Baştan söyleyeyim; bütün bu dolaylı tedbirler, temeli düzeltecek ciddi tedbirler almadıkça “nafile çabalar” olarak kalmaya aday gözüküyor.
Nasıl bu kadar kesin konuşuyorum derseniz; deneyimlerim söyletiyor. Uzun sayılabilecek gazeteciliğim süresince o kadar çok kur artış süreci ve bunun için alınan önlem gördüm ki; hangisi kalıcı hangisi geçici az çok çıkarabiliyorum. Zaten bu süreçlerde, resmi otoritelerin verdiği tepkilerden nasıl bir trend yaşandığını da çıkarabilirsiniz. Çoğu kez telaş içinde alınan önlemlerin, piyasaları sakinleştirmek yerine paniği arttırdığını yaşadık. Bir kere telaş başladı mı; asıl etkisi hesaplanmadan açıklamalar yapılır, demeçler ters teper. Başbakanın önceki günkü rating kuruluşlarına ilişkin demecini, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in dünkü açıklamalarını bu kapsamda görüyorum.
Merkez Bankası’nın kur artışının etkisini azaltmak için bankalar ve dolayısıyla reel sektöre sağladığı kolaylık, bazılarına, zararlarını azaltacağı için hoş gelebilir. Ancak sonuçta faturanın Hazine ve dolayısıyla halka çıkacağı unutulmasın.
Bundan sonra olabilecekleri tahmin etmeye çalışayım. Bence önümüzdeki dönem, daha önce yaptığımız “katlı kur” tartışmalarını yapacak gibiyiz. Yani bazı kesimler için farklı kur uygulamalarından söz ediyorum. Merkez Bankası reeskont kredilerinde 3.70 TL gibi bir dolar kuru belirleyip, bu uygulamayı başlattı denilebilir. Yeni tedbirlerle bunu genişletmiş olacak.
Bundan sonra ise değişik kesimlerden “Bize de farklı kur uygulaması yapın” talepleri yükselecek. Örneğin; Özelleştirme İdaresi’nden işletme satın almış özel sektör, yakında şikayete başlayacaktır. İlk aklıma gelen doğalgaz ve elektrik şirketleri. “Zaten kâr marjımız daraldı, döviz bazında geri ödemelere katlanamıyoruz, bize farklı kur uygulayın” derlerse, sürpriz olmamalı. İşte katlı kur dediğimiz de bu; herkes için farklı kur uygulaması. TL konvertibl ve katlı kur uyguluyorsanız; bazıları için kayırma yapıyorsunuz demektir. Hem adaleti iyice bozup, hem ayrıcalığın faturasını halka çıkartıyorsunuz anlamına gelir.
Bununla birlikte zaten azalmış güveni tümüyle kaybedersiniz, döviz kaynağı açısından, sıcak para dahil, asıl büyük sıkıntılar başlar, sarmal giderek büyüyebilir.
YAPILACAKLAR BELLİ
Bir tahminde daha bulunayım; 2019’da yapılacak 3 seçim nedeniyle, değişik kesimlerden gelen katlı kur taleplerinin yönetimde yanıt bulma ihtimali yüksek.
2 günlük ziyaretimizde gözlem için en verimli toplantı, bir açık oturuma dönen, toplantıdan önceki akşam yemeği idi. Herkes söz alarak tek tek konuştu; samimi olarak Bandırma’daki iş ortamına ilişkin kaygılarını dile getirdiler. Gördükleri aksaklık noktalarını bir ortamda açıkça dile getirdiler. Özellikle Belediye Başkanı Dursun Mirza, bıkmadan eleştirilere tek tek yanıt verdi. İşadamlarının çoğu da, plan başta olmak üzere, yaşanan sorunların büyük kısmının Bandırma Belediyesi’nin bağlandığı Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndaki aksamalardan kaynaklandığının bilincindeydi.
ŞEHİR ÇOK HAREKETLİ
Bazen birbirlerinden, örneğin Liman hizmetlerinin pahalılığından yakınmalar oldu ama herkes kişisel değil işe ilişkin tartışma yaşandığının bilincindeydi. Yani heyecanlı ama medeni bir tartışma ortamı sağlanabilmişti.
Özet olarak Bandırma işaleminin en önemli özelliklerinden birini canlılık ve heyecanın devam etmesi olarak gözlemledik. Yemekten çıkışta yürüdüğümüz sokaklarda, hafta içi olmasına rağmen, örneğin benim Ankara’da göremediğim kadar bir canlılık ve trafik vardı. Bandırma işalemindeki bu heyecan ve canlılığın, kentin genel dokusundan, bu bölgenin insanlarından kaynaklandığı açık. Bunun yanında bu canlı ve heyecanlı ortamı sağlayan idarecilerin payını da saymak gerek.
Resmi otoritelerin yanında, örneğin Ticaret Odası Başkanı Mehmet Kılkışlı’nın herkesle içiçe, protokolden uzak, samimi kişiliğinin katkısı açıkça gözleniyor. Kılkışlı’nın yanısıra Ticaret Borsası Başkanı Halit Sezgin, Bandırma 17 Eylül Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Süleyman Özdemi yaptıkları konuşmalar ile Bandırma için çalıştıklarını açıkça gösterdiler.
GELECEK İÇİN ÖNEMLİ
Bandırma işalemindeki çevre bilinci de, Türkiye’nin genelinde göremediğimiz bir duyarlılığı ortaya koyuyordu. Kaymakam Günhan Yazar’ın üzerinde durduğu en önemli konulardan biri de yine çevre kaygısı, büyürken gözetmemiz gereken bu değerlerdi. İşadamlarının konuşmalarında hava ve su kirliliğine ilişkin kaygıları duymak, planlı, çevreye duyarlı büyümeden sözetmelerini duymak, benim için sevindiriciydi.
Özetle; Bandırma insanlarıyla, işalemiyle herşeyden önce medeni bir kent. Yaşam tarzı nedeniyle İzmir nasıl cazibe merkezi olduysa, bence Bandırma da aynı potansiyele sahip.
Bakanlar cari açık, enflasyon gibi bozduğu dengelere bakmadan, bu yıl ne kadar büyüdüğümüzü, övünerek anlatıyorlar. Giderek artan dış ticaret açığından sorumlu Bakan, “İlk 3 çeyrek büyümesiyle dünyada rekor kıracağız” diyor.
İhracattan fazla büyüyen ithalat rakamı ve artan cari açık, Türkiye’deki üretimin ithalata bağımlılığının bir göstergesi. İşte bu nedenle, kurlar artmaya başladığında, başta reel sektör olmak üzere, herkes telaşlanıyor. Eylül ayı cari açığı, finanse ettiğimiz için, zaten döviz fiyatlarının içinde yer alıyor. Eylül’de güçlü sıcak para akışı yaşandığı için, açığın kurlara etkisinin sınırlı olduğu söylenebilir. Demem o ki; şimdi sıcak para girişinin azalacağı bir döneme giriyoruz, yani Türkiye büyümeyi finanse etmek için eskisinden çok daha fazla kur bedeli ödemek zorunda. Dolayısıyla aynı büyüme, cari açık ve ithalat ile kur artışının çok daha yüksek olacağı aşikar.
Ekonominin dengesi böyle işliyor; cari açık arttıkça kurlar yükseliyor, kurlar yükseldikçe ister istemez içerideki üretim düşmeye başlıyor. Yani sıcak para akışının kesildiği
bir ortamda, büyümeyi sağlayacak ithalatı bu kadar yüksek oranlarda tutmanız mümkün değil.
Dolayısıyla büyüme rakamınız da otomatik olarak düşecek. Ne kadar KGF destekli kredi verip içerideki talebi büyütseniz de, bunun bir sınırı var. Daha fazla zorlamanız da pek olası değil.
Bunun nedeni ne derseniz, hep söylediğimiz; yapısal tedbirlerle Türkiye’nin üretim yapısının değiştirilmemiş olması, her açıdan dışa bağımlı ekonomik yapının sürmesi. Tekrar edelim; Türkiye’de ekonomi yönetiminin en büyük günahı; 2001’deki reformlarla gerekli altyapı oluşturulmasına rağmen, küresel iklim de uygunken, birkaç kez ayağımıza gelen yapısal tedbir fırsatını tepmesidir. Reformlara devam edilmemesinin, yani bu yönetimin günahının bedelini şimdi tüm halk olarak ödemeye başladık.
BÜYÜME DÜŞMEK ZORUNDA
Özetle; Aralık ayında açıklanacak 3 çeyrek büyüme rakamlarının ardından, artık aşağı gitmeye başladığını göreceğiz. O nedenle bu kadar yüksek rakamlara rağmen, yabancı kuruluşlar 2017 yılı büyümesini yüzde 5, buna karşılık 2018 büyümesini ise yüzde 3-3.5 oranlarında tahmin ediyorlar.
Geçen hafta gazetemizin düzenlediği Ekonomi Zirvesi kapsamında Bandırma’daydık. Bandırmalı Ekonomi Müdürümüz Sefer Levent mihmandar olunca, her açıdan çok verimli bir ziyaret olduğunu söyleyebiliriz. Yıllardır geçip gittiğimiz, belki birkaç saat uğradığımız bir yer olan Bandırma’nın sadece fiziki olarak değil, her açıdan başka illerden bile “daha büyük” olduğunu görme fırsatımız oldu.
Hiç tahmin etmediğimiz lezzetleri tatma imkanı bulurken, zengin ve canlı bir iş ortamı bulunduğunu da birebir gözlemledik. Her şeyden önce söylemek gerekir ki; belediye başkanından kaymakamına, esnafından büyük işadamına, üniversitesine kadar, farklı açılardan baksalar da her kesim Bandırma’ya aidiyet hissediyor. Birlikte hareket edecek kültürü oluşturmuşlar. İdari olarak kısıtlandıklarının bilincindeler ama bunun yılgınlığı içinde değiller. Bir yandan ekonomilerini büyütmenin çabasındayken öte yandan dengeli büyüme, çevresel faktörleri unutmadan gelişme kaygısını birlikte taşımaları, bence en güzel yanlarından biri haline gelmiş.
Özel bir ek ile Bandırma ekonomisini daha detaylı işleyeceğimiz için, burada birkaç küçük saptamayla geçmek istiyorum. Bandırma’ya özgü sorunların temelinde büyükşehir olan Balıkesir’e her açıdan bağlanmış olmaları yatıyor. Anacaddelerde park ücreti tahsilatını bile büyükşehir yapıyor, gelirlerinin çok büyük kısmı büyükşehire gidiyor ama aldıkları hizmetin aynı oranda olmadığı açık. Bandırma, gelişmiş uzlaşı zeminine karşılık, kendi kararlarını almak konusunda, yeni düzenleme ile iyice kısıtlanmış durumda. Örneğin yeni bir sanayi bölgesine başlanmak üzere ama bunda yerel şirketlerin yer alıp almayacağı, bu bölgenin getireceği altyapı sorunlarının ne olacağı, hava ve su kirlenmesi için, artacak nüfus için neler yapılacağı henüz belli değil ve bu durum tüm Bandırmalıları huzursuz ediyor.
Mevcut idare yapı, planlama sorununu iyice büyütmüş, zamanı çok geçmesine rağmen büyükşehir gerekli planı hazırlayamadığı için, tüm yerleşim bu arada sanayi ve ticaret alanları, eskiden gelen sorunların hepsi sürüncemede kalmış.
Özetle; il olması ya da idari yapının değişip, Sefer Levent’in deyimiyle “bağımsız ilçe” olması gerektiği çok açık. Bu idari sorunun çözümü hem Bandırma hem ülke ekonomisine katkı anlamı taşıyacak.
DOLAR NE OLACAK?
Bandırmalı işadamlarının genel sorunlarına bakacak olursak, aslında ülke genelinden farklı olmadığı açık. Herkesin birbirine sorduğu, bu arada bize de en çok sorulan soru “Dolar ne olacak?” sorusu. Herkes birbirine soruyor ama büyük bir ağırlıkla kurlardaki artışın devam edeceği beklentisi hâkim. Tek fark, dolar kurunun hangi seviyeden geri geleceği yönündeki tahmin farklılıkları.
Tabii ki bununla birlikte Türkiye’nin dış ilişkilerinin durumu, özellikle ABD ile ilişkilerde neler olacağı merak ediliyor. Bankalara ceza gelip gelmeyeceği, Zarrab dosyasından neler çıkacağı, bunun içerideki iklimi nasıl etkileyeceği yanıtı en çok merak edilen sorular. Çünkü kimi az kimi çok daha fazla, hemen her işadamının dolar veya Euro ile sıkı ilişkisi var. Kur artışları herkesin işini olumsuz etkileyeceği gibi, birer vatandaş olarak da herkesin merak konusu.
Dün açıklanan eylül ayı sanayi üretim rakamları, tahminlerin üstünde, aylık yüzde 0.6, yıllık bazda yüzde 10.4 oranlarında artış yaşandığını gösterdi. Bırakın olumlu hava eserken bu rakamın abartılı bir şekilde satın alınmasını, normal bir dönemde olsak bile, bu verinin piyasalarda olumlu algılanması gerekirdi. Ancak piyasada oluşan fiyatlara baktığımızda, bunun hiç dikkate alınmadığına, aksine piyasadaki bozulmanın devam ettiğine şahit olduk. Dolar kuru dün 3.90 TL seviyesini bile aştı.
Piyasadaki yorumlara baktığımızda bu hava değişiminin en önemli nedeninin enflasyondaki yükseliş eğilimi olduğunu görüyoruz. Özellikle çekirdek enflasyondaki yüksek seyir, buna bağlı piyasa faizlerinde yaşanan artış piyasaların moralini epeyce bozmuş görünüyor.
Ancak anladığımız kadarıyla sadece kurlarla ilgili değil, piyasalarda Türkiye’deki ekonomik ve siyasi beklentilere ilişkin ciddi bir karamsarlığın hakim olmaya başladığına şahit oluyoruz. Başka bir deyişle artık büyüme gibi önemli veriler değil, kötüleşen beklentiler satın alınmaya başlandı. Hisse senedi piyasaları dışında tüm piyasalarda bir kötüleşme yaşanıyor.
Piyasa analistleri, bu kadar açık dile getiremeseler bile, ABD ve Avrupa ile yaşanan gerginliklerin faturasının ağır gelmesinden korkuyorlar. O nedenle önümüzdeki orta ve uzun döneme ilişkin beklentilerin iyice kötüleşmeye başladığını, bu kötümserliğin satın alındığını söyleyebiliriz.
Piyasalarda yükselen enflasyon ve piyasa faizlerinin karşısında artık Merkez Bankası’nın faiz artırımına gitmesi gerektiği, daha sık söylenmeye başladı. Merkez Bankası’nın önümüzdeki dönem, bu beklentiler arttıkça, giderek köşeye sıkışma ihtimali yüksek.
Bu nedenle piyasa yorumcularından bazıları 14 Aralık’ta toplanacak Para Politikası Kurulu’na kadar Merkez Bankası’nın direnmeye çalışacağını, bu arada özellikle ABD başta olmak üzere, dışarıdan olumlu haberler gelmesine umut bağladığını söylüyorlar. Kısa dönem içerisinde ise özellikle kurlardaki artışın devam etmesini bekliyorlar.
FAİZ ARTIŞI YETER Mİ?
Bu son hareket başladığında Merkez Bankası’nın dolaylı kur tedbirleri alacağını ama bunların yetmeyebileceğini söylemiştik. Bunun yanında,
Piyasa analistleri, özellikle yükselen enflasyon üzerinde durup, Merkez Bankası’nın mevcut faiz oranlarının artık yetmediği görüşünü belirtiyorlar. 12.25 olan geç likidite penceresi faiz oranlarının da artık yetmediğinin, son haftalarda yükselen tahvil-bono faizleriyle de ortaya çıktığını kaydeden bankacıların büyük bölümü, kurun dolaylı önlemlerle frenleneceği noktanın aşıldığı görüşündeler.
Dün Merkez Bankası yönetimi sabah piyasalar açılmadan, rezerv opsiyonu mekanizması kapsamında döviz imkan oranının üst sınırını yüzde 60’tan yüzde 55’e indirdi. Merkez Bankası’nın konuyla ilgili açıklamasında, “Son dönemde piyasalarda ekonomik temellerle uyumlu olmayan sağlıksız fiyat oluşumları gözlendiği” belirtilerek, yapılan değişiklikle yaklaşık 5.3 milyar TL likiditenin piyasadan çekilip, yaklaşık 1.4 milyar dolar tutarında dövizin bankaların kullanımına verileceğini belirtti.
Merkez Bankası dün bununla da yetinmedi, ardından şubat ayına kadar reeskont kredilerinin geri ödenmesinde 3.7 TL’lik dolar kurunu baz alıp, TL olarak ödenmesine imkan verdiğini duyurdu. Bu yolla da 5 milyar dolarlık döviz talebinin önlenmesinin amaçlandığı kaydedildi.
Ancak bu alınan dolaylı kur müdahalesi önlemlerinin piyasalarca yeterli görülmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yazının kaleme alındığı saatlerde dolar kuru, bunca önleme rağmen, ancak 3 kuruş düşmüştü, 3.85 TL civarında seyrediyordu.
Dünkü yazımızda da belirttiğimiz gibi dolaylı önlemlerin artık yetmeyeceği görüşünün piyasalarda hakim olduğunu görüyoruz. Analistler, Merkez Bankası’nın bu önlemlerle “ben buradayım” mesajı vermeye çalıştığını ama piyasanın kurların frenlenmesi için uygun bir faiz artışı beklediğinin artık ortaya çıktığını söylüyorlar. Merkez Bankası’nın sahip olduğu birkaç dolaylı müdahale aracını daha kullanabileceği ancak fazla etkili olmasının beklenmediğini kaydeden analistler, “Merkez Bankası yönetiminin piyasalar ile Hükümet arasında kalacağı bir döneme daha girdiği”, işinin zor olduğu görüşündeler.
EN KIRILGAN TÜRKİYE
Piyasalar Merkez Bankası’nın dolaylı döviz müdahaleleri ile meşgulken, uluslararası reyting kuruluşu S&P, yeniden düzenlediği “dünyadaki en kırılgan ekonomiye sahip 5 ülke” listesini yayımladı. Eski listeden bir tek Türkiye’nin kaldığı yani listede Pakistan, Arjantin, Katar ve Mısır bulunuyor. S&P Türkiye’nin yeni kırılgan 5’li içerisinde “en kırılgan ülke” olduğunu da açıkladı.
Küresel gelişmeler de kurlardaki yükselişi körüklüyor, örneğin dün tüm gelişmekte olan ülke paralarında bir değer kaybı vardı Ancak bu listenin de açıkça gösterdiği gibi, Türkiye’nin bundan sonrasında işinin çok daha zor olacağı açık. Çünkü enflasyon başta olmak üzere ekonomik dengelerde bozulma yaşanırken, siyasi olarak da Türkiye’nin ve TL’nin baskı altında kalacağı bir dönemin başladığı açık. İşin kötüsü bu baskının daha da artması bekleniyor.
Piyasalardaki genel kanı, rezerv yetersizliği nedeniyle, Merkez Bankası’nın döviz satarak kura müdahale edemeyeceği yönünde. Yani piyasalar döviz satarak Merkez Bankası’nın doğrudan kura müdahalesini beklemiyor.
Diğer araçlarla kura müdahale konusunda ise piyasadaki görüşler farklı. Her şeyden önce kurlardaki yükselişin ekonomik dayanakları olup olmadığı, ekonomik dayanağı yoksa müdahalenin de bir anlamı olmayacağı görüşünde olanlar var. Bu nedenle de, önce kurlardaki çıkışın nedeninin siyasi mi ekonomik mi olduğunu belirlemek gerekiyor.
Piyasa uzmanları ile konuştuğumda aslında iki nedenin de var olduğunu görüyorum. Enflasyonun bu kadar yükseldiği noktada ekonomik dayanağı bulunduğu yani faizlerin düşük kaldığı açık. Bankacıların bir bölümü enflasyonu indirmek için gereken faiz oranının yüzde 15-16 olduğunu, bunun da büyümede birkaç puan düşüş getireceği için, bu dönemde faizlerin enflasyonla mücadele için gereken yerde olmasının beklenemeyeceğini söylüyorlar. Yani siyasi tercih öne çıkıyor, teknik gerekçelere baskın geliyor. Piyasalar da bu durumu kanıksamış, bir anlamda bu siyasi tercihe razı olmuş gözüküyor.
Küresel koşullara baktığımızda ise Powell’in Fed başkanlığına önerilmesiyle rahatlayan piyasaların baktığı nokta, Trump’ın vergi düzenlemelerinin orijinal haliyle geçip geçmeyeceği konusu. Olduğu gibi geçmesine ihtimal verilmediği için de bizim gibi ülkelerden döviz çıkışı konusunda çok fazla panik yapılmıyor.
Peki, o zaman 3.89 TL’ye çıkan dolar kurunun tek sebebi enflasyon mu derseniz tek başına bunun olamayacağı da ortada. Risk unsuru olarak görülen şey ise son dönemde piyasalarda çıkan ABD’deki davaların seyri ve bankalara ceza gelip gelmeyeceği haberleri. Piyasa oyuncuları ABD Hazine Bakanı’nın bu konudaki son demecini olumlu algıladıklarını, yapılan yalanlamalar nedeniyle bu konuyu gündemde tutmadıklarını söylüyorlar. Peki, bu konu hiç olmasaydı kur ne olurdu diye sorduğumda bir bankacı, “Bizimkiler değil, yetkili bir ABD’li çıkıp da kesinlikle böyle bir şey yok derse dolar kuru 3.70-3.75 TL’lere geri döner” diyor. “Peki, aynı yetkili çıkıp ceza geliyor derse ne olur?” diye sorduğumda ise “O zaman kurları tutmak pek mümkün olmayabilir” yanıtını alıyorum.
ABD’DEN OLUMLU HABER GELİR Mİ?
Yani aksini söyleseler de ABD’deki davaları, ceza söylentilerini fiyatlıyorlar. En azından bir kısmını fiyatlıyorlar, bu konunun şüphesi bile kurlara yetiyor.
Şimdi de Başbakan’ın ABD gezisinden bu konuda olumlu haber bekliyorlar.
Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya, temmuz raporuna göre yüzde 1.1 artış yapıp, 2017 sonu enflasyonunu, orta noktası yüzde 9.8 olmak üzere yüzde 9.3 ile yüzde 10.3 aralığında revize ettiklerini açıkladı. Çetinkaya aynı açıklamasında kredi genişlemesinin artık normale döneceğini belirtirken, “Kredi genişlemesinin enflasyona baskısı nispeten azalacak” demişti. Gelecek yıl için değerlendirmelerini yaparken çıktı açığı açısından büyümenin potansiyeline yakınsadığı, ilave teşviklerin ortadan kalktığı ve kredi büyümesinin normal seviyesine dönmeye başladığı bir çerçeveyi esas aldıklarının altını çizmişti. Aynı saatlerde açıklama yapan Başbakan Binali Yıldırım ise KGF kefaletinin kalıcı hale geleceğini belirtirken, “Mütemadi olacak. KGF bundan sonra sürekli olarak piyasaya kaynak temin etmeye devam edecek” dedi. KGF sonrası takibe düşen alacakların azaldığına dikkat çeken Yıldırım, böylece ekonomideki canlığın süreklilik kazanacağının altını çizdi. Temmuz’daki enflasyon raporuna göre 2017 yıl sonu hedefi yüzde 1.1, 2018 yıl sonu hedefi 0.5 puan yukarı çekilirken, KGF açıklamasının da etkisiyle, bu hedeflerin bile iyimser kaldığı ortada. Merkez Bankası Başkanı Çetinkaya, 2017 yılı boyunca sıkı para politikası uyguladıklarını, enflasyon hedefini tutturana kadar sıkı para politikasının devam edeceğini söylüyor. Ancak bu sözlerin yeterli olmadığı çıkan sonuçlardan açıkça anlaşılıyor. Çetinkaya sapmalar konusunda TL’nin beklenmeyen değer kaybı, petrol fiyatlarındaki yükseklik gibi unsurları başta sayıyor ama para politikasının riskleri absorbe edecek kadar sıkı olmadığı açık. Çıkan bu tabloya bakarak; ya “Merkez Bankası samimi düşünüyor ama teknik olarak yanlış yapıyor” dememiz, ya da “Merkez Bankası politikacıların isteği doğrultusunda ..mış gibi yapmaya devam ediyor” dememiz lazım. Yok, hükümet ve bakanlar Merkez Bankası’na, dünkü KGF açıklamasında olduğu gibi, para politikasını doğrudan etkileyen kararları söylemiyor veya danışmıyorlar diye düşünecek olursak, o zaman durum daha da vahim sayılmaz mı?
Piyasalar ellerinde hiçbir çıpa kalmadığı için Merkez Bankası’nın sıkı para politikasını baz alarak çalışıyorlar ama belli ki o da çıpa olamıyor.
VARLIK FONU’NA ÇİN KREDİSİ TEYİDİ
Varlık Fonu’nun Çin Bankası ICBC’den 5 milyar dolar kredi alacağına ilişkin haberlere bir katkı da arkadaşımız Vahap Munyar’dan geldi. Krediyi bu köşede yorumlamamız üzerine Valık Fonu Başkan Vekili Himmet Karadağ Twitter’dan, böyle bir kredi olmadığına dair, bunun üzerine yazdığımız köşe yazısı için de gazeteciliğimizi sorgulayan ünlem işaretli mesajlar atmıştı.
Vahap Munyar eski Enerji Bakanı Hilmi Güler’e bu krediyi sorup, aldığı şu yanıtı geçen gün köşesinde yayınladı: “ICBC, Türkiye’ye kaynak sağlamaya çok istekli. Mehmet Bostan Türkiye Varlık Fonu Başkanlığı’ndan ayrılmadan önce bağlantıyı ben kurmuştum. Kullandırılacak kaynak 3.5 milyar dolarla başlayıp, 5 milyar dolara çıkacaktı.” Güler, Fon Başkanlığı’na atama sonrası bu kredinin tekrar görüşülebileceğini de belirtmiş.
Ne diyelim; gerçekler bir şekilde ortaya çıkıyor.