Konsey, Türkiye’de yatırım yapan ya da yapmayı düşünen büyük uluslararası şirketlerden oluşuyor. Bu kez sayı ve tepe yönetici eksikliği olsa da, yabancı sermaye açısından kritik öneme sahip bir toplantı olduğu kesin.
Başbakan Yıldırım toplantıda “Sizden şunu istiyorum; burada her şeyi açık açık söyleyin siyaset yapmayın. Söylersek şikayet anlamına gelir, bundan sonra işlerimiz zora girer diye düşünmeyin, gerçekleri bizden saklarsanız olmaz” dedi.
Aynı gün Türkiye’de yatırımı olan bir yabancı şirket temsilcisi ile sohbet imkanı buldum. Başbakanın toplantıda söylediklerini konuşurken, konu mevcut siyasi ortam ve demokrasi eksikliğinden etkilenmelerine geldi. Şirket üst yöneticileri sahadaki, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki sıkıntıların kendilerini nasıl olumsuz etkilediğini çalışanları ile paylaşıp, uyarıda bulunuyorlarmış. Bugünlerde şirket çalışanlarının toplu gösterilerin yakınlarında bulunmamalarını isterken, yanı sıra sosyal medyanın çok sıkı takibe alındığını, çalışanların sosyal medyayı kullanırken çok dikkatli davranmalarını ister noktaya gelmişler.
Bu arada aynı şirketin faaliyetlerinin bölgede geçen haftaki internet kesintilerden etkilendiğini öğrendim. Bölgedeki çalışanları ile iletişim için yoğun biçimde kullandıkları internetin kesilmesi nedeniyle işlerin aksamasından şikayet ediyorlardı.
Bankacıların ortak görüşü, böylesi bir dönemde en uygun davranışın bu olduğu yönünde.
Dün Bankalar Birliği Başkanı (TBB) aynı zamanda Ziraat Bankası Genel Müdürü Hüseyin Aydın’ın açıklamalarını okuyunca, bu tavrı açıkca hissettim. Şahsen ben de bir kamu bankası genel müdürünün sektörü temsil etmesine soğuk bakmıştım ama bu dönemde böyle bir formülün daha geçerli olduğunu görüyorum. Bankacıların da bu görüşte olduğunu biliyorum. Bu kanının oluşmasında Aydın’ın teknisyen ve uzlaşmacı kişiliğinin katkısı açık. Çünkü bir yandan bankaların ortak sorunları, yumuşak bir tonda da olsa, yönetime ve kamuoyuna yansıtılıyor. Öte yandan Hükümetin talepleri karşı tarafa, yine yumuşak tonda iletiliyor. Bu da çok sert geçebilecek böyle bir dönemde, havanın yumuşayıp, sonuç alınmasını sağlıyor.
Buna rağmen Hükümetin ve bazı bakanların bankalara karşı tutumunun hala yadırgatıcı hatta orta ve uzun dönemde bankaları dolayısıyla ekonomiyi tehlikeye atacak boyutta olduğunu da söylemem gerekiyor. Bu konuda Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin, beklediğimden daha anlayışlı ve karşı tarafı anlamaya dönük bir tavır sergilediğini de söylemem gerek.
30 yılı aşkın süredir Ankara’da ekonomiyi izlerken, bankalar ile yönetimler arasındaki çekişmeleri ve uzlaşmaları da yakından gözlemledim. Açıkca söylemem gerekir ki; Hükümetler TÜSİAD’a ve bankalara vurmaktan hiç kaçınmazlar. Çünkü; sanıyorum sonuçlarını da ölçttükleri için, bu kesimlere vurdukça halktan aldıkları desteğin arttığını görürler. Kısacası; bankalara ve TÜSİAD’a çatmak bir popülizm aracıdır. Ancak sürekli olarak, bu kesimlere vurmanın hazzına kapılır, işin dozu kaçarsa, ekonomik istikrarı tehlikeye atacaklarını görmeleri lazım. Halk bu yıpratmanın sonucu bankaların zora girdiğini belki görmez ama politikacılar ekonomik istikrar kaybolduğunda halkın kendilerine seçim sandığında tepkisini göstereceğini unutmamalı. Bunun örneklerini çok yaşadık...
Ödenmeyen kredi borcu toplamı 4.6 milyar dolar düzeyinde. Büyük özel bankaların başını çektiği, Telekom ve büyük ortağı Öger şirketine verilen krediler geri ödenemeyince hem şirket hem de bankalar sıkıntıya girdi.
Bizzat Başbakan Binali Yıldırım’ın konuyla ilgilendiği, kredilerin geri ödenmesi için hem bankalarla, hem Öger’in sahibi Hariri Grubuyla hem de Suudi yetkililer ile görüşmeler yapıldığı belirtiliyor.
BİR BÜYÜK ÖZEL BANKA BAŞI ÇEKİYOR
Konuyla ilgili konuştuğum bankacılar, 4.6 milyar dolarlık kredinin, Türk Telekom’un satıldığı 2005 yılındaki kredilerin, 2013’de yeniden finansmanı aşamasında verilen krediler olduğunu söylediler. 1.6 milyar dolarlık krediyle bir büyük özel bankanın başı çektiği, diğer bir özel bankanın daha yüklü kredisi bulunduğu, yanı sıra da küçük miktarlarda yaklaşık 20 banka bulunduğu belirtildi. Kredi veren ve geri alamayan 2 özel banka başta olmak üzere, bankalar birleşerek çözüm bulmaya çalışıyor, Hükümetle tek ağızdan konuşuyor.
Özellikle fon yöneten birimlerin piyasalardaki ve siyasetteki ani hareketler nedeniyle başları dönmüş durumda. Referandum olur mu, olursa nasıl bir sonuç çıkar, olmazsa ne sonuçlar doğurur, ne zaman referandum yapılır da, ardından seçim ne zaman gelir, kestirmeye çalışıyorlar. Tüm bu konularda kestirimde bulunmanın şu anda mümkün olamadığını da görüyorlar.
Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şimdiye kadar tüm siyasi hamlelerini kazanmış olmasından yola çıkarak, piyasa oyuncularında referanduma gidildiği takdirde Erdoğan’ın çabalarıyla “Evet” sonucu çıkmasının yüksek ihtimal olduğu kanısının hakim olduğunu söylemek gerek. Bu arada, referanduma giderken şu anda başkanlık olarak çıta yükseğe konulsa da, MHP’nin desteğini alabilmek için “partili Cumhurbaşkanlığı” sistemine de evet denilebileceğini düşünenlerin sayısının bir hayli fazla olduğunu da söyleyebiliriz.
Bankacılar, her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yine istediğini yaptıracağını düşünseler de, bu kez girilen siyasi sürecin bununla bitmeyeceğinin de farkındalar. Yani hem referanduma gidilirken, hem ardından gelecek seçim sürecinde, hem de bunların sonrasında büyük toplumsal olayların yaşanmasından endişe ediyorlar.
Sürekli faiz indirimi isteyen iktidar çevreleri bile, son kur hareketi üzerine, “Merkez Bankası’nın bu ay faiz indirimi için bekleyebileceğini” söylemeye başladılar.
Piyasa oyuncuları nezdinde bu ay yapılan anketler, büyük çoğunlukla Merkez Bankası’nın bugünkü toplantısından 0.25 puanlık bir indirim kararı daha çıkacağı beklentisini yansıtıyordu. Neredeyse yüzde 90’ler seviyesindeki tahminler faiz indiriminin devam edeceği yönündeydi.
Geçen haftaki yüksek kur artışları bile, piyasaların bu tahminlerini değiştirmemişti. Hatta Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanların daha 3 gün önce kurdaki hareketi küçümseyen sözleri vardı. Bu nedenle piyasalardaki genel kanı “İndirmese iyi olur ama siyasilerden gördüğümüz kadarıyla bu ay da Merkez Bankası yine faiz indirecek” şeklindeydi.
KORKUYA UYACAKLAR MI
Kurlardaki aşırı artışın, yani yüksek oranlı devalüasyonların bu ülkeye maliyetini çok iyi hatırlamamız gerekiyor; yaşadığımız hareketin küçümsenecek hiçbir yanı bulunmuyor.
Geçen hafta bir yazımda AKP’li politikacılardan bazılarının “kurların artması o kadar önemli değil” şeklinde konuştuklarını söylemiştim. AKP kulislerindeki bu söylem, artık bizzat en üst makamlarca “önemli değil” diye dillendiriliyor.
Umarım kurlardaki artış aslında, açıklamalarda söylendiği kadar küçümsenmiyordur, yoksa hepimiz için çok zor olacak.
Her şeyden önce de politikacılar için çok zor olduğunu hatırlamak gerek.
Bu hafta küresel gelişmelerin yanında, iç ve dış siyasi gelişmelerin kur üzerinde büyük etki yaratacağı kesin.
TL’nin neden bu kadar hızlı değer kaybettiği, diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla neden olumsuz ayrıştığı çelişkili yorumlara neden oluyor. Burada dikkat çeken en önemli unsur piyasa çevrelerinin TL’nin değer kaybetmesi için bir çok neden ileri sürmesine karşılık, hükümet sözcülerinin bu hareketi “Bize karşı ekonomik savaş başlatıldı” biçiminde yorumlamaları. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanlar TL’deki değer kaybını böylece kendileri dışında etkenlere bağlarken, siyasi olarak başlattıkları “Batı gelişmemizi çekemiyor” söylemini, kurlardaki hareketle, ekonomiye de yaygınlaştırmış oluyorlar.
Bu argümanın iç siyaset açısından iktidara, en azından kısa sürede, prim yaptırdığı ortada. Aksi takdirde Başkanlık planı yeniden devreye sokulmazdı.
Ancak bu iç siyasi malzemesi olarak kullanılan argümanın, ekonomik sorunlara bir çözüm getirmediği de ortada. Uluslararası alanda ekonominin de bir silah olarak kullanıldığı zaten açık ama bu silahın kullanılabilmesi için, ekonomideki zaafların zemin hazırlaması gerekiyor. Yani bu söylem geçerli ise asıl sorumluluk, ekonominin silah olarak kullanıldığı ülke yöneticilerinde olması gerek. Eğer ayakları üzerinde duramayıp, dışarıdan gelecek borca bağımlı bir ülkeyi yönetiyorsanız; ya bu durumu düzelteceksiniz, ya da mevcut koşullarınıza göre hareket edip, ekonomide zaaf yaratmayacaksınız.
Kurların yukarı çıkmasına bazı iktidar politikacılar “spekülatif”, bazıları “konjonktürel” deyip aslında Türkiye ekonomisinin iyi durumda olduğunu söylüyorlar ama piyasanın algısı tam tersi. Bazı politikacıların ise açıkça söylemeseler de, “kur yukarı çıksın ne olacak, ticaret artsın da” dediklerini duyuyoruz. TL’nin aşırı değer kaybının “varlıkların değer kaybetmesi” anlamına geldiğini, bu kur rakamlarıyla bütçe ve program dengelerinin şimdiden kadük olduğunu, yani makro istikrarın tümüyle tehlikeye girdiğini unutur gibiler.
Peki, piyasalardaki güven sorununun nedeni nedir? Her şeyden önce küresel ekonomi kritik döneme girmişken hükümetin ekonominin gereklerini yerine getirmek yerine, popülizm de diyebileceğimiz, aşırı harcama dönemine girmesi, Merkez Bankası’nın siyasi baskı altında karar verdiğinin görülmesi ekonomide güvensizliğin en önemli nedenleri.
Siyasi olarak da durum parlak değil; Türkiye askerleri bir süredir sınır ötesinde, Irak nedeniyle sıcak savaşa dahil olma, ayrıca bu nedenle ABD ve Avrupa ile, bir başka deyişle Nato ile çatışma noktasına doğru gidişattan korkuluyor. Rusya ile savunma işbirliği beyanları da, Nato yani Batı’yla çatışma alanı olarak görülüyor.
Bu yetmiyormuş gibi, içeride Başkanlık sistemi alelacele devreye sokulmak isteniyor. Hükümetin, ABD’deki seçimlerin yaratacağı irade boşluğundan her açıdan yararlanma isteğinin öne çıktığı görülürken, piyasalar Batı’nın tepkisinin ağır olmasını bekliyor. Başkanlık ile demokrasiden uzaklaşma, otoriter eğilimin artacağı beklentisi çok yüksek ve bu doğrudan piyasaların tavrına yansıyor.