22 Haziran 2005
<B>TURİZM </B>bu yıl iyi gidiyor. Gelen turist sayısında geçen yıla oranla yüzde 20 civarında bir artış var ki, bu bütün dünyayı kıskandıran bir oran. Bu yıl 20 milyon turist hedefi hayal olmayabilir.
Yatırımcılar, bulup buluşturup dev ve giderek lüksleşen tesisler açıyorlar.
Ancak bu tabloya yakışmayan gerçekler de gözümüzün önünde yükseliyor.
Türkiye’nin üç ‘sembol oteli’, yıllardır kendi kaderlerine terk edilmiş durumda.
Bunlardan biri İstanbul’un bir zamanlar en keyifli oteli olan Boğaz kıyısındaki ‘Tarabya Oteli’, diğeri bir dönem İzmir’in sembollerinden biri haline gelmiş ‘Efes Oteli’ ve sonuncusu da Ankara’da bir dönem siyasetin odak noktası haline gelmiş olan ‘Büyük Ankara Oteli’.
Üçü de yapıldıkları dönemin en lüks, en şık otelleri.
Sonrasında yatırım yapılmayınca zamana yenik düşüp köhneleşen ama bir restorasyonla eski günlerine kolaylıkla kavuşacak turizm abideleri.
Bu üç otel de yıllardır kapalı.
Yabancı yatırımcılara verilen bu otellere uzun zamandır çivi bile çakılmıyor.
Her üçü de, bir dönem simgesi haline geldikleri kentlerin en güzel yerlerinde birer ‘hayalet otel’, terk edilmiş madenci kasabaları gibi yükseliyorlar.
Ve ne yazık ki kimsenin bu manzaraya içi sıkılmıyor.
Yazık...
Yerel asgari ücret şart
DÜNYANIN en pahalı kentleri sıralamasında bu yıl İstanbul yine yer aldı. 23. sırada. Türkiye’nin kişi başı ulusal gelirde dünya 23’üncülüğünden çok daha gerilerde olduğu göz önüne alınırsa, İstanbul Türkiye ortalamasına göre pahalı bir kent. Ancak bu pahalılığına rağmen her ne hikmetse Türkiye’nin en kalabalık kenti.
Çünkü Türkiye’nin üretiminin neredeyse yarısı İstanbul ve çevresinde gerçekleştiriliyor.
Bu durumun iki sonucu var. Ya yüksek işçilik maliyeti, ya da sefalet. İstanbul’da sonuç belli: Sefalet. Asgari ücret Türkiye’nin her yerinde 350 milyon TL, yani 260 dolar. Yıllık 3120 dolar.
İstanbul’un kişi başına gelir ortalaması düşünüldüğünde bu miktar kent ortalamasının neredeyse yarısı. Ancak Muş, Ağrı gibi kişi başı gelirin 500 dolarlar seviyesinde olduğu kentlerde ortalama gelirin 6 katı. İstanbul’da sefalet demek olan asgari ücret, az gelişmiş kentlerde ‘iyi para’.
Ancak işveren, İstanbul’da da, Muş’ta da aynı asgari ücreti verdiği için yatırımını pazara yakın olan İstanbul’a yapıyor, istihdamı İstanbul’da yaratıyor.
Bu durum İstanbul’a ve yatırım alan diğer büyük kentlere göçü körüklüyor, sefaleti artırıyor.
Üretimi de pahalı hale getiriyor. Oysa daha önce de önerdiğim gibi ‘yerel asgari ücret’ uygulamasına geçilmesi halinde, özellikle emek yoğun sektörlerin İstanbul dışına kayması ve buralarda istihdam yaratılması mümkün olacak. Türk işadamları da, yüksek maliyetten kaçmak için mallarını, Çin’de, Vietnam’da ve hatta son zamanlarda Afrika’nın bazı ülkelerinde değil, kendi ülkelerinin az gelişmiş bölgelerinde yapmayı tercih edecekler.
Hükümetin başlattığı teşvik uygulaması, ‘yerel asgari ücretle’ desteklenmek zorunda.
Hatta bu konuda yerel yönetimlerin yetkilendirilmesi bile mümkün. Yatırımları çekmenin başka yolu yok.
NOT: Friedman’ın son kitabından çıkarılacak en önemli derslerden biri bence bu.
NOT 2: 260 dolarlık asgari ücretin işverene maliyeti 440 dolar.
Bu nasıl bir stratejikliktir
YABANCI yatırımcıların Türkiye’de televizyon sahibi olmasını serbest bırakan yasal düzenlemenin gerçekleştirilememiş olmasına hálá aklım ermiyor.
Neymiş efendim, ya Türk medyası yabancıların kontrolüne girerseymiş, medyanın stratejik önemi varmış.
Anlamadım. Medyanın stratejik önemi var da, finans kuruluşlarının yok mu?
Türkiye’de bütün bankacılık sektörünün yabancıların eline geçmesinin önünde hiçbir engel yok, ama bir medya kuruluşunun yabancı yatırımcılara satılması ‘yasak’.
Sizce hangisi daha stratejik. Her sektörün can damarını elinde tutan finans sektörü mü, yoksa medya mı?
Hadi onu geçelim.
Sermayesi yerli olsun, yabancı olsun televizyonları denetleyen kurumlar yok mu?
En başta yargı var.
Hadi Türkiye’de yargı iyi işlemiyor diyelim. RTÜK neci!
Görevini mi yapmıyor? Bence yapıyor. Hatta fazla bile yapıyor.
Yasasında eksikler mi var? O eksikler giderilsin.
Üstelik işin komik tarafı gazeteler için bir yasak yok. Yasak sadece televizyonlara.
‘Gelinim Olur musun’ gibi programların her tarafı stratejik olsa ne olur!
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Aşırı paranoyanın ciddi bir hastalık olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2005
<B>EDİRNE’</B>de 7 bebek, hastane koşullarının bozukluğu nedeniyle hayatını kaybetti. <br><br>Bunlar bizim için bir sayı. Ama gelin siz bir de o ana babalara sorun. O bebeği 9 ay karnında taşıyan, odasını hazırlayan, giysilerini dolaplarına asan ve bebeğinin evine geleceği günü bekleyen ve hastanenin sorumsuzluğundan dolayı evlatlarını doğduğu gün kaybeden ana babaların hislerini anlamaya çalışın.Allah kimseye evlat acısı göstermesin. Hekimler de, hastaneler de hata yapabiliyor. Sonuçta onlar da insan. Hata yapıyorlar. Hatalarının sonuçları ise hayli vahim.
Bu hatalar ne yazık ki dünyanın her yerinde oluyor. Ama Türkiye’deki gibi olmuyor. Burada hata, yapanın yanına kár kalıyor.
Hatadan dolayı mağdur olan ise acısıyla baş başa bırakılıyor.
Son haftalarda başlattığım bir tartışma var. Bazı hekim ve hastanelerin daha fazla kazanç uğruna hastalara gereksiz tedaviler uygulamasıyla ilgili.
Hem bu ‘gereksiz’ tedaviler, hem de hekim hataları sonucu hastaların uğradığı kayıplarla ilgili Türkiye’de ne yazık ki, ne etik, ne de hukuki kurallar oturmuş. Hekimlere saygımız sonsuz. Müthiş bir insanlık görevi yapıyorlar. Ama ya bu görevi layıkıyla yapmayanlar.
Hastalarının sağlığıyla oynayanlar... Onlara karşı Türkiye’de yeterli yaptırım var mı sizce!
Ne ‘Tabipler Birliği’nin, ne ‘İl Sağlık Kurulları’nın bu konuda bir talebi var, ne de talepleri olsa bile ellerinde bir yaptırım gücü.
Hastane hatasından göz göre göre canını, organını kaybeden insanlar yıllarca mahkeme kapılarında sürünüyorlar. Sonunda alabilirse üç kuruş tazminat alıyor, bazen de borçlu çıkıyorlar.
Göz göre göre hata yapan, para hırsıyla gereksiz tedaviler uygulayan hekimlerin şikáyet edilebileceği doğru düzgün bir merci bile yok.
İlgili kurullar genelde hekimlerden oluşuyor ve onlar da birbirlerini ‘kolluyorlar’. Kollamasalar bile verebilecekleri bir ceza yok. Bir hekime meslekten men cezası vermek mümkün değil. En fazla 3 ay ceza verilebiliyor. Ki, bu ceza bile uygulanamıyor.
Hál böyle olunca dikkatsizlik, paragözlük geçerli oluyor.
Olan da hastalara, hasta yakınlarına, analara, babalara oluyor.
Canaydın gitsin diyenler parmak kaldırsın
GALATASARAY Başkanı Özhan Canaydın, ilk başkanlığından önce bir ‘arama konferansı’ düzenledi. Burada Galatasaray’ın geleceği projelendirilecekti. Konferans tam bir ‘geyik muhabbetine’ dönüştü.
Çıkan sonuç, 10 yılda 7 şampiyonluk ve 300 milyon dolarlık bütçe olarak açıklandı.
Güldüm. Niye 10 yılda 10 şampiyonluk değil, niye 500 milyon dolarlık bütçe değil diye takıldım.
Öyle ya, buna nasıl ulaşılacağıyla ilgili tek bir satır yoktu. Açık tribün taraftarı beklentisi düzeyinde bir arama olmuştu.
Başkan Canaydın’ı kulübe ilk getiren ve yönetime ilk girişinde benimle birlikte Ali Tanrıyar’a Canaydın’ı takdim eden Levent Yücel şöyle demişti o gün:
‘Benim bildiğim Özhan, bu konferansın sonuçlarını bir dosya yapar ama hiç açmaz. Yönetimi devrederken yeni başkana verip bunları bekliyoruz der.’
Tam öyle oldu.
Canaydın kendi aramasının sonuçlarını yok farz edip, spor kulübünü mektep derneği mantığıyla yönetmeyi tercih etti.
Ama çuvalladı. O kendi kendine ‘Kulübe saygınlık kazandırdık’ diyor. Gelsin kazandırdı mı, kaybettirdi mi bizim gibi sokakta dolaşan, tribünde bağıran Galatasaraylılara sorsun.
Ve bence madem böyle arama tarama işlerine meraklı, bir de anket yaptırsın. ‘Başkan olarak kalmamı isteyen var mı?’ diye sordursun. Bu anketten çıkacak sonuca göre de istifasını verip gitsin.
Bu arada mali durum nedeniyle yönetime talip olmaktan korkan Galatasaraylılara bir sözüm var.
Yönetimi devralmadığınız her gün Galatasaray’ın sorunları büyüyor. Özhan Canaydın’ın kaldığı her gün açık büyüyor.
Ya şimdi duruma el koyulacak ya da çok geç olacak. Galatasaray, Canaydın’ın yaptığı tahribatı 2 yılda onarır, 3 yıl sonra yine Avrupa’nın devlerinden biri olur.
Bu fikri paylaşanların bir an önce bir araya gelmesi kaydıyla...
AB kendiyle de kavgalı
AB’yi alfabenin ilk iki harfi zannettiği halde AB üzerine ahkám kesmeyi kendilerine hak görenler yıllarca ‘AB, Türkiye’yi bölmek istiyor. Bizden talep ettiklerini başkasından alamazlar. Böyle durmadan müzakere ve pazarlık mı olur’ diye söylenip durdular.
Ben ise o dönemde hep şunu yazdım:
‘AB ülkeleri bizim kadar birbirleriyle de mücadele ederler. AB içinde sürekli bir değişim ve sürekli bir pazarlık vardır. Herkes kendi çıkarları doğrultusunda taleplerde bulunur. Bunlar sadece bize değil birbirlerine de sürekli zorluk çıkarırlar.’
İşte son zirve, bu yazdıklarımın doğruluğunun kanıtı oldu.
AET’nin kuruluş yıllarında olduğu gibi Fransa ve İngiltere bir kez daha karşı karşıya geldiler. De Gaulle döneminde yıllarca AB’ye alınmayan İngiltere, şimdi AB’den bir kez daha dışlanıyor.
Yine büyük pazarlıklar, yine para kavgaları, çıkar çatışmaları... Fransa, elinden gelse İngiltere’yi AB’den atacak. Bu arada İngiltere bir yandan Türkiye’nin üyeliğine büyük destek veriyor, diğer yandan yaptığı bütçe çıkışıyla Türkiye’nin üyelik görüşmelerine büyük darbe vuruyor.
Görüleceği üzere AB içinde herkes kendi çıkarlarının kavgasını veriyor ve kimse kimsenin umurunda değil. Son zirvede yaşananlar, Türkiye’deki bazı kafaların AB mantığını daha iyi anlaması için ciddi bir ‘tecrübedir’.
Tabii anlamak isteyene.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Otomobil kullanmayı bile beceremeyenlere TIR emanet etmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2005
<B>BAŞBAKAN Erdoğan,</B> özelleştirme karşıtlarına vermiş veriştirmiş. <br><br>Bazı yerlerde çok da haksız değil. Devlete külfet olmaktan öte bir özelliği olmayan, mevcut yapısı değiştirilemeyen ve bu yüzden zarar eden işletmelerin satılması şart.
Yine Başbakan’ın dediği gibi eski Doğu Bloku ülkeleri bile bunu başardılar.
Ama Türkiye başaramıyor.
Çünkü kafalar almıyor.
Devletin malının peşkeş çekildiği söyleniyor.
Oysa bir satışta fiyat her zaman önemli değil.
Eğer satılacak şirket çağdışı kalmışsa, büyük yatırım ihtiyacı gerekiyorsa, uzun yıllardır zarar ediyorsa bazen ‘negatif fiyat’ bile oluşabilir.
Yani bırakın para almayı, malı alana açıktan destek bile verilebilir.
‘Sattırmam mantığı’ geçerli değildir. Önemli olan ‘değerine’ satıştır.
Bu değer bazen milyarlarca dolar da olabilir, bazen sıfır lira da olabilir.
Türkiye’yi sevenlerin bakması gereken satışın ‘piyasa kurallarına uygun’ yapılıp yapılmadığıdır.
Başbakan Erdoğan konuşmasında, aynen muhalefet gibi büyük yanılgıya düşmüş veya düşürülmüş.
O da bütün özelleştirmeleri ‘bir sepete’ koymuş.
Seydişehir Alüminyum, SEKA İzmit gibi kuruluşlardan söz ederken, araya Ereğli Demir Çelik’i de katmış.
İşte burada yanılmış ve bence muhalefetin eline de büyük bir ‘koz’ vermiş.
Özelleştirme kuyruğundaki diğer tesislerin pek çoğunun aksine, Erdemir kárlı bir şirket.
Büyüme potansiyeli olan, bu potansiyeli kendi kaynaklarını kullanarak becerebilen, her yıl ciro ve kárını artıran, kimsenin sırtına yük olmayan bir kuruluş.
Kárlı kuruluşlar satılamaz mı?
Satılır elbet. Çok da güzel satılır ama değerine satılır.
Erdemir’i diğer kuruluşlarla aynı kefeye koyan Başbakan Erdoğan’a sormak isterim, diyelim ki bir evi var. Bu ev yılda altı milyar lira kira getiriyor.
Sayın Başbakan bu evi üç yıllık kira bedelinden biraz fazla olan 20 milyar liraya satar mı?
Erdemir’de durum tam bu.
Hatta bir de fazlası var. Erdemir iki yıl içinde kapasitesini iki misline çıkaracak. Yani ev iki misli büyüyecek.
Satar mı?
Satarım diyorsa, ben Başbakan Erdoğan’ın evine bu şartlarla talibim.
Evini bana satarsa, Erdemir’i de satsın.
Üstelik ev kendi malı, Erdemir ise hepimizin.
Beyzbol sopasıyla fair play
İSTANBUL ’un en sevdiğim yerlerinin başında Kapalıçarşı gelir.
Cumartesi günü biraz keyif yapmak için Kapalıçarşı’daydım.
Çarşı baştan başa Fenerbahçe bayraklarıyla donatılmış.
Bir Galatasaraylı olarak altlarında dolaşmak ağırıma gitti doğrusu.
Ama yapacak bir şey yok. Şampiyon onlar.
Ancak Kapalıçarşı’da pek dolaşamadım. Çünkü adım başı Galatasaraylılar yolumu kesti.
Yönetime verip veriştiriyor, ‘Ne olacak bu Galatasaray’ın hali’ diyorlardı.
Sonunda dayanamayıp eve geldim.
Akşamüzeri fanatik Fenerbahçeli bir arkadaşımın tarafımdan ‘Galatasaraylı yapılmış’ oğlu uğradı.
‘Fatih Abi, acaba seni dinleyip hata mı ettim. Herkes dalga geçiyor’ dedi.
‘Sen onlara kulak asma. Bizim başarılarımıza ulaşsınlar sonra konuşsunlar’ dedim.
Ama dün sabah gazeteyi elime alınca utandım. Hayatımda ilk kez Galatasaraylı olmaktan utandım.
Kendi hatasından, kendi işbilmezliğinden en iyi oyuncusunu elinden kaçıran Galatasaray yönetiminden birkaç kişi Ribery’nin Fransa’daki evine gitmişler.
Sonra da yanlarında bulunan eski menajer beyzbol sopasıyla Ribery’e saldırmış.
Bu olabilecek ayıpların en büyüğü.
Burası Türkiye’nin en kaliteli kulübü mü, yoksa Rus mafyasının kontrolündeki bir kulüp mü?
Bu mu ‘en ananeci’ Özhan Canaydın’ın yönetimindeki Galatasaray.
Bu mu Özhan Canaydın’ın pek meraklı olduğu ‘Fair play’?
Özhan Canaydın bu kulüpte üç yılda üç yüzyıllık tahribat yapmayı başaran başkan olarak tarihe geçti bile.
Biraz özsaygısı ve bir damla Galatasaray sevgisi var ise yarın istifa etmesi lazım.
Ama biliyorum ki etmeyecek.
Kim bilir, bir beyzbol sopalı adam da bana yollarlar.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yapmak kadar yapamadığını itiraf edip çekilmenin de onurlu bir davranış olduğunu idrak ettiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2005
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>günlerde Türkiye’nin en önemli mal varlıklarından Ereğli Demir Çelik Fabrikaları’nın <B>‘ucuza’</B> satılmaması için Başbakan’ı uyaran bir yazı kaleme aldım. ‘Satılmasın’ demiyordum. Sadece ‘Ucuza satılmasın’ diyordum.
Çünkü Ereğli’nin kapasitesi önümüzdeki iki yıl içinde yüzde yüz artacakken, dünya çelik devleri, dünya çelik piyasası bu kadar hareketli değilken Erdemir için yıllar önce belirlenen 2 milyar dolarlık fiyattan bu tesisi ‘kapmak’ istiyorlar.
Konuyla ilgili bakanlar ise 2 milyar doların cazibesine kapılıp, asıl değeri göz önüne almadan bu satıştan yana duruyorlar.
Hal böyle olunca, ben de bu konulardaki hassasiyetini yakından bildiğim Başbakan Erdoğan’ı uyarma ihtiyacı hissettim.
Benim bu uyarıyı yaptığımın ertesi gün, bir gazeteci, CNBC-e isimli kanalın ekonomi müdürü, İMKB’de düzenlenen konferansta eline benim yazıyı alıp, ‘Biz böyle sorumsuz gazetecilik yapmıyoruz’ diyerek bana vermiş veriştirmiş.
Onun sorumsuz gazetecilik dediği şey, bu ülkenin ‘değerli’ mal varlıklarının ucuza peşkeş çekilmesini önlemekse ‘Evet ben sorumsuz gazeteciyim.’
CNBC-e’nin ekonomi müdürü olan bu kardeşime sormak isterim, sorumlu gazetecilik 4 milyar dolarlık bir malın 2 milyar dolara satılmasına ‘Evet’ demek midir!
O yazıda sorumsuzluk olarak nitelenebilecek ne var?
Rakamlar mı yanlış? Değil. Geçen yıl 600 milyon dolar kár eden bir kuruluş 3 yıllık kárı karşılığında satılır mı? Bu mu koskoca kanalın ekonomi müdürünün bilgisi.
Ya da ekonomi servisi müdürü olmak, birtakım ‘finans’ çevrelerine ve çokuluslu şirketlere ‘şirin’ görünmek uğruna memleketin peşkeş çekilmesine göz yummayı mı gerektiriyor.
Bizi ‘sorumsuz gazeteci’ olarak niteleyen bu kardeşim kendini ‘sorumlu’ gazeteci olarak görüyorsa evet ben sorumsuz gazeteciyim.
Ve galiba bu tiplerle ‘sorunlu’ gazeteciyim.
Yarın bizim günümüz
ELBETTE ki, değerimiz annelerle kıyaslanamaz.
Tabiidir ki, bazı istisnalar dışında anneler kutsaldır.
Ama babaları da unutmayın.
Onlar da çocuklarını, bazen göstermekte biraz güçlük çekseler de, anneler kadar severler.
Siz de yarın babanızı unutmayın. Üstelik babaların kalbini kazanmak, annelerinkini kazanmaktan çok daha kolaydır.
Bir öpücük yeter...
Ercanmania
GAZETELER geçen haftayı ‘Ercan Arıklı Haftası’ ilan ettiler. Sevgili Arda Uskan’ın Arıklı’yı anlatan kitabından yapılan alıntılar geçen hafta sürmanşetlerdeydi.
Ben anlatılanların ‘etik’ boyutuna girmeyeceğim. Dünyanın her yerinde böyle kitaplar yazılıyor. İçinde de kirli-temiz her türlü çamaşır bulunuyor.
Benim derdim başka.
Ercan Arıklı, Türk milletini bu kadar ilgilendiriyor mu diye sormak istiyorum.
Siz okurlar kaçınız rahmetli Ercan Arıklı’nın özel hayatını bu kadar merak ediyorsunuz.
Onu geçtim, acaba kaçınız Ercan Arıklı’yı tanıyorsunuz.
Biz gazeteciler tanıdığımız ve bildiğimiz için sizin de bizim kadar ‘Arıklı meraklısı’ olduğunuzu düşünüyoruz galiba.
Ama biliyorum ki, pek de umurunuzda değil.
Haksız mıyım!
CHP iyi muhalefet yapmaya başladı
CHP’nin muhalefet düzeyi bence giderek yükseliyor.
Geçen hafta Deniz Baykal Teke Tek’teydi.
Program geç yayınlandığı için çok izlenemedi ama izleyenlerin pek çoğu Baykal’ın programdaki performansını ‘inanılmaz’ buldular.
Zaten geçen hafta gündemi oluşturan ‘Damat Ferit benzetmesi, başörtüsü türban ayrımı, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı, cumhurbaşkanlığı seçiminden önce erken seçim’ konularının hepsini Baykal Teke Tek’te dile getirdi.
Sadece o değil, 17 Aralık zirvesinden beri CHP ‘yakın takip’ muhalefeti yapıyor.
Her gün düzenli olarak grup başkan vekili veya genel başkan yardımcısı düzeyinde bir basın toplantısı yapıyor, gündemi oluşturuyor ve Başbakan veya iktidar partisi yetkililerini kendilerine cevap vermeye zorluyorlar.
Bu basın toplantıları o kadar etkili olmaya başladı ki, Başbakan Erdoğan kendi partisine de her gün düzenli olarak benzer bir basın toplantısı düzenlemeleri talimatını verdi.
CHP Meclis’teki büyük sayısal farka rağmen, dışarda iyi muhalefet yapmaya başladı.
DYP ve ANAP’ın da CHP’yi örnek alması gerek.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Galatasaray’ı bazı Galatasaraylılardan kurtarmanın Galatasaray’ı kurtarmak anlamına geleceğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2005
<B>DÜN </B>akşam Nişantaşı’nda yemek yiyorum. Yan masada üç genç. <br><br>Futbol konuşuyorlar. İkisi Galatasaraylı gibi, biri Fenerbahçeli. Sonra Fenerbahçeli olan bana döndü ve ‘Fatih Abi, Ribery de gitmiş doğru mu?’ dedi.
Şaka yapıyor zannettim.
Galatasaraylı olan, ‘Yok abi doğru. Babamın yönetimde arkadaşı var. Az önce konuşmuş’ dedi.
Yine inanamadım.
Telefona sarılıp futbol şubesiyle ilgilenen yönetici kardeşim Ali Gürsoy’u aradım.
Ali daha ben sormadan, ‘Doğru abi, gitti. Marsilya’nın internet sitesine bile girmiş’ dedi.
Zaten aynı anda telefon susmadan çalmaya başladı.
İlk arayan Hasan Cemal oldu: ‘Doğru mu?’
‘Doğru Hasan Abi.’
Ardından Burak Elmas, Ali Dürüst, gazeteciler, Galatasaraylılar.
‘Doğru mu?’ ‘Doğru’
Sonunda telefonu kapattım.
İştahım kesildi. Garson geldi. ‘Fatih Bey, Ribery de gitti. Bu yönetim ne zaman gidecek’ dedi.
Lahavle deyip kalktım.
Otomobile doğru yürüyoruz. Belki elli kişi yolda soruyor. Fenerlisi gülerek, Galatasaraylısı üzülerek. Gece uyumadım desem yeri.
Özhan Canaydın yönetiminin 3 yıldır yaptığı tek doğru iş, Ribery transferiydi. O da yarım sezon dayandı.
İşin aslı şu: Yabancı futbolcular, Türk takımlarıyla anlaşırken menajerler, oyuncunun belirli bir süre parasını alamaması halinde serbest kalacağına ilişkin bir maddeyi sözleşmelere koyuyorlar.
Geçmişte bu madde Felipe’nin sözleşmesinde de olduğu için Felipe kaçıp gitti. Galatasaray ne Felipe’yi geri getirebildi, ne de parasını geri alabildi.
Para eden, pazarı olan futbolcu bu maddeyi kullanıp gidiyor. Pazar bulamayan, sonunda parasını nasıl olsa alacağı için kalıyor.
Ribery de para ettiği için bu maddeden faydalanıp ‘tüydü’. Şimdi Galatasaraylı dostum Mehmet Helvacı çıkıp ‘Gidemez’ diyor. Çünkü, üç ay önce yönetim, futbolculardan ‘Alacağımız yoktur’ diye imzalı bir káğıt almış.
Mesele şimdi FIFA’lık. Bakalım o káğıt bir işe yarayacak mı?
Keşke yarasa; ama bence yaramayacak. Aynen Felipe gibi Ribery de gitmiş olacak.
Ribery geri dönerse ben yönetimden özür dileyeceğim. Eşeği kaybedip sonra bulmayı bile başarı olarak görerek özür bile dileyeceğim.
Peki ya Ribery dönmezse.
Geçen yıl ikinciliği, bu yıl da üçüncülüğü başarı olarak açıklayan bu ‘düşük çıtalı’ yönetim istifa edecek mi?
Yoksa Galatasaray’ı yok etme konusundaki gayretleri sürecek mi?
Türbandan kimse medet ummasın
BİRTAKIM ‘İslamcılar’ türban meselesini kaşıyarak siyasi malzeme haline getirmeden, Türkiye’nin böyle bir sorunu yoktu.
AKP bu sorunun ‘zamanla’ ve ‘toplumsal uzlaşmayla’ çözülebileceği günü beklemek için tabanının radikal kesimine bile yüz çevirdi.
Ancak türban, siyasi malzeme haline gelmişti bir kere.
Bu kez karşı taraf bunu siyasi koz olarak AKP’ye karşı kullanmaya başladı.
Üstüne üstlük, geleneksel başörtüsünü bile türban sınıfına sokup cepheyi iyice genişlettiler.
AKP’yi yıpratmak için, gerginlik oluşacağını bile bile, bunun ülkeye yarar sağlamayacağını göre göre türbanı, hatta başörtüsünü kullanmaya başladılar.
Bu karşılıklı kullanma ülkeye yarar getirmez.
Yarın AKP iyice gerilip, ‘Tamam, ben bunu referanduma götürüyorum’ derse ne olacak?
Bu ülkede yeni bir gerilim, yeni bir kargaşa yaratmayacak mı? Bu memleket bu gerilime sizce hazır mı?
Pis bir pist
ATATÜRK Havalimanı’na yapılan ikinci pist dün Hürriyet’in manşetindeydi.
Yaklaşma yolundaki binalardan ötürü pist kullanılamıyormuş.
Güldüm. Binalar olmasa da o pist bir işe yaramayacak. Ve ben bunu yıllar önce yazdım.
Çünkü iki pist arasındaki mesafe standartların altında olduğu için o pist ancak yedek pist olabilir.
Ve pist inşa edilirken de bu biliniyordu.
O pisti şimdilerde Yüce Divan’da yargılanan bir siyasetçi, yakın dostu bir müteahhidi bataktan kurtarmak için yaptırdı. Gerçi müteahhidin kurtulmasına yetmedi ama devletin trilyonlarına mal oldu.
O pistin hikáyesini biraz yazayım da ‘aklınız’ dursun.
O pisti birileri şöyle bir incelemeye alsa, bakın altından neler çıkar.
Yanlış hatırlamıyorsam, pist o dönemde 1 trilyon liraya ihale edilince ben ‘Bu paraya bu iş olmaz’ diye kıyamet koparmıştım. Çünkü fiyat ‘dikkat çekecek kadar’ düşüktü.
Nitekim daha inşaat başlar başlamaz, avans olarak verilen hakediş miktarı, ihale bedelinin 5 katıydı.
Pistte hafriyat miktarı yüksek gösterilmiş, 2 kilometre öteye götürülen toprak 40 kilometreye taşınmış gibi rapor edilmiş, pistin dolgusunda kullanılan hafriyat aynı yerden alındığı halde uzaktan geldi gibi gösterilmiş ve büyük bir rezalet yaratılmıştı.
Şimdi o piste binalar yüzünden uçaklar inemiyormuş. Binalar yeni değil ki. Pist projelendirilirken de o binalar oradaydı.
Ama zaten o pist, uçak insin diye yapılmadı ki...
Birilerini kaldırmak için yapılmıştı. Ona bile yaramadı.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Hedefi yüksek toplumlar, hedefi alçak adamları lider yapmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2005
<B>BİZİM </B>Kokpit <B>Uğur Cebeci’</B>nin oğlu Sevgili <B>Bulut, </B>geçtiğimiz günlerde dünyanın en iyi mimarlık okullarından biri olan <B>‘Rhode Island School of Design’</B>dan mezun oldu. Uğur da törene katılmak için oradaydı.
Dönüşte törende meydana gelen bir olayı anlattı:
Diploma töreni sırasında mezunlardan biri sahneye çırılçıplak çıkmış. Okulun dekanı da diplomayı verdikten sonra konuklara dönmüş ve ‘Biz burada en yaratıcı çocukları eğitiyoruz. Yaratıcı olunca biraz da deli olmalarını normal karşılıyoruz’ demiş ve gülmüş. Tabii konuklar da.
Uğur Cebeci’nin bunu anlattığı gün Edirne’de bir okulda resim sergisi vardı ve okul müdürü bazı nü resimleri ‘edebe aykırı’ olduğu gerekçesiyle sergiden kaldırtıyordu.
‘Hey Allahım nelerle uğraşıyoruz’ derken önceki gün Erzurum’dan bir haber geldi. Başörtülü bir anne, evladının diploma törenine başı örtülü olduğu gerekçesiyle sokulmamıştı.
Oysa annenin başındaki türban değil (türban olsa ne fark eder), pek çoğumuzun annesinin, büyükannesinin başında bulunun türden bir başörtüsüydü.
Bir kez daha ‘Nelerle uğraşıyoruz’ diye hayıflanırken, Kocaeli’nden gelen görüntülerde kara çarşaflı bir başka anne, tören alanında çocuğunun mezuniyetini fotoğraflarken görülüyordu.
Dün de Bursa’da başı bağlı anneler, sahnede çocuklarına diploma verdi.
Anlayacağınız tam bir karmaşa, tam bir keşmekeş.
Türkiye’nin tüm sorunları bitmiş gibi acayip işlerle uğraşıyoruz.
Bu rezilliğe artık bir son vermenin zamanı.
Kimsenin zorla baş açtırmaya hakkı yok; ama unutulmamalı ki, kimsenin zorla baş kapattırmaya da hakkı olmayacak.
Kıbrıs Havayolları’nda ahlak bekçisi var
KKTC’nin milli havayolu ‘Kıbrıs Türk Hava Yolları’, KKTC’nin kontrolünde gibi görünse de, aslında yönetiminde Türkiye’nin büyük etkisi var.
O nedenle de bu havayolu şirketindeki önemli yöneticiler, Türkiye’nin onayı olmadan atanmıyor.
Şimdilerde KTHY’nin genel müdür vekili ve yönetim kurulu koltuğunda oturan kişi ‘Ankara’dan onaylı’, Sadettin Gezmek.
Kıbrıs Türk Hava Yolları, 8 ay kadar önce yaptığı bir ihaleyle uçaklarında dağıtılan derginin haklarını sattı.
Bu hakları alan şirket, dergiyi hazırlayıp uçaklara koyacak, bunun için de KTHY’ye önemli miktarda para ödeyecek.
Masraflarını da dergiye alacağı reklamlardan çıkaracak.
Ancak ortada ciddi bir sorun var.
Dergiyi hazırlayan yayıncılar, bu dergiye her reklamı alamıyorlar.
İki tür reklam yasak.
Bunlardan biri ‘mayo reklamları’, diğeri ise alkollü içecek reklamları.
Deniz, güneş ve eğlence pazarlayan turistik bir adaya giden yolculara, mayo ve içki reklamı yapamıyorsunuz.
Sadece bu kadarla kalsa iyi. Diğer bütün ilanlar da Genel Müdür Vekili Sadettin Gezmek’in onayından geçmek zorunda.
Gezmek, ‘müstehcen’ bulduğu reklamların yayınlanmasına izin vermiyor.
Bu kapsamda bazı parfüm ve saat reklamlarını bile engellemiş.
Genel Müdür Vekili, her reklamı inceliyor. Müstehcen bulduğu tarafları düzelttiriyor ve daha sonra yayınına izin veriyor.
Casino reklamlarına ise şimdilik izin var ama bir şartla: Krupiye kızların seksi görüntüleri ilanda kullanılmayacak.
Böyle bir ‘kafa yapısı’, bir havayolu şirketinin tepesinde oturuyor.
Ne diyelim!..
By-pass tartışması büyüyor
‘BY-pass mı Stent mi’ başlıklı ilk yazımda ‘Bu konu epey tartışılacak’ demiştim.
Haklı çıktım.
Dün Sabah Gazetesi, müthiş bir ‘komplekssiz gazetecilik’ örneği vererek benim yazımı, adımla sanımla ve hatta fotoğrafımla manşete çekmiş.
Dün erken saatte Kanal D’de bir arkadaşım, ‘Sabah’ın manşetindesin’ deyip gazeteyi önüme fırlattı.
Başlığı görünce, ‘Eyvah ne oluyoruz’ dedim; çünkü manşette fotoğrafım ve üzerinde ‘Ağır İtham’ başlığı yer alıyordu.
Okuyunca bana yönelik bir haber olmadığını, benim yazdığım bir yazının manşete taşındığını gördüm.
Bu tartışma gerçekten büyüyor.
Ben ise bu konuya birkaç gün ara verip sonra tam gaz olayın farklı boyutlarıyla üzerine gideceğim. Ara vermemin nedeni ise Türk Kalp Damar Cerrahisi Derneği’nin bu konuda benimle görüşmek istemesi.
Onları da dinleyip ardından olayın sosyal sigorta kuruluşları dahil tüm boyutlarını masaya yatıracağım.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Bir yöneticiye musallat olabilecek en kötü hastalığın hipermetrop olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2005
<B>HAVUZ </B>problemleri, Türk Milli Eğitimi’nin vazgeçilmez bir parçasıydı. Artık Türk futbolunun vazgeçilmezi oldu. Fenerbahçe sözcüleri, geçtiğimiz sezonun sonlarına doğru ‘Anadolu kulüplerine şirin gözükmek için’ naklen yayın gelirlerinin eşit paylaşılacağı anlamına gelen açıklamalar yaptılar.
Bu açıklamalar üzerine Anadolu kulüpleri heyecanlandı ve yıllar önce ‘binbir zorlukla’ çözülmüş olan naklen yayın havuzu gelirlerinin paylaşımı konusu yeniden gündeme geldi.
Milletvekilleri ve bakanlar sayesinde konu birdenbire popülist siyaset meselesi haline getirildi.
Şimdi kuyuya atılan bu taş çıkarılmak isteniyor.
Ele alınan örnekler ise Avrupa’nın bu gelirleri nasıl paylaştığı üzerine.
İyi ama Türkiye’deki futbol taraftarlığı yapısı Avrupa’ya hiç benzemiyor.
Avrupa’nın hiçbir kulübünün, bazı küçük istisnalar dışında ülke geneline yayılmış bir taraftar kitlesi yok.
Orada taraftar sayıları ve kulüplerin ülke ligindeki ağırlıkları birbirine yakın.
Özellikle Türkiye’nin yeni sistemde örnek alır gibi yaptığı İngiltere liginin Türkiye ligi ile uzak yakın benzerliği yok.
Türkiye’de Galatasaray ve Fenerbahçe ligin ağır yükünü taşıyorlar.
Onu Beşiktaş, arkadan da Trabzonspor takip ediyor.
Bu takımların marka değeri, izlenme oranları, televizyon yayınlarına getirdikleri katma değer, diğer kulüplerin kat be kat üzerinde.
Üstelik bu durumun takımların başarısıyla ilgisi de yok. Yenilse de, yense de, bu takımlar ‘büyük’.
Hal böyleyken eşit paylaşım, büyük kulüplerin kabul edemeyeceği bir gerçek.
Eğer eşit paylaşım olacaksa, büyük kulüpler havuzdan çıkmalı.
Çıkmak zorunda.
Çünkü o zaman büyükler olmadan ligin değerinin kaç para olacağı anlaşılacak ve herkes sesini kesecek.
Bunun karşılığında belki birkaç yıl büyük takımların maçları yayınlanamayacak ama hesap da ortaya çıkacak.
Büyük kulüpler bir iki yıl, eşit paylaşımla ‘devede kulak’ boyutuna gelecek naklen yayın gelirinden mahrum kalma pahasına bu gerçeği göstermeli.
Başka çare yok.
İyiyi de, kötüyü de
BAŞBAKANLIK sözcüsü Mehmet Akif Beki aradı. Mehmet Akif, sözcülük görevine getirildiğinde çok eleştiren oldu.
Ben öyle düşünmedim.
Çünkü tanıdığım Mehmet Akif Beki, yurtdışı tecrübesi olan, yabancı dil bilen, son derece sıcak ilişkiler kurabilen ve açık fikirli bir gazetecidir. Başbakan’ın basın danışmanları arasında yer alması son derece doğru bir karardır. ABD’de de yönetimlere yakın genç profesyonellerin bu gibi görevlere getirildiği biliyoruz.
Neyse lafı uzatmayalım, Mehmet Akif Beki aradı ve ‘Fatih Bey, bütün Batı basınında çıkan en sert yazıyı bulup köşenize taşımışsınız’ dedi.
The Times’ta yayınlanan ve benim alıntı yaptığı yazıyı kastediyordu:
‘Peki Mehmet Akif, bu yazı yazılmadı da ben mi uydurdum’ dedim.
‘Yazıldı yazılmasına da olumlu yazılar daha fazla’ dedi.
Ben güldüm.
‘Onları zaten Tayyip Bey’e gösteren çok olmuştur, ben bu yazıyı da görsün istedim’ dedim.
‘Ama bu yazı haksızlık derecesinde ağır’ dedi.
‘Haklı olabilirsin ama bak’ dedim, ‘ABD’nin en önemli iki gazetesinde Post ve NY Times’ta, İngiltere’de The Times’ta üç karşıt yazı. Bunlar herhangi gazeteler değiller. Bunlar yönetimlerin trendini gösteren gazeteler’ dedim ve ekledim:
‘Bunları görmezden gelir ve olumlu yazılanları dikkate alırsanız hata yaparsınız.’
Beki de benim haklı olduğumu biliyordu.
‘Alıyoruz. Merak etmeyin’ dedi.
Başbakanlık Basın Sözcüsü ile konuşmamızda dünkü yazımı da ele aldık. Başkan Bush’un, Başbakan Erdoğan’ın özellikle Suriye ile ilgili önerilerine kayıtsız kalmadığını, tam aksine Büyük Ortadoğu Projesi’nin geleceği ile ilgili olarak Erdoğan’ın görüşlerini dikkate aldığını gösterdiğini ve Suriye konusunda Türkiye’nin ‘demokratikleştirme tezi’ne sıcak yaklaştığını da aktardı.
NOT: Başbakanlık Sözcüsü Mehmet Akif Beki yabancı basında çıkan haberleri derleyip yolladı. Olumlu olumsuz dengesi var. Bush’un Türkiye’ye yeterince öneri götürmediği ve Türkiye’nin taleplerine duyarsız kaldığı pek çoğunda vurgulanıyor.
Eğlence yerinde silahın işi ne
REINA’nın patronu Mehmet Koçarslan iki yıldır yırtınıyor: ‘Eğlence yerlerine silahla girmeyi yasaklayalım’ diye.
Ama kulak veren olmadı.
Tam aksine, geçen yıl pek çok eğlence yeri kana bulandı. Pek çok genç hayatını kaybetti.
Koçarslan haklı olarak, ‘Buralarda alkollü içki satıyoruz. Biraz içki, biraz stres her an bir olay patlayabiliyor. Vay bana yan baktın, vay yanımdaki kıza baktın, kız sana baktı derken gerginlikler oluşuyor. Belde silah olunca olayın önü alınmıyor. Burası eğlence yeri. Nasıl ki, maça, stada silah sokulamıyorsa buralara da sokulmasın.’
Koçarslan haklı.
Ben de onu soruyorum: ‘Kapıda silahla sokmayın.’
‘O da zor’ diyor. ‘Çünkü yasal bir engel olmadığı için gelen kapıda silahını teslim etmek istemiyor. Kilitli dolaplar yaptırdık, silahını koyan anahtarını kendi alıyor ama buna rağmen sorun oluyor. Ayrıca ben silahlı sokmuyorum ama başka yerler sokuyor. Genel bir çözüm lazım.’
Koçarslan’ın önerisi açık: ‘Bir yasal düzenleme yapılsın ve buralara silahla girmek yasaklansın.’
Bence haklı. Sizce...
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yapmaya çalıştığımız işleri bozanlara müsamaha göstermediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2005
<B>BAŞBAKAN Erdoğan’</B>ın ABD gezisinde ekibinde yer alan isimlerden biri aradı. <B>‘Başbakan’ın ABD gezisi son derece başarılı geçti. Amaçlanan her şey gerçekleşti’</B> dedi. ‘Amaçlanan neydi?’ diye sordum. ‘Irak, PKK, Suriye ve İran konularında Türkiye’nin düşüncelerini aktarmaktı. Bunu da başardık’ dedi. ‘İran’la ilgili basına yansıyan bir durum olmadı ama özellikle Suriye konusunda ABD tarafı bizim yaklaşımımızdan pek de memnun kalmamış’ dedim. ‘Yoo, böyle bir şey söz konusu değil’ diyerek anlattı: ‘Aslına bakarsanız gezi çok olumlu geçti. Şu kadarını söyleyeyim bazı çevreler gezinin bu kadar başarılı ve yapıcı olmasından, ABD yönetiminin Türkiye’nin önerilerini dikkate almasından rahatsız olup tersine bir lobi oluşturma çabasına girdiler. Bardağın boş tarafını göstermeye çalışıyorlar. Ama gerçek durum bu değil.’
Güldüm. ‘Yabancı basını okumuyorsunuz galiba. Post’ta, New York Times’ta ve hatta İngiliz basınında çok olumsuz yazılar çıktı’ dedim.
‘İşte benim de kastettiğim bu. Bazı lobiler bizim fikirlerimizin ciddiye alınmasından rahatsızlar. İlişkileri gergin tutmak istiyorlar. Özellikle Suriye konusu hiç de zannedildiği gibi değil’ dedi.
‘Siz görüşmelerde yer aldınız mı?’ diye sordum.
‘Elbette’ dedi. ‘O zaman ne konuşuldu, nasıl konuşuldu anlatın’ dedim. Detaya girmeden anlattı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Başkan Bush’a Suriye ile ilgili tavsiyelerde bulunmuş ve mealen şöyle demiş: ‘Irak’ta bir düzen vardı. Irak’ın sorunu sistem değil, sistemin başındaki adamdı. Sadece adamı değiştirip sistemi korusaydınız bugün Irak’ta bu kadar sıkıntılı bir durumda olmazdınız. Suriye’de ise tam tersi bir durum var. Beşar Esad, Suriye’de liderlik yapabilme kapasitesine sahip en iyi isim. Ancak Suriye’de sorun adamda değil sistemde. Suriye’de Beşar Esad’a yardımcı olup, sistemi geliştirmek ve değiştirmek hem bölge, hem de dünya için çok daha doğru bir yol. Suriye’yi karıştırarak çözemezsiniz. Suriye’yi Esad’a yardımcı olarak demokratik ve barışçı bir ülke haline getirebiliriz. Başka her türlü yol bölgede sıkıntıyı ve tansiyonu artırır.’
‘Peki Tayyip Bey bunları söyleyince Bush ne dedi?’ diye sordum. ‘Dinledi’ dedi.
‘Onayladı mı, aynı fikirde olduğunu söyledi mi?’ diye tekrar sordum. ‘Dinledi ve farklı bir bakış açısını duydu. Büyük ihtimalle etkilendi’ dedi. ‘Bakın ben bunları yazarım. Bunların da bilinmesi lazım. Ama ben ABD’nin Suriye ilgi ilgili sıkıntılarının sizin düşündüğünüz gibi olmadığına inanıyorum. Bu nedenle Bush sizi dinlemiş olabilir ama bu aynı fikirde olduğu anlamına gelmez’ dedim.
Türkiye son dönemde ‘değişik’ bir dış politika izlemeye başladı. Bu dış politikanın Dışişleri Bakanlığı’nın oda ve koridorlarında oluşturulmadığını ‘adım gibi’ biliyorum. Ancak Başbakan’ın da bu ‘eserekli’ dış politikanın Türkiye’yi taşımadığını, dünya gerçekleriyle bağdaşmadığını bilmesi gerekiyor. Elbette ki, uygulanan dış politikanın hedefleri kulağa ve vicdanlara hoş geliyor olabilir. Ama dünya gerçekleriyle bağdaşmadığı ve Türkiye’yi uzun vadede çok sıkıntıya sokacağı da bir gerçek.
Türkiye’de açık kalp ameliyatı dediler İsviçre’de yarım saatte hallettiler
GEÇTİĞİMİZ günlerde ‘By-pass mı, stent mi?’ diye sormuş ve ABD’de yaşayan bir Türk kardiyoloğun fikirlerini aktarmıştım. Profesör Dr. Bingür Sönmez de bana bir yanıt yollamıştı. Bu konuda pek çok faks ve telefon alıyorum. Dün arayan bir okur yaşadıklarını aktardı:
‘Eşimin geçirdiği bir rahatsızlık sonucu kalbinde bir delik olduğu ortaya çıktı. Hemen Türkiye’nin en önemli kalp cerrahlarından birine başvurduk. Çocuk yaşlarda bu ameliyatın çok kolay olduğunu ama ileri yaşlarda ortaya çıkan böyle durumlarda hastaya açık kalp ameliyatı uygulandığını söyledi. Yaklaşık 4-5 saatlik bir ameliyat yapılacağını, göğüs kafesinin açılacağını, kalbin durdurulup vücudunun soğutulacağını, sonrasında deliğin onarılacağını söyledi. Açıkçası korktuk ve paniğe kapıldık. Daha sonra bir dostumuz bu ameliyatların ABD’de çok daha basit yapıldığını söyledi. Araştırdık, doğruydu ama eşimin durumu nedeniyle ABD’ye gidemedik ve İsviçre’ye gittik. Burada açık kalp ameliyatı şeklinde yapılacağı söylenen operasyon İsviçre’de anjiyo gibi, kasıktan kalbe girilerek yarım saatte halledildi. O kadar basit oldu ki, lokal anestezi yeterli oldu. Hastanede bir tam gün bile kalmadık. Daha sonra ameliyatı yapan Profesör Maier’e bu ameliyatın Türkiye’de açık kalp ameliyatı olarak önerildiği söyledik ve Türkiye’ye bu teknolojiyi niye öğretmiyorsunuz diye sorduk. Yanıt ibret vericiydi. Prof. Maier, ‘Türkiye’de bu teknoloji biliniyor. Ancak hastaneler ve cerrahlar bu teknolojiye karşılar. Çünkü çok ucuz’ dedi. Bu yanıt bizi şoke etti. Biz size bilgi veren kardiyoloğun doğru söylediğine inanıyoruz. Çünkü burada bize ameliyat için yaklaşık 25 milyar liralık bir harcamadan söz etmişlerdi. Oysa biz iki kişi İsviçre’ye gittik. Bir hafta kaldık. Yedik, içtik, ameliyat olduk ve bu kadar para harcamadık.’
Değerli okurlar konunun başka boyutları da var. Onları da önümüzdeki günlerde aktarmaya devam edeceğim.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Sadece iyileri duymak isteyenler, kötüleri yaşamaya hazır olmaları gerektiğini anladıkları zaman.
Yazının Devamını Oku