“Satranç oynamaktansa ateşi tutmak daha hayırlı. Oynayanlar lanetlenmiştir” diyen Cübbeli Ahmet’e neyse ki bakan düzeyinde bir tepki geldi. AB Bakanı Ömer Çelik’in “Ben satranç oynarım. Herkese de tavsiye ederim. Satrancın din adına yasaklanmasını da son derece akıl dışı bulurum” sözleri karanlık dimağlara en etkili yanıt oldu.
* * *
Satrançla ilgili bu zırvalığın durup dururken ortaya çıkmasının nedeni, son yıllarda satranca olan ilginin artmasından kaynaklanıyor olabilir mi? İnsanı sorgulamaya, analitik düşünmeye yönelten satrancın yaygınlaşmasıyla, ‘yanmaz kefen’ satabildiği kitleleri kandıramayacağını düşünenler, satranca olan ilginin artmasından korkuyor olabilir mi?
Bu sorunun yanıtı da sanırım rakamlarda.
* * *
Örneğin Ankara’da 2012 yılında 14 bin 189 olan lisanslı sporcu sayısının, 2016 yılı sonu itibarıyla 42 bin 661’e ulaştığını biliyor muydunuz?
Ya da, Ankara’da 2012 yılında sadece 30 turnuva düzenlenirken 2016 yılında bu sayının yüze ulaştığını...
Bu kapsamda da, geçtiğimiz günlerde TOFAŞ’ın basketbol salonuna çok güzel bir “Engelsiz Tribün” inşa ettiler. Türkiye’de ilk kez bir basketbol salonunda engeller kalkarken, haliyle aklıma ilk gelen soru, “Ankara’da neden böyle bir şey yapılamıyor?” sorusuydu.
* * *
4 Aralık’ta TOFAŞ-Fenerbahçe maçıyla açılışı yapılan tribünün çıkış noktası ise, engellilerin ulaşımına uygun olarak inşa edilen spor salonuna ulaşabilen engelli taraftarların pota arkasından güvenilir olmayan alanlarda ve refakatçilerinden ayrı bir şekilde maçı izlemek sorunda oluşlarıydı.
Daha sonra bu tribünün hikâyesi, 33 yıldır TOFAŞ taraftarı olan Alper Şirvan’ın da rol aldığı reklam filmiyle daha geniş kitlelere ulaştı.
* * *
Engelsiz Tribün’deki ilk maçında yaşadığı sevinci şöyle anlatıyor Şirvan:
Ama bu gerekçeler, trafikte herkese karşı geçiş üstünlüğü sağlaman için yeterli değil. Aracına taktırdığın yanar-döner ışıkları kullanarak trafikte insanların önüne geçmenin yasal olmadığını sen de biliyorsun ama bunu yapmaya devam ediyorsun.
* * *
Farkında mısın bilmiyorum ama, şoförün bazen trafikte terör estiriyor ve hem senin canını hem de başkalarının can ve mal güvenliğini tehlikeye atıyor.
Rica ediyorum, yapmayın.
Yalnızca kendi adıma değil, tüm kentliler adına talepte bulunuyorum.
Gideceğin yere 3-5 dakika erken varmak, sana en fazla 3-5 dakika kazandırır ama trafikte insanlara saygı göstererek çok şey kazanırsın.
‘İnsanlık’ gibi mesela...
* * *
Gölbaşı ve tüm Ankara için sevindirici olan bu haberi, önceki gün telefonla arayan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Mustafa Öztürk verdi.
Ankara Hürriyet olarak, Mogan Gölü’nde yaşanan felaketleri defalarca gündeme getirirken, üç bakanlık ve iki belediyenin bir yıl önce imzaladığı protokolün bürokrasiye takılmasını da “Kalkınma’yı bekliyor” manşetiyle duyurmuştuk.
* * *
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Büyükşehir Belediyesi ile Gölbaşı Belediyesi’nin işbirliğinde hazırlanan protokol, geçen yıl ekim ayında imzalanmış ve göldeki temizlik çalışmalarının kısa sürede başlaması hedeflenmişti.
Ancak, bir türlü ihaleye dahi çıkılamayan protokolle ilgili kaynağın Kalkınma Bakanlığı tarafından yatırım programına alınmadığı için, projeye başlanamadığı ortaya çıkmıştı.
Çünkü, geçtiğimiz hafta yaşanan balık ölümlerinin ardından yapılan analizler, göldeki canlı yaşamının tamamen ölmek üzere olduğunu ortaya çıkardı.
Yani, göl öldü, ölecek.
Bundan tam bir hafta önce, Mogan Gölü’nde çok sayıda balığın karaya vurması üzerine, konuyu Ankara Hürriyet’in manşetine taşımış ve “Göl can çekişiyor” demiştik.
Haber yayınlanmadan bir gün önce de, yani olayın yaşandığı gün Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yetkililerine ulaşarak, suyla ilgili analiz yapılması talebinde bulunmuştuk.
* * *
Ve o analizin sonuçları geldi.
Dört ayrı noktadan su ve balık numunesi alan yetkililer, ilk etapta ciddi bir ‘koku kirliliği’ tespit etmiş.
Kent turizmi konusunda son birkaç yıldır yalnızca “Alışveriş Festivali”ne bel bağlayan Ankara, bir türlü beklenen turizm hamlesini gerçekleştiremiyor. Sahip olduğumuz müzelerin tanıtımı için yeterli tanıtım çabaları ortaya konamazken, kente yurt dışından, hatta bırakın yurt dışını çevre illerden bile turist çekebilecek ölçekte bir turizm projesi de üretemiyoruz.
Oysa bakın yanı başımızda Ankara’dan daha az imkanlara sahip illerde neler yapılıyor?
Geçtiğimiz hafta Bolu’daydık ve ileriki yıllarda bu bölgede önemli bir turizm merkezi olmaya aday kentin çabalarını yerinde gördük.
Eldeki tarihi değerlerin yanısıra coğrafi avantajlarının farkına varan Bolu kenti, bunlara sahip çıkıp Türkiye ve dünyaya tanıtmak için önemli projeler hazırlamış.
KÖROĞLU EFSANESİ YENİDEN DİRİLİYOR
Köroğlu efsanesine hak ettiği değeri kazandırmak isteyen Bolu Belediyesi, ilk olarak Köroğlu’nun yaşadığı Sayık Köyü’nden işe başlamış. Köroğlu’nun bir dönem torunları tarafından kullanılan evi müzeye çevirmek için harekete geçen Belediye, üniversiteyle de işbirliğine giderek konuya akademik çerçeveden de yaklaşıyor. Bolu Belediyesi, Türk Tarihçisi Prof. Dr. Faruk Sümer’in bulduğu belgeler ışığında çalışmalarını yürütürken, diğer yandan Bolu Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz da Ankaralı gazetecilere Sayık Köyü’nde projeyle ilgili bilgiler verdi. Biz de Yılmaz’ın anlattıklarını yerinde dinledik.
Özetlemek gerekirse, bir hat sahibinin taksisinde günübirlik direksiyona geçen kişi, bir arkadaşımızı ‘jopculuk’ (el çabukluğuyla para değiştirerek, para üstünü vermeme) denen yöntemle dolandırmış, biz de hat sahibi ve meslek odasına ulaşınca taksiyi bırakıp kaçmıştı. Bu demek oluyordu ki; şoförlük yapan bu kişi hırsızlık da, gasp da hatta Mersin’deki Özgecan olayında olduğu gibi vahşi bir cinayete de karışabilirdi. İşte Oda Başkanı Yıldırım’ın itirazı da tam bu noktadaydı. Yıldırım, şoförlük mesleğiyle ilgili kritik kararın 2005 yılında alındığına ve bu tarihten sonra kontrolsüzce bir sürecin başladığını söylüyor. Gelin, Yıldırım’a kulak verelim:
* * *
“Odamıza kayıtlı 7 bin 701 taksi bulunuyor ve bunlarının tamamının dürüst, ekmeğinin peşinde olduğuna eminim. Ancak, günün 24 saati hizmet veren taksici esnafımız doğal olarak tek başına çalışma olanağına sahip değildir. Bundan dolayıdır ki, yardımcı mahiyetinde, günün yarısında mal sahibi olmayan ancak para kazanmak için, bu taksilerde şoför olarak çalışanlar da var. Mevcut düzenlemelere göre, bir kişinin taksi ya da diğer ticari araçlarda çalışabilmesi için “B” sınıfı ehliyetine sahip olması yeterlidir. Dürüst insanların yanında maalesef bu mesleği kirleten kişilere de rastlıyoruz.
Doğal olarak şunu sorabilirsiniz: “Ticari araç sahibi olmayan ancak mesleğin adını kirleten bu kişi ya da kişiler için ne gibi önlemler alıyorsunuz?”
* * *
Bilindiği üzere, ticari amaçlı faaliyet gösteren araç sahipleri dahil, tüm şoförler, 1950 yılından 2005 yılına kadar esnaf odalarına üye oluyor ve denetim, eğitim gibi kriterleri, bağlı oldukları esnaf odaları tarafından gerçekleştiriliyordu. Ancak, 2005 yılında ilgili bakanlığın aldığı kararla araç sahipleri yani ruhsat sahipleri hariç, ticari araç şoförlüğü yapan kişiler esnaf statüsünden çıkarıldı. Bundan dolayı da bu kişilerin bağlı oldukları meslek odalarındaki üyelikleri sonlandırıldı. Yani ilgili düzenleme sonucunda “B” sınıfı ehliyeti olan herkes taksilerde çalışabilir hale geldi, bu da beraberinde ‘kayıtdışılığı’ getirdi.
* * *
Halbuki vasıfsız bir kişiden en basit bir işte çalışırken bile sabıka kaydı, sağlık raporu gibi evraklar istenirken, şoförlük yapabilmek için bunların hiçbirine bakılmıyor. Oysa herkesin canını emanet ettiği bu taksilerde çalışan şoförlerin de bu şekilde kontrol altına alınması gerekmektedir. Biz bununla ilgili, Mersin’de yaşanan Özgecan cinayetinin ardından gerçekleştirilen ilk UKOME toplantısında teklifimizi dile getirdik. Teklifimizde, taksilerde şoförlük yapacak kişilerin ilgili evraklarla kayıt altına alındıktan sonra, Emniyet, Büyükşehir Belediyesi, Sağlık Müdürlüğü ve Şoförlür Odası’ndan oluşacak komisyon tarafından eğitilmesini ve sınava tabi tutulmasını önerdik. Sonrasında da gerekli işlemlerle bu kişilere kart verilmesini ve kartı olmayanların şoförlük yapmasının engellenmesini istedik. Ancak, bu teklifimiz o günden beri UKOME’de gündeme alınmayı bekliyor. Tüm bu düzenlemeler Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı UKOME’de alınacak bir kararla hayata geçirilebilir. Meslek Odası olarak bu konudaki bekleyişimiz sürüyor.”
Aradan altı ay geçti ve akıllarda ne Özgecan kaldı, ne de vaatler...
O günlerde yazdığım bir yazıda, şu soruyu yöneltmiştim: “Sosyal medyada eli silahlı fotoğraflarını paylaşan ve silah kaçakçılığından hüküm giymiş birisi nasıl olur da bir toplu taşıma aracında direksiyona geçebilir?”
Sonrasında alınması gereken önlemler çokça konuşulsa da ‘toplumsal hafıza’ eksikliğimiz devreye girdi toplu taşımaya dair tüm sorunlar sümen altı edildi.
Var olan problemleri unutsak da, halının altına süpürsek de bu gerçeklerle yaşamaya devam ediyoruz.
Bakın şimdi, bu işlerin Ankara’da ne kadar kontrolsüzce ilerlediğini gözler önüne seren bir olay anlatacağım.
Çarşamba günü sabahı arayan bir arkadaşım, taksici tarafından dolandırıldığını ve ne yapabileceğini sordu. Önce olayı özetlemesini istedim:
* * *
“Kızılay’dan bindim, Çankaya’da indim. Taksimetrede 10 TL 50 kuruş yazıyordu. Taksiciye ‘Bozuğun yoksa, 10 TL verebilirim, yoksa 100 TL var’ dedim. O da ‘10 TL yeter’ dedi ve parayı uzattım. Sonra da ‘Bu para yırtık’ diyerek geri verdi ve 100 TL’yi aldı. Para üstü olarak da 9.5 TL verdi. 100 TL verdiğimi söyleyince de ‘20 TL verdin’ dedi. Sabah sersemliğiyle ‘karıştırdım herhalde’ diyerek indim. Fakat birkaç adım attıktan sonra, parayı az önce bankamatikten çektiğimi hatırladım. Üstelik, ‘her seferinde bozuk verir bu kez tüm para verdi’ diye de söylendim kendi kendime. Yani emindim, ama taksici çoktan uzaklaşmıştı.”