KGF teminatıyla krediler yeniden canlanınca başlayan hükümet ile bankalar arasındaki balayı kısa sürdü. Kredilerde yaşanan patlama hem bankaların hem de hükümetin işine geliyordu, limitler bitip krediler normal seyrine girince, “faiz indirin” baskısı da canlandı. Siyasi otorite bunun üstüne kamu bankalarına “ucuz kredi talimatı” da verdi.
Bu yıl yaşanan ekonomik canlanma normale dönerken, büyümenin artık yavaşlayacağı tahmin ediliyor. Bu canlılığın 2019 seçimlerine kadar aynen sürmesi zaten mümkün değil ama hükümet faiz baskısında ısrarlı gözüküyor. Faiz tartışmalarına yine bakanlar da dahil olmaya başladı. Artık yüksek enflasyon nedeniyle faizlerin düşemeyeceği, Merkez Bankası’nın faiz indiremeyeceği anlaşıldığı için, bakanlar bu kez de “bankalar üzerindeki yükler azaltılarak kredi faiz oranları düşürülsün” demeye başladılar.
Her faiz tartışmasında ön sıralarda yer alan Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi hafta sonunda yaptığı açıklamada, maliyetleri büyüten vergi ve harçlar ile zorunlu karşılıkların indirilebileceğini söylemiş. Mevduata ödenen ya da başka şekilde temin edilen paranın giriş maliyetiyle satış fiyatı arasında bir bölüm olduğuna dikkat çeken Zeybekçi, “O bölümü oluşturan enstrümanlarda kamunun da maliyeti var; vergiler, harçlar gibi. Paranın ilk giriş ve satış maliyetleri arasındaki kamu kaynaklı vergi gibi yükler sıfıra indirilmeli” şeklinde konuşmuş. Zeybekci, ekonominin bu kadar rahatladığı bir ortamda karşılık oranlarının örtülü maliyet oluşturduğuna işaret edip, “100 lira kredi verirken 10 lirası depo olarak yatırılıyor. Siz bunun da maliyetini ödüyorsunuz. Bu da örtülü maliyet” demiş. Vergi ve harçların yanında karşılık oranlarının da indirilebileceğini, “buraya dokunulabileceğini” ifade etmiş.
GEÇMİŞE BAKIN
Kamu bankalarının ön alıp faizleri düşürebileceğini kaydeden Zeybekçi, “Kamu bankaları böyle adım atınca diğer bankalar da ister istemez takipçisi olurlar” demiş. Bankacılık sermaye yeterlilik oranının AB’deki ülkelerden iyi olduğunu belirtip, “niye 2-3 puan daha oradaki hareket alanımı değerlendirmiyorum, kullanmıyorum” şeklinde konuşmuş.
Gördüğünüz gibi; bankaların sağlam mali yapılarını kullanarak, siyasi otorite ekonomik canlanma için yeniden bir hareket alanı yaratmaya çalışıyor.
Bunun çok tehlikeli olduğunu, bunu tartışmanın bile kötü sonuçları olacağını birilerinin hatırlatması lazım. KGF kredilerinin batık kredilerin canlandırılması için kullanılıp, yeterlik oranlarının yükseltildiği unutuluyor. Bu yıl kısa sürede banka zorunlu karşılıkları, sermaye yeterlilik hesaplamaları zaten çok gevşetildi ve bu gevşekliğin, kaynağın geldiği yabancılar tarafından yakından izlendiği, burada kritik eşiğe gelindiğini görmek gerekiyor. Bırakın bunları, bankalar üzerine konuşulduğu gibi büyük bir ceza yükü gelirse sektörün mali yapısının nasıl korunacağı üzerinde kafa yorulması gerekirken, bankaların yapılarını daha da zayıflatmak, sizce hangi amaca hizmet eder?
Reel sektör ayakta gözüküyorsa, bunun büyük ölçüde, bankaların kaynak temininde kullandıkları sağlam mali yapılarına borçlu oldukları unutuluyor.
Bu tartışmaları başlatan en önemli nedenlerden biri küresel finans sisteminde meydana gelebilecek değişiklikler. Geçen hafta ABD’deki vergi reformu, bunun ABD’de büyüme ve enflasyonda yaracağı etkiye ilişkin haberler bu tartışmaları iyice alevlendirdi. AB ve ABD’deki parasal sıkılaştırmanın başlaması, Fed faiz artışlarıyla birlikte sıcak para çıkışının hızlanacağı beklentisi, kur atağı beklentisini ciddi biçimde artırıyor.
Bu beklenti gelişmekte olan ülkelerin hepsi için risk oluşturuyor. Bazı ülkeler beklenen bu değişim için hazırlık yapmışken, yüksek enflasyon başta olmak üzere, bu sürece daha kırılgan göstergelerle giren Türkiye’nin faturasının ise daha ağır olması bekleniyor.
Kırılganlığın altında elbette ekonomik nedenler baskın ama bize özgü siyasi ve dış politika sorunlarımızdaki büyüme beklentisi, faturayı iyice şişirecek gözüküyor.
Son hafta içinde küresel gelişmeler nedeniyle gelişmekte olan ülke para birimleri dolar karşısında değer kaybederken, aşırı bir ayrışma olmasa bile, en fazla değer kaybeden TL oldu. Bu değer kaybında sadece küresel gelişmeler vardı ama iktisatçılar ve bankacılar önümüzdeki dönemde Türkiye’ye özgü sorunların büyümesini, bunun da TL’nin değer kaybını hızlandırmasını bekliyorlar. Piyasa oyuncuları bir yandan kısa dönem kar maksimizasyonu için bize özgü riskleri gözardı ediyor gözükseler de, öte yandan gelecek bir kur atağına karşı kişisel ve kurumsal hazırlık yapmanın da telaşı içindeler.
Her yıl olduğu gibi özel sektör kuruluşları, bütçe taslağının ardından, 2018 yılı hesaplarını yapma, buna göre planlama telaşına girdiler. Şirketlerin, kamuoyuna açıklamasalar da, özellikle kurlardaki artışı resmi beklentilerin çok üzerinde baz almaları bekleniyor. Kurların yanı sıra enflasyon beklentilerinin de resmi hedeflerden epeyce ayrışacağı anlaşılıyor.
2018 PLANLAMASI ZORLAŞTIHem reel sektörde hem de bankacılık kesiminde, 2018 planlamasından çok, kur tahmini telaşı olduğunu söylemeliyiz. Döviz borçlusu şirketler şimdiden panik içindeler. Bankacılık kesimi daha önceden fazla borçlanarak biraz hazırlık yapmış görünüyor. Bilanço yapıları nispeten düzgün ama bankacılar da, “reel sektör borcunu ödeyemezse bunun kendi bilançolarını nasıl etkileyeceği”nin hesaplarını yapmaya çalışıyorlar.
Bankacılık kesiminin asıl kabusu ise tüm sistemi etkileyecek özel gelişmeler olması, olası uluslararası gelişmelerle bazı dava ve ceza uygulamaları yüzünden yurtdışından kaynak akışının sekteye uğraması olasılığı. Bu takdirde ödeme sisteminin etkilenip etkilenmeyeceğini, etkilenirse bunun yaratacağı sonuçları kestirmeye çalışıyorlar. Böyle bir tehlikenin gerçek olması halinde, içeride kullandırdıkları kredilerin, KGF garantilerine rağmen, kendilerini zorlayıp zorlamayacağını şimdiden kestirmeye, buna göre plan yapmaya çalışıyorlar.
Özetle; kurlarda tüm bu unsurların bir araya gelmesiyle, önümüzdeki birkaç aylık dönemde bile, ciddi bir artış beklentisi olduğu kesin.
Bugünkü Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında Merkez Bankası’nın faiz oranlarını değiştirmeyeceği konusunda, neredeyse piyasaların tümü aynı görüşte. Merkez Bankası’nın yapacağı açıklamada sıkı para politikasına yapacağı vurguya bakılacağı anlaşılıyor. Gelişen şartlara göre Merkez’in her hareketi yapacağının görülmesi piyasaları rahatlatacak gibi.
2018 Şubat ve mart aylarında enflasyon oranlarının düşmesine paralel olarak Merkez Bankası’nın yeni yılda faiz indirebileceği beklentisi vardı ama bunun da yavaş yavaş azaldığı gözleniyor. Aksine, Merkez’in faiz artırmak zorunda kalabileceği bile konuşulur oldu.
Konuştuğumuz bankacılar, Merkez’in faiz artırımının ancak küresel ekonomik gelişmeler nedeniyle mümkün olabileceğini söylüyor. Yani Trump’un ABD’deki vergi düzenlemelerini istediği gibi geçirmesi, buna bağlı büyüme ve enflasyon beklentilerinin yükselip gelişmekte olan ülkelerden hızlı para çıkışı olması halinde, bizde de faiz artışlarının gündeme gelebileceğini söylüyorlar.
“Artacak kuru dengelemek için bir tek faiz silahının bulunduğunu” hatırlattığımda ise bir bankacı, “eğer ekonomik sebeplerle, mesela Fed’in ABD’deki gelişmelere bağlı faiz artışlarını hızlandıracağının anlaşılması üzerine kur artarsa, o zaman içerideki faiz artışı kuru dengeleyebilir” yanıtını verdi.
Bir başka deyişle ekonomik nedenlerle olmayıp, içerideki siyasi riskler nedeniyle kurlarda bir hızlı artış görülürse Merkez’in faiz artırmasının bir işe yaramayacağını, bu nedenle faiz artışı yapmayacağı görüşünü belirtti.
Piyasalar hesaplarını 2018 Şubat-Mart aylarında enflasyonun yüzde 8.5’lara kadar ineceği hesabına göre yapıyor. Bu nedenle de faiz artırmamak için Merkez’in marjı bulunduğu görüşündeler. Yeni yıla girilirken yüklü zamlar yapılıp enflasyonun mevcut seviyede gideceğinin anlaşılması halinde ise işlerin değişebileceğini ama şimdilik böyle bir ihtimal görmediklerini kaydediyorlar.
HIZLI KUR ARTIŞIYine içerideki siyasi risklere bağlı olarak yılbaşına kadar hızlı bir kur hareketi olması halinde, bunun şubat-marttaki enflasyon düşüşünü engelleyip engellemeyeceğini sorduğumda ise “O ihtimalde yüzde 8.5’e inmez ama 10’a iner” diyerek yine yeni yılın ilk çeyreğinde ekonomik nedenlerle faiz artışına gerek olmayacağı görüşünü belirttiler.
Özetle; piyasalar hızlı kur artışından, hem Fed kararları hem siyasi riskler nedeniyle korkmaya başladılar. Son bir haftada kurlardaki hareketin, diğer gelişmekte olan ülkelerden fazla olduğunu ama çok ayrışmadığımız görüşündeler.
Nişasta bazlı şeker üreticilerinden Cargill Yönetim Kurulu Başkan Dr. Ediz Aksoy ile piyasadaki sorunları konuştuk. Son birkaç yıldır Şeker Kanunu’nun uygulamasında ciddi sorunlar yaşadıklarını, örneğin arz-talep dengesine göre her yıl yüzde 40 oranında artırılan nişasta bazlı şeker kotasının 1 Eylül 2016’dan sonra artırılmadığını, 2017/2018 pazarlama yılına ilişkin şeker kotalarının, hem pancar hem mısır bazlı şeker üretimi için, hala belirlenmediğini söyledi.
Regülasyon ve denetimi Şeker Kurumu’nun yaptığını ama 2016 Ağustos’ta görev süresi dolan üyeler yerine atama yapılmadığı için işlevselliğini yitirdiğini kaydeden Aksoy, 2017 Şubat ayında Şeker Kurumu’nun Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’ndan Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na devredileceğinin resmi olarak açıklandığını ama bugüne kadar hiçbir ilerleme kaydedilmediğini söyledi.
VERGİ KAYBI HESABI
Kanunla regüle edilen bir sektörün yaratılan fiili durumla denetimsiz kalmasının sonuçlarını sorduğumda Ediz Aksoy, zaten varolan kaçak şeker ve faturasız işlemlerin arttığını söyledi. Arz-talep açığından dolayı pazara kayıt dışı yollarla nişasta bazlı şeker girişi olduğunu, bunun haksız rekabet oluşturduğu gibi, vergi kaybı gibi önemli ekonomik sonuçları olduğuna dikkat çekti. Hangi şartlarda üretildiği, hammaddesinin nerede, nasıl yetiştirildiği bilinmeyen kaçak şekerin halk sağlığı açısından risk oluşturduğunu kaydeden Aksoy, böyle sürerse, arz-talep açığından dolayı yerli üretim yerine ithalatın çok hızlı artacağını, bunun da cari açığı arttırıp, ticaret dengesini iyice bozacağını kaydetti.
Mevcut 1 milyon tonluk talebe karşılık 265 bin tonluk üretim kotasının, pazarda var olan talebi karşılamaktan uzak olduğunu kaydeden Aksoy, aradaki farkın Ekonomi Bakanlığı tarafından açılan ve büyük gıda şirketleri tarafından kullanılan “tarife kontenjanına bağlı ithalat” gibi yollarla veya kayıt dışı piyasa kanalıyla kapatıldığını söyledi. Uygulanan kotalar nedeniyle zamanla oluşan kayıt dışı piyasanın yol açtığı yıllık kaybı, kendilerinin “500 bin ton nişasta bazlı şeker karşılığı milli gelirde 750 milyon TL eksiklik” olarak hesaplayan Aksoy, tahmini 250 milyon TL’lik vergiye tabi matrah üzerinden 50 milyon TL’lik Kurumsal Vergi ve 80 milyon TL KDV kaybının sözkonusu olduğunu söyledi.
Nişasta bazlı şeker üretiminin durmasının, sektörün hammadde sağladığı gıda ve içecek sektörünü olumsuz etkilediği gibi, bu sektörde yeralan küresel ve yerel şirketlerini etkileyeceğini belirten Aksoy, ayrıca son dönemde hep konuşulan ‘gıda fiyatlarının enflasyona etkisi’ni daha da artıracağını hatırlattı.
Cargill Yönetim Kurulu Başkan Vekili Ediz Aksoy sohbetimizde tabi ki şirket üretimi olan nişasta bazlı şeker üretiminden yana konuştu. Bu konudaki yıllardır varolan tartışmaya girmeden söylemeliyim ki; şeker piyasası öyle anlaşılıyor ki; bir süredir yönetilmiyor. Şeker Kurumu’nun hikayesi bile, tek başına sektörün son birkaç yıldır yönetilmediğinin kanıtı. Kaos ve belirsizliğin olduğu yerde de doğal olarak her türlü kuralsızlık, yasa dışı uygulama sözkonusu olabiliyor. Döviz kaynağına ihtiyacımız var, yabancı sermaye yatırım için gelsin diyoruz ama yaratılan bu kaos nedeniyle mevcutların kaçışına yol açabiliriz. Şeker sektöründe belirsizliğin gıda fiyatları kanalıyla enflasyon, istihdam gibi temel makro dengesizliklere yaptığı olumsuz katkı da cabası.
İyi de, Varlık Fonu’nun Bakanlar Kurulu’nca onaylanması gereken strateji belgesi bile daha ortada yokken, bu borçlanmayı yapması enteresan değil mi?
Bu haber, yani kredi görüşmeleri yalanlanmadığına göre fon yöneticilerinin bankalardan bu borcu hangi amaçla istediklerinin netlik kazanması gerekmez mi?
Halbuki, Varlık Fonu’nun ileriye dönük değer yaratmak için seküritizasyon yapacağı, yani tahvil, gelir ortaklığı senetleri çıkarıp, büyük altyapı yatırımları için finansman yaratacağı söyleniyordu, kredi pek konuşulmamıştı. Bankalardan kredi istemek demek, bunun bir yerde kullanılmasının planlandığı anlamına gelir. Öyle ya; bankalara kullanacağınız krediyi nerede kullanacağınızı açıklamanız lazım ki onlar da geri ödenmesine ikna olup bu krediyi versinler. Halbuki strateji metni ortada yok, hükümet tarafından onaylanması gerekirken bu şart yerine gelmemiş, neye göre bankalarla kredi görüşmesi yapılıyor?
Dünyada var olan tasarrufları değerlendirip gelecek kuşaklara gelir aktarmak amacıyla varlık fonu kurulurken, bizde tersine var olan değerleri kullanıp borçlanarak gelecek kuşakların gelirlerinden almak için kuruldu. Yani baştan tartışmalı fon uygulamaları, kuralsız, halka çıkacak faturayı büyüten, şeffaf olmayan, gittikçe acayip bir hale mi dönüşecek?
Peki, Varlık Fonu alelacele, strateji belgesi bile ortada yokken neden yabancı bankalardan kredi arıyor, yüklü miktarda borçlanmaları ne için yapacak?
Şahsen acil borçlanmanın altyapı yatırımlarının finansmanı amacıyla yapıldığını sanmıyorum. 2019’a kadar kanal projesine başlanacak deniyor ama strateji belgesi olmadan kanal projesi için kredi alınmaz ki, bu acele niye?
Acil ihtiyaç ne olur diye düşündüğünüzde normal olarak, ya personele yani yönetimdeki birkaç kişiye ödenecek maaş akla gelir, ya da gelen bir ödeme vardır ona kaynak aranır. Varlık Fonu’nun böyle bir borç geri ödemesi yok, Savunma Fonu’na parasını geri verdiği söyleniyor, peki ne için ihtiyacı olabilir?
AÇIĞIN KAPATILMASI GEREK
Başkent Doğalgaz Dağıtım Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı AŞ Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Torun halka açılmanın aynı zamanda kurumsallaşma ve rasyonel yönetim anlamına geldiğini söylüyor.
Mehmet Torun ile geçen hafta, artık taşınmak üzere oldukları, eski Ankaralıların havagazı fabrikası, orta kuşağın EGO olarak bildiği tesislerinde bir araya geldik. Sorumuz üzerine boşaltılan bu tesislerin ne yapılacağını bilmediğini, kararın devlete ait olduğunu belirten Torun, “Bu tesisin en azından bir bölümünün korunması gerektiği” temennimize katıldığını söyledi.
1929 yılında Almanların kurduğu havagazı tesisinin ardından, 1998 yılında Türkiye’nin ilk doğalgazını kullanmaya başlayan Ankara, bu sektörde Başkent Doğalgaz ile yine ilklere sahne olacak. 2013 yılında özelleştirilen şirket Torunlar Enerji tarafından 1 milyar 162 milyon dolar bedelle satın alındı.
2016 yılı Şubat ayından itibaren Türkiye’nin ilk altyapı GYO’su olarak hizmet vermeye devam ediyor. Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) kurallarına göre, 2 yıl uzatmalı, 4 yıl içinde halka açılma gereği olan Başkent Doğalgaz’da şimdi sıra halka açılan ilk altyapı GYO’su olmaya gelmiş. Mehmet Torun, SPK’ya başvurularını yaptıklarını halka açılmak için onay beklediklerini söyledi.
Halka açılmanın önemi üzerinde konuştuğumuz Mehmet Torun, aile şirketi olarak kalmanın sahiplere cazip görünse de, şirketin gelişmelere ayak uydurup gelişmesi için yeterli olamadığını söyledi.
Türkiye’nin aile şirketi olarak kurulup kendini geliştiremeyen ve yok olan örneklerle dolu olduğunu hatırlattı. Kurallara herkesin uyduğu bir şirkette sahiplerin de istedikleri gibi davranamayacağını, profesyonel yönetim anlayışının şart olduğunu zaten SPK’nın uluslararası normlardaki kurallarına uyum zorunluluğu bulunduğunu belirtti. Mehmet Torun halka arzla birlikte Başkent Doğalgaz’ın, kurumsal yönetim ve raporlama standartları, yatırımcı ilişkileri ve kurumsal iletişimi daha üst seviyeye taşıyacağını belirtti.
1.7 MİLYON ABONE
Şirkette bu zamana kadar yaptıklarını heyecanla anlatan Torun, özellikle birlikte gezdiğimiz SCADA sisteminin kullanıldığı, anında arızayı tespit edip müdahaleyi mümkün kılan otomasyon merkezi ve modernizasyon çalışmaları ile gurur duyuyor ve bunların üzerinde önemle durdu. Tüketici hakları ve güvenlik konusunda EPDK’nın koyduğu sıkı kuralları olduğunu, bunların hepsine uyduklarını, en geç 15 dakika içinde arızaya ulaşıp müdahale ettiklerini söyledi. 7 gün 24 saat, elemanlarının mobil terminallerle donatılıp hizmet verildiğini kaydeden Torun, EPDK’nın koyduğu hizmet standartlarına uyumda en üst sıralarda olduklarını ifade etti.
Büyümenin büyük ölçüde, artık doyma noktasına gelen, inşaat sektöründen kaynaklandığı ortada. Buna, çarkların dönmesinin büyük ölçüde sıcak paraya dayalı olmasını da eklerseniz; ileriye dönük işsizlik oranları konusunda umutlu olmak pek mümkün değil. Ekonomik risklerin yanında iç ve dış politika gelişmeleri de, ileriye dönük mevcut büyüme oranlarının sürdürülmesinin bile çok zor olacağını gösteriyor.
Dün açıklanan temmuz ayı işsizlik oranı üzerine bir arkadaşımız mevcut durumu şu mesajla özetlemiş: 3 milyon 443 bin kişi işsiz; oranı yüzde 10.7. Her 3 genç kadından biri hem işsiz hem eğitimsiz. Çalışanların yüzde 35’i kayıt dışı...
CHP milletvekili eski Hazine Müsteşarı Faik Öztrak’ın mesajı şöyleydi: Temmuz ayında işsiz sayısı 3 milyon 43 bine ulaştı, işsiz ordusuna öncelik yılın aynı ayına göre 119 bin kişi katıldı. Daha da vahimi; erkek işsizlerin sayısı 35 bin kişi azalırken, kadın işsizlerin sayısı 154 bin kişi arttı.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Çetin Osman Budak ise hükümetin teşvik, prim erteleme ve kredi pompalamalarına rağmen işsizliğin çift hanelerden inmediğini, aksine artışa geçtiğini söylüyordu.
Bu mesajların hepsinde, bence ayrı noktalardan haklı saptamalar bulunuyor.
Türkiye ekonomisi mevcut yapısıyla, dışa bağımlı bir görünüm verdiği için, büyümeyle işsizlik oranları arasındaki korelasyon o kadar güçlü olamıyor. Bu yapı hem finansmanda hem üretimde dışa bağımlılığı büyütüyor. Bu nedenle istihdama katılan sayısını ciddi miktarlarda artırsanız bile, işsiz sayısındaki, işsizlik oranlarındaki yüksek eğilim devam ediyor. Yani her şeyden önce ekonomideki mevcut yapının değişmesi gerekiyor. Bunun için “siyaseten yabancı şirket düşmanlığı, ekonomik olarak ithal ikamesi benzeri” yapıların önerilmesinin faydalı olamayacağı ise açık. Maalesef son dönemde hem sıcak para hem işsizlik oranlarındaki çaresizlik üzerine hükümetin bu yanlış anlayışa yöneldiğini görüyoruz.
YAPILACAKLAR BELLİ AMA...Halbuki yapılacaklar belli; teknoloji yüksek ama büyüme dostu sanayilerin geliştirilmesi gerekiyor. Bununla birlikte kaynakların inşaat gibi ileriye dönük üretim gücü çok düşük alanlar yerine, araştırma geliştirmeye, öncelikleri saptanan üretken sektörlere aktarılıp, verimlilik ve işgücü birlikte değerlendirilerek, yeni bir organizasyona gidilmesi gerekiyor.
Böylece hem cari açığı azaltıp finansman sorununuzu halletmek, hem de daha fazla istihdamı yaratmaktan başka çare yok. İşte bunu başarabilirseniz, siyasi ve ekonomik olarak “dışa bağımlı” olmaktan kurtulabilirsiniz.
Denizli’de işadamları ve kanaat önderleri ile bir araya gelen Kılıçdaroğlu, yaptığı temaslar hakkında bilgi verdi. İşadamları ile yaptığı toplantıya, daha rahat konuşabilmeleri için, gazetecileri almadılar. O nedenle Denizli işadamlarının şikâyetlerini Kılıçdaroğlu’ndan, bizlere aktarmasını istedik. Kılıçdaroğlu’nun anlattıklarından dış politika alanında üst üste yaşanan krizlerin artık iş alemini yorgun düşürdüğü, umutsuzluğu arttırdığı anlaşılıyor. ABD ile yaşanan vize krizi de bunun son noktası olmuş. Krizlerin iş aleminde, özellikle Denizli gibi ihracata dayalı üretim yapan bölgelerde yarattığı moral bozukluğunun daha fazla olması da doğal. Denizli’li işadamları ABD ile yaşanan krizin, genel olarak Batı ile yaşanan gerilimlerin işlerini artık çok etkilediğini, dış politikadaki bu hataların biran önce çözülmesi gerektiğini belirtmişler. Denizli’deki ağırlıklı sektör olan tekstil üretiminde önemli yer tutan bornoz üreticilerinin özellikle mağdur olduğunu, ABD’nin en büyük pazarları olması nedeniyle, bornoz üreticilerinin şikâyetlerinin çok fazla olduğunu söyledi.
Bir işadamını son dönemde iş bağlantılarında çektikleri sıkıntıları anlatırken, “İş bağlantısı yapacağız, anlaşma imzalayacağız, iş yapacağımız yabancılar Türkiye’ye gelmekten çekiniyorlar. Bizim onların yanına gitmemizi anlaşmayı oralarda yapmamızı istiyorlar” demiş. Bu konuda da yabancı iş adamlarından gelen, “yabancılar çeşitli bahanelerle tutuklanıyormuş, biz de korkuyoruz” şikâyetlerini, Batı’da krizler nedeniyle oluşan kötü algının etkisine örnek göstermiş. Özetle; iş adamları ”bu politika böyle gitmez” diyorlarmış.
Denizli’de aynı zamanda tarım ve turizmin güçlü olduğunu kaydeden Kılıçdaroğlu, her iki alanda da şikâyetlerin fazla olduğunu söyledi. Hem tarım politikalarından, ürün fiyatlarından şikâyetlerin geldiğini, hem de turizmde bu yıl biraz düzelmiş görünse de, sorunların devam ettiğini gördüklerini kaydetti.
İşadamlarının Denizli’nin “Katma değeri yüksek ürün merkezi” haline getirilmesini istediklerini, altyapının bu konuda yeterli olduğunu söylediklerini ifade etti. Bu arada Denizli’deki iş adamlarının da, “enerji fiyatlarındaki yükseklikten” yakındıklarını dile getirdi.
ÖNÜMÜZÜ GÖREMİYORUZKılıçdaroğlu, “Böyle bir havada işadamlarının yeni yatırım yapmaları beklenmemeli. Kendileri de söylüyor ‘Önümüzü göremediğimiz için yatırım düşünmüyoruz’ diyorlar” şeklinde konuştu.
Kılıçdaroğlu, sadece Denizli’de değil her bölgede iş âleminden gelen şikâyetlerin arttığını, kötü politikalardan öncelikle etkilenenlerin işadamları olduğunu, bu yakınma havasının yavaş yavaş her kesime yayılmaya başladığını gözlediklerini kaydetti. Bunun neticesi olarak Denizli’de önemli bir farkla referandumdan “hayır” çıktığını kaydeden Kılıçdaroğlu, AKP’nin giderek eridiğini iddia etti.
Bu nedenle CHP’nin iç içe geçmiş 5 halka halinde genel vizyonunu açıkladığını kaydeden Kılıçdaroğlu, daha güçlü ve bağımsız bir yargı, katma değeri yüksek ürün üretimi ve bunun üniversitelerin bilgi üretimine geçecek özgür yapıya kavuşturulması, barışçı ve dengeli bir dış politika oluşturulması, toplumsal barış ve demokrasinin sağlanması ile bunların sürdürülebilirliğini birlikte hayata geçirmek gerektiğini, hepsinin iç içe olduğunu belirtti.