15 Şubat 2006
ABDULLAH Öcalan bugün tam 7 yıldan beri konuğumuz! Zaten Kenya'da apar topar uçağa atıldığında, özel görevliler kendisine "Memlekete hoşgeldin Abdullah" demişlerdi. Yol boyu korkudan titriyordu. Acaba uçaktan aşağı atarlar mıydı? Yere inince öldürürler miydi? Ama hiçbir kötü davranışla karşılaşmadı.
Sorgusunda bülbül gibi öttü. Zorluk çıkarmadı. Örgütün sırları dahil bildiği her şeyi anlattı.
Korkusu sürüyordu. Kalıbının adamı olmadığı ortaya çıkmıştı. Yargı süresince de uysal bir çocuk gibi davrandı, bildiklerini bir kez daha anlatma fırsatı buldu.
Şimdi İmralı Adası'nda herhalde, Suriye'de yaşadığı parlak hayatı hep düşünüyordur. Çevresinde PKK'lı kızlardan oluşan haremi, onlarla göbeğini kaşıya kaşıya yaptığı muhabbetler!..
***
Suriye'de iken Türkiye'den ziyaretine gelmek için kuyruğa giren anlı şanlı gazeteciler! Kabul etme ayrıcalığını ihsan ettiklerinden vıcık vıcık sorular!.. "Sayın Öcalan şu konuda acaba ne düşünüyorsunuz?.."
Beyefendinin ağzından çıkan sözler birkaç gün sonra fotoğraflarıyla birlikte Türk basınında yayınlanırdı. "Apo yazarımıza dedi ki... Birlikte resim çektirdiler... Apo Galatasaylı... Apo acılı Adana seviyor... Apo PKK için dedi ki..."
Acaba o söyleşilerle kendisinin ve örgütünün propagandasını yapan bizim anlı şanlı gazeteciler ve köşe yazarları, 1984 yılından bu yana öldürülen 40 bin'e yakın insanımızın sorumluluğunu biraz olsun vicdanlarında hissediyor mu? Bilemiyorum.
Bazı gazetecileri tehdit etmekten de geri kalmazdı. "Bu görüşmeyi Şam'da yaptığımızı yazarsanız sonunuz fena olur. Türkiye'de can güvenliğiniz tehlikeye düşer."
Suriye bu şahsı 20 yıla yakın ülkesinde barındırdı, korudu, besledi. Günün birinde Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş Hatay'a gitti, sınırda yaptığı konuşmada Suriye'ye açıktan posta koydu. Kağıttan kaplan Suriye ürktü ve Öcalan'ı derhal paketleyip dışarıya gönderdi. Sonrasını hepimiz biliyoruz.
Peki işin acı yanı nedir? PKK terörüyle mücadelede on binlerce insanımızı yitirmiş, en az 100 milyar dolar para harcamıştık.
Suriye'ye bir özür bile diletmeyi başaramadık. Hayır, başaramadık değil. Böyle bir talepte bile bulunamadık.
Bize yazıklar olsun.
"KAYIT DIŞI MUHALFET"
Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Fethullah Gülen'in gazetesine konuşmuş. Sözlerini dün manşetten verdiler: "Bazı kurumlar kayıt dışı muhalefet yapıyor."
Kayıt dışı muhalefet! Yeni bir kavram. Peki kim bunu yapıyormuş? Onu da Çiçek'in ağzından dinleyelim:
"Mahkemelerin, milletin değer ve beklentileriyle ters düşmemesi gerekir."
Birincisi, bu sözleriyle özellikle türban konusunda yargıya gözdağı veriyor. "Kararlarınızı bizim istediğimiz doğrultuda verin" demeye getiriyor.
Yargı kararları birilerinin değer ve beklentilerine göre değil, kurallara, hukuka göre verilir. Cemil Bey bunları bilmez mi? Elbette bilir!
Sonra yakınıyor:
"Şimdi yeni bir muhalefet şekli çıktı. Bu, kayıt dışı muhalefettir. Çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından iktidarın icraatını engellemeye dönük faaliyetler, Meclis'teki muhalefetten daha etkili. Ancak bunlar (kayıt dışı muhalefet) resmi kayıtta görünmüyor. (Demek ki muhalefeti resmi kayıt altına sokmak gerekiyormuş!) Türkiye'nin temel açmazı burada. Kayıt dışı muhalefet yoluyla iktidar engellenerek Türkiye'nin önü tıkanıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde kayıt dışı muhalefetin yeni marifetleriyle karşı karşıya kalınabilir."
Kayıt dışı ekonomi, kayıt dışı kara para gibi kavramları bilirdik de, bu kavramı ilk kez duyuyoruz. Adalet Bakanı icat ettiği bu "kayıt dışı muhalefet" tanımıyla hangi kurum ve kuruluşları kastettiğini, bu muhalefetin "kayıt içine" nasıl alınması gerektiğini açıklamıyor!
Allah rızası için söyleyin, Türkiye'de muhalefet yapan kim var? Adalet Bakanı Meclis'teki muhalefeti fazla hesaba katmıyor. Haksız sayılmaz. Geriye kim kaldı? Sivil toplum örgütlerinin, sendikaların sesi çıkıyor mu? Medyada çok az sayıda yayın organı ve köşe yazarı dışında bunlara muhalefet sergileyen var mı? Gerçekler bire bir saptırılıyor, ortalık yağdan baldan, pembe tablolardan geçilmiyor.
O halde Adalet Bakanı "kayıt dışı muhalefet" derken kimi kastediyor?
Bu soruyu orta zekalı kime sorarsanız, alacağınız yanıt aynı olacaktır:
Yargıyı... Mahkemeleri.
Bu gibi çıkışlar, partisinin siyasal çıkarları uğruna hakimlere, savcılara, mahkemelere böyle dolaylı yollardan ve "kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" yöntemiyle gözdağı vermeler hele Adalet Bakanı'na hiç yakışmaz.
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2006
BAŞBAKANLIK Basın Merkezi adına (!) dün yapılan açıklama internetten geldi. Aynen veriyorum: "T.C. Başbakanlık Basın Müşavirliği. Kamuoyuna duyuru.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın cumartesi günü Mersin'de narenciye üreticisi Kemal Öncel'e 'TERBİYESİZLİK YAPMA LAN, ARTİZLİK YAPMA LAN' diye bağırdığına ilişkin olarak Türk medyasında gerçeği yansıtmayan haberler yer almıştır.
Oysa Sayın Başbakanımız bu sözleri çiftçi vatandaşımıza değil, o akşam oynanacak olan Fenerbahçe-Samsunspor maçında olacakları -o müthiş öngörüsü ile- bildiği için Fenerbahçeli Nobre için söylemiştir.
Kamuoyunun bilgisine arz olunur."
Büyük olasılıkla Galatasaray veya Beşiktaş taraftarları tarafından gönderilen bu internet mesajıyla, Türk milletinin muhteşem mizah anlayışı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha üstüne çıktı.
AÇIKÇA HEDEF GÖSTERİYORLAR
Danıştay'ın verdiği son türban kararı sonrasında yüz kızartıcı gelişmeler yaşıyoruz. Din ve türban sömürüsü yine ağızlara sakız oldu. İstanbul'da Vakit adıyla çıkarılan şeriatçı gazetenin dünkü birinci sayfasında 9 sütuna kocaman bir manşet atılmıştı:
"İŞTE O ÜYELER."
Başlığın hemen altında, başta 2. Daire Başkanı Mustafa Birden olmak üzere Danıştay'ın bu kararına imza atan 5 üyenin de kocaman fotoğrafları vardı. Vakit Gazetesi, Danıştay üyelerini açıkça hedef gösteriyordu.
Bundan önce başka kişileri de böyle fotoğraflarını yayınlayarak hedef göstermiş, bunlardan bazıları -Gümüşhane Barosu Başkanı gibi- öldürülmüştü.
Türkiye'de bugüne kadar milyonlarca mahkeme kararı verildi. Hangisinde bütün heyetin böyle tek tek fotoğrafları yayınlandı, böylesine hedef gösterildi?
Bu nasıl bir rezalettir? Bu hákimlerin can güvenliğini bundan sonra kim koruyacaktır?
***
Peki bu rezalete kimler yol veriyor? Danıştay kararı açıklandıktan sonra Recep Tayyip Erdoğan dahil neredeyse bütün bakanlar uluorta konuştular, kararı eleştirdiler.
Bir "Adalet Bakanı" düşünün ki, işine gelince "yargı bağımsızdır, ben görüş bildiremem" diye olanları örtbas etmeye kalkışır. Ama son Danıştay kararını, hem de idari yargının en üst düzeydeki kuruluşunun türban kararını açıkça eleştirmeye kalkışır!
Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin konuştu, eleştirdi. "Milli" Eğitim Bakanı olan Hüseyin Çelik aynı şeyi yaptı.
Hepsi sıraya girmişti. Abdullah Gül durur mu, kervana o da katıldı:
"Bu anlayış diktatör rejimlerin felsefesidir. Kaygıyla karşılıyorum. Hayretler içinde kaldık. Bunlar (bu mahkeme kararları) çok yanlış ve tehlikeli şeylerdir."
Beyefendinin hangi sıfatıyla, hangi hukuk bilgisiyle konuştuğunu anlamak elbette mümkün olmadı!
Çırakları konuşur da bizim Recep Tayyip Erdoğan durur mu! O da -bilinen üslubuyla- açtı ağzını, yumdu gözünü:
"Bu kararı kınıyorum. Bu hiçbir hukuk anlayışı içinde tanımlanamaz." (Kendisi herhalde 'hukukçu' (!) olduğu için bu konuları iyi biliyor. Hukukçuluğu, tahmin ediyorum ki bildiği İngilizce kadardır. Meclis albümüne kendisinin "İngilizce bildiğini" yazdırmış da!..)
Recep Tayyip Erdoğan daha sonra Danıştay'a hitaben sözlerini şöyle sürdürdü:
"Efendi, bu senin işin değil, Diyanet'in işi."
Birileri bunun üzerine kendisine şöyle seslenmeliydi:
"Efendi, hele sen bu konulardan hiç anlamazsın. Bunlar senin değil, yargının işidir."
Bir başbakan düşünün, yargıya, hem de ülkenin idari yargıdaki en üst düzey mahkemesine "efendi" diye hitap ediyor. Aklınca Danıştay'ı aşağılamaya kalkışıyor.
Başbakan ve bakanları tek tek konuştu, bunlara destek veren şeriatçı medyada -gazete ve televizyonlarda- Danıştay'a en ağır hakaretler yağdırıldı ve son olarak dünkü Vakit Gazetesi'nde Danıştay 2. Dairesi'nin başkan ve üyelerinin fotoğrafları tek tek, birinci sayfadan, manşetten yayınlandı.
Onlar açıkça hedef gösterildi.
Türkiye'nin ne durumlara geldiğinin, ne durumlara düşürüldüğünün somut örneklerine bir kez daha tanık olduk.
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2006
BİR hükümetin inişe geçtiği, sonun başlangıcına gelindiği iki aşamada belli olur. 1- Vatandaş tepkileri çığ gibi büyümeye başlar.
2- Devleti ve hükümeti yönetenlerin siniri bozulur, argo konuşmaya, azarlamaya, hazımsızlığa başlarlar.
Recep Bey dün Mersin’de. Çiftçi vatandaş Kemal Özcan kendisine hitaben "Çiftçinin hali ne olacak, hangi yüzle geliyor buraya" diye yüksek sesle soruyor. Recep Bey’in zaten gergin olan sinir sistemi bir anda boşalıyor. Aralarında geçen konuşma:
"Gel buraya, artistlik yapma.
"Artistlik yapmıyorum, lütfen hakaret etmeyin."
"Böyle bağırılmaz... Lan bana anayasayı öğretme. Terbiyesizlik yapma lan."
"Lan mı?"
"Evet."
"Canın sağolsun."
"Şu anda çiftçiye ne verildiğinin farkına mısın?"
"Benim mahsulüm öldükten sonra mı? İki senedir anamız ağladı."
"Haydi, anan ağlasın, baban ağlasın. Ananı al git buradan."
Vatandaş, korumalar tarafından götürülürken haykırıyor:
"Lan diye hitap etme. Ayıp be! Sayın Başbakan diye hitap ettim, ’lan’ diye hitap etti."
Biz bunca yıllık Cumhuriyet tarihinde bir başbakanın böylesine argo konuştuğuna, insanları böyle azarladığına hiç tanık olmamıştık.
* * *
Kendisinden başlayarak ağızları iyice bozuldu. Recep Bey zor durumda. Kötüye gidiş karşısında sinir sistemi çöktü. Yukarıdaki sözler ne ilkti, ne de son olacak. İşte kendi ağzından birkaç örnek daha:
Baykal’a: "Adam okusa, nelerin pazarlanacağını bilir."
"Bunların dünyadan haberi yok. Bekára karı boşamak kolay."
"Milliyetçilik havasında gezip afra tafra atıyorsunuz."
"Bunlara sorun, hayatında bir koyun güttün mü?"
Avusturya’nın Ankara Büyükelçisi’ne: "Senin başbakanınla görüştüm, haberin var mı? Bir daha böyle siyaset yaparsanız yanarsınız! (Yanıt almayınca): Fazla içmedin değil mi?"
YÖK Başkanı’na, kafasını göstererek: "Burası basmıyor. Hayatta iki koyun gütmediği için bunu kavrayamıyor."
Erzurum’da çiftçinin durumu ne olacak diye soran vatandaşa: "Yahu bu millet yatıp kalkıp size mi çalışacak?"
Muhalefet partilerine: "Dur dinle be! 9 ay 10 gün be."
"Akılları basmaz. Bana da frikik attırıyorlar. İyi frikik atarım."
Son günlerdeki konuşmalarından:
"Ben halkımın dilini konuşuyorum. Halkımın dili argoysa ben argo konuşurum. Beni gaza getirmeye çalışıyorlar."
"Kıbrıs elden gidiyor diyorlar. Ne gidiyor be?"
"Sanki meslek liselilerin hepsi imam hatipli anasını satayım."
(İyi ki S harfiyle başlayan son sözcükte bir dil sürçmesine uğrayıp yine S harfiyle başlayan bir sözcük çıkmamış ağzından!)
* * *
Bu konuda kendisini izleyen, aynı argo ağızlarla konuşan bir de Maliye Bakanı var. Onun da sinir sistemi bozuk. Onun da ağzı iyice bozuldu.
Birkaç gün önce Kayseri’de Deniz Baykal’a hitaben mikrofonlara konuştu:
"Lan oğlum, Maliye Bakanı’ndan niye bu kadar korkuyorsun? Niye korkuyorsunuz oğlum?"
Beyefendi birkaç gün önce Hacettepe Üniversitesi’ne gitmişti. Yanına bir delikanlı yanaştı. Önce bakan beyin elini sıktı. Genç sonra derdini anlattı:
"Durum çok kötü, bir şeyler yapın. İş yok. Açız. Zor durumdayız."
Devreye anında korumalar girdi. Genç oradan uzaklaştırılırken son bir şey daha söyledi:
"Sayın bakanım hep kendinize cukkalıyorsunuz, hiç halkı düşünmüyorsunuz."
Son cümle çok önemliydi: "Hep kendinize cukkalıyorsunuz."
(Kimbilir, belki de marketten aldığı Unakıtan ürünlerinin bayat çıkmasına kızmıştı!)
* * *
Sevgili okuyucularım, bunların inişi her geçen gün biraz daha hızlanıyor. Eğer bir iktidarın en tepesine ve öteki yöneticilerine vatandaş tepkileri böylesine artıyorsa, cukkalar, devlette ve belediyelerde ihale ve alım vurgunları, özelleştirme peşkeşleri, partili yandaşları zengin etmeler böyle havalarda uçuşuyor ve onlar da bunun karşılığında ağızlarını bozmak zorunda kalıyorsa, piyesin sonu yaklaşıyor demektir.
Türkiye’de sonun başlangıcı hep böyle gelir.
Üç yıl boyunca övülmeye, yağlanmaya, pohpohlanmaya, çizilen ve kendileri tarafından çizdirilen yapay pembe tablolara fena alıştılar. İnsanlar ses vermeye başlayınca şaşkına döndüler. Sinir sistemleri boşaldı. Gerçek kişilikleri ve bilinçaltları yüzeye fırladı!
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2006
CHP İzmir Milletvekili Muharrem Toprak, Başbakan tarafından yanıtlanması istemiyle Meclis Başkanlığı’na bir soru önergesi verdi. Önergenin yanıtı Bayındırlık Bakanı Faruk Nafiz Özak tarafından yazılı olarak verildi. Önce soruları iletiyorum: "Duble yolların geçtiği arazilerin sahiplerine, kesinleşmiş mahkeme kararları varken, Anayasa ve yasaların açık hükümlerine karşın arazi ve arsa bedelleri ödenmiyor. Ayrıca arazi ve arsalara (yine duble yollar için) kamulaştırmasız el konulduğu basında yer alıyor.
Bu nedenle:
1- Bu yolların geçtiği arsa ve arazilerin mülkiyeti ile ilgili kamulaştırma bedeli arttırım davaları ve kamulaştırmasız el koyma davalarıyla ilgili kesinleşmiş mahkeme kararları gereği, devletin ne kadar ödeme yapması gerekiyor?
2- Kesinleşmiş mahkeme kararları gereği ödenmesi gereken bu bedeller ne zamandan beri ödenmiyor? Ödenmeyerek bekletilmesinin yasal dayanağı nedir?
3- Bu yolların geçtiği arazi ve arsaların sahipleri AİHM’de dava açarlar ve kazanırlarsa, tazminatını kim ödeyecek?
Şimdi de Bayındırlık Bakanı imzasıyla verilen resmi yanıtı okuyalım:
1- Kamulaştırma bedel arttırımı davalarından kesinleşen ve mahkeme kararları gereği ödenmesi gereken miktar 15 Aralık 2005 tarihi itibariyle 158.485.544 YTL’dir. (158 trilyon.)
2- Kesinleşmiş mahkeme kararı gereği yapılması gereken ödemeler, Maliye Bakanlığı’nca yeterli ödenek sağlanmadığından, 14 Temmuz 2005 tarihinden itibaren yapılmamaktadır.
3- Kamulaştırması yapılan taşınmaz sahiplerince AİHM’ye yapılan başvurularda kazandıkları tazminat bedelleri, Maliye Bakanlığı tarafından ödenmektedir.
Sevgili okuyucularım, bu korkunç borç rakamı sadece duble yollar için! Vatandaşın arsasını, arazisini elinden alıp ölmüş eşek fiyatına el koyuyorsun. Vatandaş mahkemeye gidip hak arıyor. Yargı kararı kesinleşiyor ve sen hükümet olarak ona "kusura bakma, ödenek yok" diyebiliyorsun. Sen mahkeme kararını bile tanımıyorsun. Adeta "kim takar yargı kararını" demeye getiriyorsun.
Bu zulümdür.
Bu rakam sadece duble yol borçlarını kapsıyor. Öteki kamulaştırmalar, müteahhit borçları, hastane, ilaç ve eczane borçları, belediye kamulaştırmaları dahil değil.
Vatandaş çile çekiyor, sesi çıkmıyor. Çıksa da kimseye duyuramıyor.
Bir yanda beş kuruşsuz, neredeyse bütün yatırım ve alım harcamalarını durdurmuş bir devlet!.. Öte yanda ise paraları har vurup harman savuran, bir sürü lüks içerisinde yüzen bazı belediyeler... İmar vurgunlarından, ihale ve alımlardan rant elde eden hırsız belediye başkanları ve belediye meclis üyeleri... Devlet sürünürken onlar bir elleri yağda, bir elleri balda yaşıyor.
Böyle ülke yönetimi olur mu?
Evet bu zulümdür, zulüm.
YARIN ELBİSTAN’DA ’AÇILIŞ’ VAR!
Recep Tayyip Erdoğan yarın Elbistan’da olacak. Orada kömürle çalışan Elbistan Termik Santralı B ünitesinin açılışını yapacak. Kürsülerde parlak nutuklar atacak!
"Hükümetimiz büyük yatırımlar yapıyor, işte son örneği karşınızda" diyecek!
Elbistan’ın altı linyit yatağı. Bu kömürler düşük kalorili. Isınmada kullanılması mümkün değil. O yüzden santral yapılıyor ve elektrik üretiminde kullanılıyor.
Elbistan A santralı 1985 yılında hizmete girdi. Şimdi sıra B ünitesine geldi. Yarın "açılışı" yapılacak.
Bu ünitenin temeli 1998 yılında atılmıştı.
Ünite tam sekiz aydan bu yana elektrik üretiyor. Şakır şakır çalışıyor.
Daha önce de belgelemiştim. Çalışan tesislerin, hastanelerin, okulların, fabrikaların, hatta kebapçı ve çeyiz dükkánlarının "açılışları" Başbakan ve bakanlar tarafından törenlerle yapılıyor!
Ülke olarak korkunç bir enerji darboğazı yaşıyoruz. Enerjide dışarıya bağımlıyız. Nehirlerimiz gürül gürül -boşa- akıyor. Linyit yatakları yerin altında santral bekliyor.
Nerede enerji yatırımları?
Örneğin, Elbistan Termik Santralı’nın önceden planlanan C, D, E, F ünitelerinin henüz temeli bile atılamadı.
Niçin? Para yok, ödenek yok! Vatandaşına bile borç takan bir devlet hangi parayla yatırım yapacak?
Gürül gürül çalışan santralın yarınki açılışı hayırlı olsun!
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2006
TÜRKİYE’de uzun yıllardır süren bir uygulama (!) var. Milletvekili seçilenlerin pek çoğu, ilinde ve ilçelerinde kendi adamlarına, yandaşlarına kazanç sağlama peşine düşüyor. Bunun üç amacı var.
1- Akrabalık, eş dost, particilik, delege hesabı, hatır gönül.
2- O şahıs ve yakın çevresinden kendisine gelecek oyları elde tutmak, bazen de arada komisyon, parasal katkı ve yardım almak.
3- Kazancın yabancıya gitmemesini sağlayarak seçim bölgesinde ’saygınlık’ elde etmek!
Kaderin cilvesiyle iktidar partisinden "milletin vekili" seçilenlerin çoğu illerindeki ihalelere, alımlara, belediye vurgunlarına karışırlar. Ellerine fırsat geçerse Ankara’daki büyük alım ve ihalelere de karışma hakkını kendilerinde görürler.
Bu söylediklerim elbette ki iktidar milletvekilleri için geçerlidir.
Biz bugüne kadar neler gördük neler! Nice milletvekili devlet alımlarından, kamu ihalelerinden pay aldı, "aracı, ricacı, iş bitirici" kimliği ile malı götürüp köşeyi döndü.
Bu, Türkiye’de çok sık tanık olduğumuz bir siyaset hastalığıdır.
* * *
Şükrü Küçükşahin geçenlerde (isim vermeden) bir olay açıkladı. AKP Hatay milletvekili ve partisinin TBMM Grup Başkanvekili Sadullah Ergin’in bir ’icraatını’ gündeme getirdi.
Antakya Doğumevi’nde bedeli öyle pek de büyük olmayan onarım işleri yapılacaktı. İşleri kimin alması gerektiği konusunda Sadullah Ergin el yazısıyla not bırakmıştı. Bu notu alan bürokrat daha sonra belgeyi bazı milletvekillerine iletmişti.
DYP Hatay milletvekili Mehmet Eraslan, birkaç gün önce Küçükşahin’in yazısını TBMM kürsüsünden okudu ve sordu:
"Bu milletvekili kimdir? Eğer ortaya çıkmazsa ben açıklayacağım."
Aradan net iki gün geçti, "o milletvekili benim" diyen olmadı. Bunun üzerine Eraslan dün elindeki belgeyi basın toplantısında açıkladı. AKP milletvekili, doğumevindeki ihale ve alımların yanına belli kimselerin isimlerini yazmıştı. İşin kimlere verilmesi gerektiğini!
Çatı yapımı: Mahmut Boncuk. AKP İl Disiplin Kurulu üyesi.
Hidrofor sistemi: Mahmut Açıkgöz. AKP İl Genel Meclis üyesinin kardeşi.
Tüm yenileme çalışmaları: Mustafa İnan. AKP İl Yönetim Kurulu yedek üyesi.
* * *
Şimdi bir düşünün! Ülkemizin herhangi bir ilinde bir doğumevinde bakım-onarım yapılacak. Toplam harcaması bilemediniz 100-200 milyar dolaylarında olacak.
Fakat ülke genelinde büyük yatırımlar durdurulduğundan, milletimizin saygın vekilleri ister istemez bu "küçük" işlere el atmak zorunda kalıyorlar!
Böylesine küçük işler için bile bir milletvekilinin devreye girdiği açıklanıyor. Hem de Meclis çatısı altında, bir başka milletvekili tarafından.
Fakat dün olaylar durulmadı. AKP milletvekili Sadullah Ergin, DYP milletvekili Mehmet Eraslan’ın basın toplantısından hemen sonra ikinci bir basın toplantısı düzenledi. Yine TBMM’de.
El yazılı notların kendisine ait olduğunu kabul etti. Ancak bunlar işlerin kime verileceğine ilişkin direktifler değilmiş!..
Ve bu belgeyi açıklayan Eraslan’ı suçladı. Kendisine sorular sordu:
Kendisi kamu kurumlarına mal satıyor mu? İki misli fiyata kömür sattı mı? İhale komisyonunun yargılanması Hatay’da Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam ediyor mu?
DYP’li Eraslan AKP kökenli. AKP’den seçildi, sonra DYP’ye geçti.
Yani bu iki milletvekili birbirlerini iyi tanıyor!
* * *
Karşımızda küçük bir örnek! Bir ilimizdeki doğumevinin normal koşullarda incir çekirdeğini bile doldurmayacak alım ve ihalesinde bile bir iktidar milletvekili devrede! El yazılı notları havada uçuşuyor. Notlardaki isimlerin tamamı AKP’li.
Sonra bu milletvekili, bu belgeyi açıklayan muhalefet milletvekili için basın toplantısı düzenleyip karşı atak geliştiriyor.
Şimdi bana söyleyin. Böyle siyaset olur mu?
Hele il ve ilçeler düzeyindeki yerel siyaset! Hiç kuşkunuz olmasın, illerimizin ve ilçelerimizin pek çoğunda aynı çıkar kavgaları, iş bitiricilik, ihale kovalama olayı yaşanıyor. İktidar partisinin çoğu mensubu köşeyi bu yolla dönüyor. Buna işe sokmak için torpil yapan milletvekillerini de ekleyin.
Millet bu siyaset kurumuna saygı duyar mı? Nitekim duymuyor.
Geçenlerde ekranlara yansıdı. Bir AKP milletvekili, TBMM’de Adalet Bakanı’na not verdi: "Falanca kişinin idari yargı sınavında kollanmasını rica ederim."
Dikkat ediniz, torpille hakim alımı!
Son olay küçük paralardan, küçük çıkarlardan patladı. Bir de büyük alımları, büyük ihaleleri düşünün. Onlar kimlere nasıl veriliyor? Devreye kimler giriyor? Binlerce müteahhide devlet para ödeyemezken, kimlerin parası hangi siyasetçilerin araya girmesiyle ödeniyor? Bu kıyaklardan kimler nasıl avanta alıp köşeyi dönüyor?
Vah benim ülkem vah.
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2006
BİLİNEN fıkradır. Çiftlik sahibi kahyasıyla birlikte yolda yürürken, sağda solda hayvanların dışkılarını görüyor. Bunlardan bir avuç alıp kahyaya "Ye şunları, sana l00 altın vereceğim" diyor. Fakir adam bunları yiyip 100 altını alıyor.
Patron pişman! Altınlar gitti. Birazdan kahyaya dönüp "Şimdi bir avuç pisliği ben yesem l00 altını geri verir misin?" diye soruyor. Kabul! O da yiyor ve altınlarını alıyor.
Birazdan patronun jetonu düşüyor: "Ulan oğlum, az önce benim 100 altınım vardı, şimdi yine var. Senin hiçbir şeyin yoktu, yine yok. O halde biz ne halt etmeye bu pislikleri yedik?"
Bizdeki mal varlığı açıklamaları da buna döndü! Birileri açıkladı. Peki ne oldu? Başbakan 10 gün önceki grup konuşmasında "Mal varlığını açıklamak yasaktır, o yüzden açıklamıyorum" demişti. Hatta bu konuda Anayasa ve yasalardan -kendince- örnekler vermiş, hiç ilgisiz maddeleri kürsüden okumuştu. Aradan geçen günlerde ne değişti de açıklamak zorunda kaldı? Bu sorunun yanıtını bilen yok!
Peki bundan sonra ne olacak? Mal beyanları, çıkarılacak bir yasa ile "şeffaf" olacakmış. Bunu nasıl sağlayacaklar? Kimler, neyi, nasıl açıklayacak?
Mal beyanlarını otomatik olarak devlet mi açıklayacak? Ya da ilgili kişiler mi açıklama yapmaya zorlanacak?
Siyasetçiler, askerler, bürokratlar, belediye başkanları, belediye meclisi üyeleri, aklınıza kim gelirse...
Pekiii, yurtdışına istiflenmiş ya da gizli kasa olarak bilinen kimselerin üzerine kaydırılmış karanlık servetlere nasıl ulaşılacak? Bu mümkün mü? Değil.
Atasözümüz çok anlamlıdır: "Minareyi çalan kılıfını hazırlar."
Teknoloji gelişti. Pek çoğu aldığı rüşveti, avantayı, komisyonu Türkiye’de tutmuyor. Tutması için enayi olması gerekir.
Bir düğmeye bastın mı ver elini İsviçre, AB, ABD bankalarındaki şifreli şifresiz hesaplar!
Ya da güvenilir tanışlardan oluşan gizli kasalar!
Minareyi çalarken kılıfını ustaca hazırlayanlar nasıl yakalanacak?
Parti liderleri açıkladı da ne oldu? Şimdi "eksik açıkladın, yanlış açıkladın" tartışmaları sürüp gidiyor. Bu işin de cılkını çıkarmayı başardık.
Bir yanda bütün bu gerçekler karşımızda dururken ve öbür yanda yasal yolla "şeffaflık" (!) sağlanması düşünülürken Türkiye’de başka büyük tartışmaların ve kavgaların yaşanmasına mı neden olunacak? Gerçek hırsızları mı bulacağız, yoksa toplumun ve aynı kurumdaki insanların birbirine girmesine mi neden olunacak?
Bu duyarlı konular nasıl çözülecek?
Hükümetin önünde son derece karmaşık ve riskli bir tablo var.
TALAT BEY’E MAŞALLAH!
KKTC Cumhurbaşkanı Bay Talat’ın elinden gelse, Kıbrıs’ı en kısa zamanda satışa getirecek. Beyefendi son olarak Rum tarafında yayınlanan bir gazeteye demeç verdi. Sözleri komik:
"Rum tarafından çözüm için gerçek adımların atıldığını görürsek, Türk askerinin Kıbrıs’tan hızlandırılarak çekilmesi dahil her şeyi görüşmeye hazırız."
Bay Talat bu sözleri elbette ki kendiliğinden söylemiyor.
Bu sözler Ankara’daki AKP hükümetinin görüşü. Ancak hükümet bunları açıktan söyleyemiyor... Çünkü oluşacak tepkilerden korkuyor. O zaman ne oluyor?
Hükümetin söylemesi mümkün olmayan sözler Bay Talat’a söyletiliyor!
Talat, AKP’nin hem gizli kapaklı, hem de açıktan sözcülüğünü yapıyor.
Kendisi ve onu seçenler Kıbrıs’taki Türk askerinin varlığından rahatsız. Türkiye Cumhuriyeti’ni işgalci olarak görüyorlar.
Rumlar Talat’a yanaşacak, aralarında bir anlaşmaya varılacak ve beyefendi sonrasında AB’yi de arkasına alıp Türkiye’ye baskı (!) yapmaya başlayacak!
"Askerinizi çekin!"
Emrin olur!
Türk askerinin Kıbrıs’tan çekilmesi önemli bir konudur. O konuda kararı ne Talat verebilir, ne de AKP iktidarı.
Onları çok aşan bir konudur.
Bu şahıs ya ne söylediğini bilmiyor, ya da ağzından çıkanı kulağı duymuyor.
Unvanı "KKTC Cumhurbaşkanı" olan şahıs konuştukça inciler yumurtluyor. Türk askerinin Kıbrıs’tan çekilmesini yıllardan beri isteyen Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetiminin ağzına bu mamayı, eline böyle bir kozu veriyor.
Rumlara ve dolayısıyla AB’ye böyle yaltaklanmanın sonu gelmez.
Acaba kimlere hizmet ettiğini biliyor mu, bilmiyor mu?
Bence çok iyi biliyor!
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2006
TAM 187 kitap yazan tarihçi büyüğümüz, üstadımız Cemal Kutay aramızdan ayrıldı. 97 yaşında idi. Çok ilginç, bazıları ’tartışılan’ eserler, belgeseller, anılar, tarih kitapları yazmıştı. Birkaç gün önce bir kitabını bitirmiştim: "Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati". Okurken bazen düşündüm, bazen kahkahalarla güldüm. Bu gezi 1867 yılında, yani bundan tam 139 yıl önce gerçekleşiyor. Daha da önemlisi, tarihte (savaşlar dışında) ilk ve son kez bir Osmanlı padişahı yurtdışına çıkıyor. Padişah bu resmi geziye katılmakta tereddütlü. Zamanın sadrazamı (başbakanı) ve hariciye nazırı (dışişleri bakanı) olan Fuat ve Ali paşalar, aydınlık kafalı adamlar. Padişahı güç bela ikna ediyorlar.
Yolculuk İstanbul’dan gemiyle başlıyor. Ver elini Fransa. İlk durak Paris’te açılan dünya sergisi. Oradan İngiltere, sonra Belçika... Ve Almanya üzerinden Karadeniz yoluyla İstanbul’a dönülüyor. Gezi yaklaşık 40 gün sürüyor. Padişahın yanında kalabalık bir heyet var. Bunlardan biri de İstanbul Şehr-emini (belediye başkanı) Ömer Faiz Efendi.
Sultan Abdülaziz heybetli, pehlivan yapılı bir adam. Gittiği ülkelerde büyük ilgi görüyor. Onuruna bütün bu ülkelerde resepsiyonlar veriliyor, danslı balolar, görkemli yemekler, geçit törenleri düzenleniyor. Padişah bu ülkelerin en üst düzey yetkilileri tarafından görülmemiş bir biçimde karşılanıp ağırlanıyor.
Heyetin bütün mensupları, padişah dahil, Avrupa’nın uygarlığına hayran kalıyorlar. Kadınlı erkekli yaşam rüyada bile görmedikleri bir şey. Aralarında tartışıyorlar:
"Avrupa bu kadar ileri gitmişken biz niye bu kadar geride kaldık?"
* * *
Sadrazam, geziye katılan İstanbul Şehremini Ömer Faiz efendiye bir görev veriyor:
"Gezi boyunca günlük not tutacaksın. Ne görürsen, ne yaşarsan yazacaksın. Bunu yaparken içinden geldiği gibi davranacaksın. Kesinlikle resmiyete kaçmayacaksın."
Ömer Faiz Efendi 70 yaşlarında ama gırgır, hoşsohbet, esprili ve sözünü sakınmayan bir adam. İlk günden başlayarak not tutuyor ve yaşadıklarını kağıda döküyor. Gezi boyunca sadece kendisinin değil, bütün heyetin aklını durduran olayları ve Avrupa ülkelerinin gelişmişliğini bir bir anlatıyor.
Rahmetli Cemal Kutay üstadımız işte bu notları yıllar sonra eline geçiriyor ve kitabında bize aktarıyor.
Ziyafetler, danslı balolar, imarlı kentler, fabrikalar, yemyeşil tarlalar, sokaklarda uygar insanlar, Avrupa insanının ilk kez gördüğü bıyıklı ve esmer Osmanlı erkeklerine bakışı... Kafilemizin tümü erkek ve hepsi de özenle seçilmiş. Boyları 1.80’den aşağı değil. Yakışıklı, levent gibi adamlar.
Avrupalı kadınlar bunları görünce dokunmaya falan başlıyorlar! Kadınlar bizimkilere hayran, ömürlerinde ilk kez normal giysili kadınları gören bizim erkekler ise şaşkın!
* * *
Ömer Faiz Efendi’yi protokol gereği olarak Paris Belediye Başkanı ile görüştürüyorlar. Paris’te büyük imar var. Bizim efendi olup biteni görünce gözlerine inanamıyor. Örneğin sokaklar her gün belediye araçları tarafından sulanıyor. Görüşmede Paris Belediye Başkanı soruyor:
"Siz İstanbul’da sokakları nasıl suluyorsunuz?"
Sokak sulamasını ömründe ilk kez görmüş olan Ömer Faiz Efendi şaşkın durumda, yanıt veriyor:
"Bizde belediye sulamasına gerek kalmaz. Aşçı dükkanı bulaşık suyunu sokağa döker. Berber sabunlu tıraş suyunu sokağa döker. Evlerden çamaşır suları sokağa dökülür. Böylece bizim sokaklarımız halk tarafından sulanmış olur!"
Paris Belediye Başkanı bu kez soruyor:
"Peki sizin İstanbul belediyesinin bütçesi ne kadardır?"
Ömer Faiz Efendi düşünüyor, düşünüyor... "Ne bütçesi beyim, bizde bütçe falan yoktur" diyemediği için kafadan bir rakam atıyor. Fransızın aklı mantığı bu rakamı almıyor:
"Ama bu kadar parayla hiçbir şey yapılmaz ki!"
Ömer Faiz Efendi yine sözünü esirgemiyor:
"Zaten biz de hiçbir şey yapmıyoruz ki!"
* * *
Abdülaziz bu geziden yorgun ama çok mutlu dönüyor. Yanındakilerde birlikte hem Avrupa’ya ilk (ve son) kez çıkan padişah olma unvanını kazanmış, hem de oralarda gördüğü uygarlıktan çok şey öğrenmiştir. Avrupa’da görüp yaşadıkları, bütün kafileyi şaşkına çevirmiştir.
Aradan yıllar geçti, bu geziden de hiçbir ders alınmadı. Her şey unutulup gitti, eski hamam eski tas devam etti. Osmanlı, günün birinde yabancı istilasına uğrayıp çöktü, silinip gitti... Çünkü şeriat, taassup ve cehaletin zincirleri altında geri kalmıştı ve inim inim inliyordu.
Bugün toprağa verilen büyüğümüz ve üstadımız Cemal Kutay nice kitaplar yazdı ve 97 yaşında aramızdan ayrıldı. Türkiye bir bilge adamını yitirdi. Allah rahmet eylesin.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2006
TRABZON, Türkiye’nin İstanbul’dan sonra ikinci Teksas’ı oldu. Öğretim üyeleri öldürülüyor, futbolculardan fidye alınıyor, şike söylentileri yayılıyor, sağ sol çatışmaları oluyor. Trabzon’da sokak olayları giderek artıyor... Ve son olarak bir papaz öldürüldü. Niçin öldürüldüğünü, kimin öldürdüğünü bilmiyoruz. Katil acaba İslamcı bir fanatik mi? Batı basınında yayınlanan ve peygamberimizi aşağılayan karikatürlere bir tepki mi?
Bu karikatürleri sizler görmediniz. Bizim medyamızda yayınlanmadı. Bazı internet sitelerinde geziyor. Çizimlerin çoğunda Müslümanlığı simgeleyen bir hilal var.
Bazılarında ay ve yıldız. Türk bayrağını anımsatan ay ve yıldız.
Şimdi bazı AB ülkelerinde bunların niçin yayınlandığını görmeye çalışalım. Madalyonun biraz da öbür tarafına bakalım.
***
1- Adamların kültüründe bunlar doğal! Gerektiğinde kendi peygamberlerini de aşağılıyorlar. Ama Hazreti Muhammed karikatürlerinde işin nereye varacağını ya düşünemiyorlar, ya da bunu özellikle Müslüman dünyasını kışkırtmak için yapıyorlar. Böylece İslam álemini karşılarına alıyorlar, yeni terör olaylarına neden oluyorlar.
2- Türkiye’de birileri AB’nin peşinden koşuyor. İnsanların beynine ’hoşgörü, dinlerarası diyalog, medeniyetler buluşması’ gibi kavramlar pompalanmaya çalışılıyor. Oysa AB’nin gerçek yüzü o aşağılayıcı karikatürlerde, yayınlarda yatıyor. Peşinden koştuğumuz, kapılarında yalvardığımız, bize emirler yağdıran AB işte orada!
3- Türkiye ekonomisi IMF’nin, iç siyaset ve dış siyaset ABD ve AB’nin (Hıristiyanların) güdümünde. Karikatürlere kızalım ama bunları unutmayalım.
Bizim hükümet ve AB’ci takımı şimdi şaşkın durumda. İslamcı kesim sokaklarda gösteri yapıyor.
Papaz öldürüldü, nedenini bilemiyoruz!
Ancak acı bir gerçekle de yüz yüzeyiz:
Öteki İslam ülkelerinde karikatürler nedeniyle sokak olayları oldu, diplomatik temsilcilikler yakıldı da, adam öldürme hiç olmadı.
Eğer Trabzon’daki papaz bu nedenle öldürüldüyse, ülke olarak dünya çapında yeni ve onulmaz bir yara daha aldık demektir.
Bunlar birilerine ders olsun. Dünyanın şu ortamında dinlerarası diyalog, hoşgörü, medeniyetler buluşması gibi kavramların altı boş.
Tam tersine, dinler ve kültürler çatışıyor. Sonrasında terör oluyor.
Gidin sorun bakalım AB ülkelerinin insanlarına... Ne yazık ki terörle özdeşleşen İslam’a yüzde kaçı saygı duyuyor, sevgi besliyor?
Bugün karşımızda karikatür olayı var, yarın başkaları çıkacak... Ve biz onların peşinde sürüklenip gideceğiz, yine alttan alacağız, etmeyin eylemeyin diyeceğiz ki AB yolunda başımıza iş açılmasın!
Bunlar hep başlangıç, daha neler neler yaşayacağız!
İSTANBUL’A KAR YAĞDI!..
İki gün önce resmi açıklama yapıldı: "Okulların tatili uzamayacak!" Dün kar başlayınca İstanbul’da okulları yeniden tatil etmek zorunda kaldılar.
15 milyon dolaylarında insanın yaşadığı İstanbul’da Büyükşehir Belediyesi, 1994 yılından beri bunların elinde. Aradan 12 yıl geçmiş.
İstanbul’da trafik çilesi her geçen gün artıyor. İstanbul’da belediye hizmetleri her açıdan çuvallıyor.
Kar yağınca İstanbul felç oluyor.
Peki bunlar 12 yıl boyunca ne yaptılar? Büyükşehir Belediyesi olarak katrilyonlar harcadılar ama sonuç sıfıra sıfır, elde var sıfır.
Dünyanın hangi büyük kentinde bilemediniz 10 santimlik kar yağınca hayat durur, okullar tatile sokulur, milyonlarca insan paniğe kapılır?
Düşünün ki, gazetemizin yönetimi dün öğle saatlerinde İstanbul dışındaki biz köşe yazarlarını arayıp yazılarımızı erken geçmemizi istedi. Her kar yağışında aynı olayı yaşarız. Haklılar... Çünkü ne olacağını, kar yağınca ne gibi aksaklıklar yaşanacağını hiç kimse bilemiyor.
Recep Tayyip Erdoğan’dan bu yana İstanbul’da yıllar geçti. Ne oldu? Hangi alanda sorunlar çözüldü?
Büyükşehir Belediyesi aralıksız ve kesintisiz Refah, Fazilet, Saadet (her neyse!) ve şimdi AKP’de... Aynı köken ve aynı kafanın elinde.
Bu çileye layık görülen milyonlarca İstanbullu şu yaşadıklarını unutmasın. İnşallah hesabını sandıkta sormayı bilsin.
Yazının Devamını Oku