anımsatan jestler bunlar.

Sorunlar kilitlenip donduğunda bu anıları anımsayanlar iyi ki var.

***

ÖNCEKİ
gün eski DSP milletvekili, arkadaşım Gönül Saray’dan bir mesaj geldi. İzmir’de yayınlanan Yenigün Gazetesi’ndeki sütununda Cumhurbaşkanı Gül’ün Erivan’a gidişini değerlendirmişti.

Gönül Saray, Ermenistan ile sorunların çözülmesi için emek veren siyasetçilerdendi.

Ben de bu çalışmalara katıldım zaman zaman. Ermenistan’dan kadınlar, gazeteciler arasındaki toplantılara, barış girişimlerine katıldım.

Ama ilerleyemedik maalesef.

Siyasi irade eksik olunca, sivil toplum girişimlerinin başarılı olması mümkün değil. Gönül Saray da bu konuya değiniyor.

"6 yıl önce Anneler Günü dolayısı ile; Ermeni kadın milletvekillerini Türkiye’ye davet ederek, bir deklarasyon imzalamış, her iki ülke parlamentosunda, her iki ülkenin çıkarları ve işbirliği yönünde çalışmalar yapacağımızı beyan etmiştik" diye yazıyor Gönül Saray "En önemlisi ise; sorunların çözümünün, yalnızca Ermenistan ve Türkiye tarafından yapılması gerektiğini, aramızda üçüncü ülkelere gerek olmadığını belirtmiştik. İç ve dış basında oldukça güçlü bir şekilde yer bulan bu girişimimize en büyük tepki, Türkiye’de MHP grubundan, Ermenistan’da ise muhalefetten gelmişti. Zamanın hükümeti bu girişimimizi devam ettirecek gücü kendilerinde göremedikleri için yalnız bırakılmıştık."

***

İŞTE
şimdi siyasi irade ortaya çıkıyor. Hem Ermenistan hem de Türkiye tarafında.

Yok mu? Bu yakınlaşmayı torpillemek isteyenler tabii ki var.

Diaspora tırnaklarını kemiriyor, olayı iç siyasete malzeme yapmak isteyenler, milliyetçilik yarıştırarak, yumuşama iklimini solumaya hazırlanan binlerce sıradan insanın özlemini ellerinin tersiyle itip ayrımcılık tamtamları çalanlar, intikam şarkıları söyleyenler tabii ki var. Her iki tarafta da var.

Bu ziyaret onları susturmayacak ama sorunları aşma isteği daha da güçlenecek.

Yaratıcı çözüm arayışları her iki tarafta da artacak. Bundan etkilenecek coğrafyaya Azerbaycan da dahil olacak.

Biz bunu istemiyor muyuz? Türkiye’nin yaratacağı barış ikliminde dünya dengelerine ağırlığını koyan Pax Turca’yı?

Çocuklara acıların değil, kardeşliğin hikayelerini anlatmayı?
Yazının Devamını Oku

Gül’ün kararı hepimizindir

5 Eylül 2008
SORUYORUM, izliyorum okuyorum, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Ermenistan Cumhurbaşkanı’nın "milli maçı birlikte izleme" teklifini kabul etmesini en çok gençler destekliyor. Ermeni gençleri. Gençlerin ön yargıları daha az, anılarla daha az yoğrulmuşlar.

Türkiye’de bir araştırma yok. Ama gençler arasında, barışa olanak sağlayabilecek iyimserlik köprülerinin kurulması daha kolay.

Bu ziyaret, 1990’ların başında iki ülke arasındaki yakınlaşma çabaları sürerken kaçırılan fırsatların bir anlamda yeniden yaratılmasının ilk adımı.

Petrosyan ve Özal’ın devlet başkanlığı döneminde iki taraf da tarihin anlaşmazlıklarını geride bırakıp yeni bir başlangıca hazırlanıyordu. Ve MHP lideri Alpaslan Türkeş de bu yakınlaşmada rol oynamıştı. Olmadı, süreç iyi yönetilemedi.

Umuyorum bu kez, Türkiye ile Ermenistan arasındaki düşmanlıktan kazanç sağlayan diasporayı etkisizleştirecek bir süreç başlar.

Uzun zamandan beri çok ağır ve titrek adımlarla mesafe almaya çalışan yakınlaşma sürecini hızlandırır.

* * *

İKİ
ülke arasında yakınlaşma arayışı dünün işi değil. Karadeniz Ekonomik İşbirliği çerçevesinde yetkililer arasında gerçekleşen çeşitli karşılaşmalarda yeni bir süreci başlatma isteği hep gündemde oldu.

2005’te zamanın Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan, "Türkiye ile ön koşulsuz görüşmeye hazır olduklarını" açıklamıştı.

Geçen yıl haziran ayında İstanbul’da Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan, Gül’e Türkiye ile ilişkileri geliştirmek istediğini söylemiş, 29 Ağustos 2007’de ise Ermenistan’ın Avrupa yanlısı Miras Partisi’nin Başkanı Raffi Hovannisian, cumhurbaşkanı seçilmesi nedeniyle Abdullah Gül’e yazdığı maktupta "Gerek güncel sorunlar, gerek Büyük Ermeni mülksüzleştirmesi gibi tarihi olanlar yeni liderlerimiz tarafından çözümlenebilir..." diye yazmıştı.

"Genocide-soykırım" yerine "dispossession-mülksüzleştirme" demesi hem içerde hem dışarda gürültü koparsa ve hainlikle suçlansa da bir siyasi parti liderinin farklı sözcük seçimi, Ermenistan’da bir ilkti.

En son da Ermenistan Dışişleri Bakanı Nalbantyan ve Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın iyi niyet mesajları geldi.

Bu yıl, teknik heyetler seviyesinde İsviçre’deki gizli görüşmeleri hazırlayan süreç böyle gelişti.

* * *

CUMHURBAŞKANI Gül’
ün Erivan’a gitme kararı, Kafkasya’da barış seçeneğini güçlendirecek değerli bir örnek aynı zamanda.

Rusya-Gürcistan’ın sorunlarını savaşla, kaba kuvvetle çözme seçeneğine karşı barışçı çözüm yolunu gösteren en anlamlı jest.

Ermenistan ile yakınlaşma, izolasyon politikasından çok daha olumlu sonuçlar verecektir Azerbaycan için.

Ermenistan, Kafkasya’da Azerbaycan, Türkiye ve Gürcistan arasında kurulan ve her üç ülkenin kalkınmasına katkıda bulunan ekonomik alan dışında daha fazla kalamaz.

Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın daveti, kendi koşullarında değerlendirildiğinde cesur bir adım. Ama Cumhurbaşkanı Gül’ün bu daveti kabul etmesi de aynı derece cesur bir adım. Hem de Ermenistan halkına hepimizin selamını götürecek, yerinde bir adım.
Yazının Devamını Oku

Görüşmeler sil baştan

1 Eylül 2008
<b>GİRNE</b><br>KIBRIS sıcak. Hem hava sıcak hem de siyaset. Aslında bu sıcakta siyaset düşünmek pek kolay değil.

Hele de 20’inci yüzyılın ikinci yarısının en bitmeyen senfonisi Kıbrıs görüşmeleri gibi bir mesele söz konusuysa.

Liderler, daha önce kararlaştırdıkları gibi çarşamba günü bir araya gelecekler.

Görüşmelerin yöntemi ve içeriği henüz net değil.

Ama iki tarafın da kamuoylarına verdiği mesaj net.

"Hiç taviz yok siz merak etmeyin!"

KKTC lideri Talat, Ankara’da, daha önce yapmış olduğu "tek devlet" açıklamasına izahat getirdi.

İki eşit devletin oluşturacağı yeni bir devlet.

Hristofyas, ertesi gün derhal bir karşı açıklama ile kesin karşı çıktı. Kıbrıs’ı temsil eden tek bir devletin bulunduğunu, dünyanın bu devleti tanıdığını söyledi.

Kısası şu, Kıbrıs’ta yeni bir devlet kurulmasını öngören her hangi bir talebin kabul edilmesine izin veren bir ortam yok adanın güneyinde.

Yeni bir ortaklık yerine, iyi komşuluk ilişkileri içinde iki devlet formülü bile daha sıcak karşılanıyor.

Tam görüşmeler öncesinde, Kıbrıs Rum Gazetesi Filelefteros’ta öyle bir haber yer alır mıydı?

* * *

HABERDE
, "Petrol araştırmalarına 2009’da başlanıyor" deniyor. Mısır ile Kıbrıs arasındaki bölgede petrol arama çalışmalarına başlanabileceği, ilgili şirketlerin ihaleye girmek için başvurabileceği belirtiliyor.

Bu konuya Türk tarafı olumsuz bakıyor. Kıbrıs sorunu çözülmeden ve iki halkı temsil edecek bir devlet kurulmadan uluslararası anlaşmalara imza atılmasının yeni sorunlar yaratacağı söyleniyor.

Bu manevra bile, tam görüşmelere başlarken tarafların ne kadar farklı yerlerde olduğunu gösteriyor.

Belki, liderler kamu oylarını sakinleştirmek, görüşmelerin kesilmesini engellemek ve müzakereyi rahat sürdürmek için çıtaları yüksek tutuyorlar.

Bu çok yanlış bir tutum.

Çünkü Kıbrıs gibi bir meselede iki halkın içini rahat ettirecek bir çözüm dışında hiçbir uzlaşma, baskı sonucu alınacak karar yürümez.

Kıbrıs’ta yeni bir düzenin kurulabilmesinin en önemli kıstası ise liderlerin tutumu.

Liderler, kendi kamuoylarını çözüme hazırlamak durumundalar.

Popülizmle yeni bir düzen kurulamaz.

Halkın ikna olmayacağı hiçbir formül de Kıbrıs gibi yıllanmış bir sorunu çözemez.

* * *

ÜÇ EYLÜL
’de yeni bir başlangıç yapılacak. Bu başlangıcın üslubunun da yeni olması gerekiyor.

Kıbrıs, Türkiye halkının adalet duygularını, uluslararası kurumlara güvenini sarstı. İçe kapanma eğiliminin güçlenmesinde, Avrupa Birliği’nden uzaklaşmada, tutucu milliyetçiliğin tırmanmasında Annan Planı sonrası durumun etkisi büyük.

Dolayısıyla, bu yeni dönemde müzakerelerin sadece Kıbrıs değil Türkiye’de de siyasi liderlerin hem birbirlerine hem de halklarına karşı şeffaf ve açık olmaları gerekiyor.

Yoksa, göstermelik görüşmeler Kıbrıs’ı ilgili taraflara karşı kullanılan koz durumunda tutmaktan başka bir işe yaramaz.
Yazının Devamını Oku