Ebru Çapa

Tıngıraklı mevzu

12 Mayıs 2005
<B>BİR</B> yárenin arkadaşı, geçenlerde iki buçuk yaşındaki oğluna yeni aldığı jean’i giydirirken, ‘küçük’ bir detay, ufaklığın merakına mucip olmuş: <B>‘Anne, bu orijinal marka mı, tıngıraklı mı?’ Vallahi de billahi de yaşanan, ayniyle vaki...

Hani biz ki ergenlik dönemleri, Özal’ın tüketim manyaklığına ‘Hoyda bre!’ çektiği dönemlere denk düşen bir kuşağın çocuğuyuz; ellerimizi havaya kaldırıp ‘Teslim!’ dedik.

Amerikan pazarlarında satılan, PX’lerden tanıdık vasıtasıyla çıkartılan yabancı markalı mallara, karatlı pırlanta muamelesi çekilen dönemleri, kenarından köşesinden yakalamış bir yaş grubuna dahilim.

Memlekette Marlboro bulunmadığı için evlerde misafirlere ikram etmek üzere Kent bulundurulan dönemleri...

Converse’in evrim geçirmemiş hálini andıran dandik Çinkes’leri filan saymazsanız, ilk yabancı marka lastik ayakkabıyı ayağıma ilkokul beşinci sınıfta geçirdim.

Ascot mu ne, öyle bir şeydi.

Ablamla birlikte annemle babamın Kıbrıs seyahatinden dönmesini, anne ve babamızdan çok Converse ya da Nike’a hasret duyarak bekliyorduk.

Arkadaşlara hava basma hevesim ‘Ama Ascot’u kimse bilmez ki’ şeklinde, hafiften kursağımda kalmıştı.

Yine de o zamanlar pek rastlanmayan şekilde, bağcık yerine ‘cırt cırtı’ olan ayakkabılardı ve bunların yanında getirilen Converse çanta yaramıza kafi derecede tuz basmıştı.

Kıçıma ilk Levi’s 501’i geçirmem hangi tarihe denk düşer hatırlamıyorum ama bundan epey sonraydı.

Neden sonra bünyeye fenalık bastı ve marka dolmuşundan, inmekten öte kendimi dar attım. Uzun süredir giyinmekten ziyade, örtünen insan tipine mensubum.

Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök; Kara Harp Okulu öğrencilerinin yayınladığı Çizgi Ötesi dergisine verdiği röportajda; ‘Sivil giyinmek yetenek ister’ demiş:

‘İzne çıkış törenleri ve kıyafet muayenesinde, rengárenk elbiseleriyle bayan Harbiyeliler, bir kısmı sivil, bir kısmı resmi elbiseli erkek Harbiyeliler arasında çiçek gibi açıyorlardı. Bu arada, resmi elbise giyinmenin ne kadar kolay ve pratik, sivil giyinmenin ise bir o kadar zor ve yetenek istediğini birlikte öğrendik.’

Yetenek mi? Heves ister, vakit ister, nakit ister...

Üstelik günümüzde, iki yaşını geçmiş, hasbelkader şuur edinmiş hemen herkes, etiketinde illa ki tıngıraklı değil tumturaklı bir ‘marrrka’ ister.

O zamanlar kıymetini bilmezdik ama üniformalı okul günleri, mutlu zamanlarmış be.

Üstelik daha görecek günümüz var.

Bazı saygıdeğer arkadaşların, benden zarif bir kadın yaratmak adına ısrarlı dayatmaları sonucunda, 35 yaşımda, topuklu ayakkabı, etek filan giyen ve en fenası da hafif makyaj yapan bir kadın olacağıma dair söz vermiş bulundum.

Bazen kendimi Kipling’in Orman Kitabı’ndaki arslan gibi hissediyorum. Uyanır, gerinir ve sıkıntıyla esneyerek; ‘Amaaan, yine avlanmak lázım’ diye söylenir ya...

Eleman bize kıyasla şanslı esasında. Allah’ın günü, sosyalleşmeye hazırlanırken, silahlarını kuşan, postlardan post beğen, masklarını tak takıştır.

Bizim de sabit bir postumuz olsaydı keşke... Üniforma giyilen bir meslek dalına geçmek için geç mi acaba?

Hep aynı terane... Kalk, gardırobun karşısına geç, esne: ‘Amaaan, yine giyinmek lázım.’
Yazının Devamını Oku

Oxymoron kelimelerle oynaşmaya meraklı olanlar için çok cilveli bir şeydir

8 Mayıs 2005
Bildiğim kadarıyla bizim literatürümüzde tam karşılığı yok. İtiraf ederim ki dar zamanda, sadece çevremdeki insanlara sordum; onlar da olmadığı kanaatindeler. Şürç-i lisan eyleyecek olursak, şimdiden affola yani... Ortaokuldayken, İngiliz Edebiyatı’nda öğrendiğimiz bir tabirdi: Oxymoron... Tüm tahsil hayatım boyunca, Türkçe edebiyat derslerinde, buna tekabül eden bir şey okuduğumu hatırlamıyorum.

İroniyi meselá, kinayeye devşirebileceğiniz şekilde, kolaylıkla Türkçe’ye çevirebileceğiniz bir tabir değil.

Redhouse Sözlük’te şöyle tanımlanıyor:

oxymoron İ. (aksóm‘r’an), kon. san. anlamı kuvvetlendirmek için zıt kelimelerin bir araya getirildiği deyiş tarzı: ‘öldürücü şefkat’.

Kelimelerle oynaşmaya meraklı olanlar için çok cilveli, çok oyuncaklı bir şeydir.

İlk duyduğunuzda, x’li y’li çok bilinmeyenli denklem karşısında eli ayağına dolaşmış moron çağrışımı yapsa da severiz kendisini velhasıl...

Pek ecnebi bir girizgáh mı? Kusura bakmayınız: Kucağıma bir kitap düştü, elimden bırakasım yok. Hararetle tavsiye edilir: ‘Tezatname / Hayatın Çelişkisini Yakalayan Sözler.’ *

Malûmunuz, hain hayat, kendisiyle zırt fırt, en çetrefilli şekillerde çelişir de çelişir...

LİĞME LİĞME ÖZLÜ SÖZLER

Dr. Mardy Grothe’un yazdığı kitap, almış o çelişme hállerini, kategorilere ayırmış, liğme liğme etmiş, ünlü şahsiyetlerin oxymoron ve paradoks içeren özlü sözleri eşliğinde önümüze koymuş.

Kitabın özgün adı Oxymoronica. Grothe, oxymoron’dan kafasına göre türettiği bu kelimeyi, niye, nelerden yararlanarak, ne sebeple türettiğini, oxymoron’dan öte, paradoks mefhumuna da dikiz atmaya gerek duymasına neden olan sebepleri, giriş yazısında açıyor. Terimlerin tarihçesini de:

‘İngilizce’ye ilk olarak 1640’ta dahil olan bu kelimenin oldukça ilginç bir etimolojisi vardır. Antik Yunanca’da oxus ‘sivri, ucu çıkık’ anlamına gelmektedir. Moros da ‘tekdüze, aptal’ manasındadır. Bu nedenle de oxymoron kelimesinin kendisi de kendi içinde bir tür tezattır. Kelimenin anlamı ‘sivri aptallık’ oluyor.

TEZATNAMENİN İÇERDİKLERİ

Oxymoronica’nın yani ‘Tezatname’nin içerdiği güzel örnekler sadece çelişen ifadelerden meydana gelmez, asıl olarak fikirlerin çelişmesi diye tanımlanabilir. Tezat gözlemlerin çoğu kafamızı çalıştırıp, olaylara daha geniş açıdan bakmamızı sağlar.:

Örnek: Şövalyelik, hor görmenin en şairane hálidir. (...)

Bu tip gözlemler genelde paradoks olarak geçer ve hepsi paradoks kelimesinin tanımına bir şekilde uyar:

Kendi içinde çelişik, hatalı ya da saçma görünen fakat aslında sağlam temellere oturtulmuş, geçerli ifade.

Bu kelime İngilizce’de ilk olarak 1540’ta, yani tezat kelimesinin ortaya çıkışından yaklaşık yüz yıl önce görülür. Paradoks da yine iki Antik Yunanca kelimeden meydana gelmektedir; ‘ötesi’ anlamındaki para ile ‘fikir’ anlamına gelen doxa. Kelime olarak ‘fikir ötesi’ demek olsa da, asıl anlamı, ‘geçerli olan fikirlerin kapsamının ötesinde’ ya da ‘geçerli olan fikirlere aykırı’ diye belirtilebilir.’

Girizgáh ilginizi çektiyse, kitabın adresi belli. Hakikaten, tabiri caizse, ‘dehşetli zevkli!’

ÇAKTIN MI OĞLUM PARADOKS BUDUR

Senaryosu Paul Auster tarafından yazılmış, şahsen ömrü billah izlediğim filmler arasında en sevdiklerim arasına yerleştirebileceğim, Wayne Wang şaheseri Smoke’da bir sahne vardır.

Harvey Keitel’in canlandırdığı Auggie Wren karakterinin tütün dükkanında hafif ‘dingin’ zekálı yardımcısı, paspasla yerleri süpürürken, Auggie’nin ona hayat dersi veresi tutar:

‘Bak oğlum’ der Auggie. ‘Bu hayatta çok şey öğrenirsin. Her şeyi bildiğini zannettiğin noktada bir an gelir ve anlarsın ki esasında hiçbir bok bilmiyorsun. Çaktın mı? Paradoks budur.’

Eleman, karşılık olarak, hayatın sırrına vakıf olmuşçasına kafasını sallar. Sonradan anlarız ki paradoks kelimesini, İngilizce’de cennet anlamına gelen paradise ile karıştırmıştır. Yanıt verir: ‘Anladım Auggie. Hiçbir şey bilmemek cennettir. Onun da ne demek olduğunu biliyorum. Bulutların üzerinde, meleklerle birlikte oturduğun yer.’

Oxymoron da işte, biraz paradoks gibi. Zıt kutuplar, sadece birbirini çekmeyip aynı zamanda birbirini kuvvetlendiren bir anlam kazanıyor... Bilirsiniz, hani şu bulutların altında, insanlarla birlikte oturduğumuz yer... O korkunç huzurlu yer!..

* Tezatname / Dr. Mardy Grothe / Çev. Yurdakul Gündoğdu / Aykırı Yay.

Dilinize bir parmak bal çalmak adına, birkaç örnek:

4
Tarihten aldığımız ders, tarihten ders almadığımızdır. Georg Hegel

4
Barış içinde yaşamak uğruna savaşıyoruz. Aristoteles

4
Babam, hayatının en güzel yıllarını doğaçlama konuşmalarını hazırlamakla geçirmiştir. Randolph Churchill (Winston Churchill’in hakkında)

4
Gerçek lider, daima takip eder. Carl Jung

4
Psikanaliz, tedavi ettiğini iddia ettiği hastalığın ta kendisidir. Karl Kraus

4
Yoksulluk çok pahalı bir lüks. Maliyetini karşılayamayız. Eleanor Roosevelt

4
İnsanoğlu özgür olmaya mahkûmdur. Jean Paul Sartre

4
Çocuklarınızın kaçmasını istemiyorsanız, bırakın gitsinler. Malcolm Forbes

Kötüler ölmez

Kovulma pahasına: Güzide gazetemizin önde gelenlerinden bir ricam olacak: Allah aşkına, Allah’ın Hak’kı üçtür hesabına, müteakip günlerde, solaryum, botoks, ‘Bakınız yaz da geliyor, dekoltenin hakkı kalmasın’ mavrasına, bir de Semra Özal’dan ‘Nasıl taş gibi diri ve bir de üzerine dürüst kaldım’ serisi yayınlanmasın.

Benim muhterem zatlar ve onlara benzer insanların değerli katkıları sağolsun, vaktinden evvel kocamış ve pörsümüş bünyemin mide ve ruh ve beyin ve kalp cenahlarının böyle bir ‘tek’ şeyi daha kaldırabileceğini zannetmiyorum zira.

Unutmaya çalıştığımız, her Allah’ın günü karşımıza gündem konusu bábında çıkmadığı için şükretmeyi de unuttuğumuz -muhtemelen tam da bu yüzden ilahi güçler tarafından ‘Al sana!’ şeklinde cezalandırıldığımız- kim varsa, inadına, ‘Bakın nahanda nasıl da kazık çakıyorum’ şeklinde ve bunu nasıl becerdiğini çarşaf-nevresim tefrika şekillerde anlatır hállerde huzura geliyor.

Üstelik bunu bir de ‘Erdemli ol, dürüstlük şey et, sonracıma Uzakdoğu’da insanlar iyi felan olmaya da çalışıyolar biliyo musun, bak bi daha düşün, valla genç kalınıyo’ şeklinde dile getiriyorlar ya, tavsiyeyi dinleyen hasbelkader akıl-erdem sahibi kim varsa, şakülü şaşıyor.

Nedir abi bu? Bu hayatın ‘Biz burdayız, ya sevin ya terk edin’ hálleri mi?

Eğer öyleyse, ben mümkünse hesabı alayım. Bendeniz, restoran şefinin mönüde Özer Çiller’in erdemli tavsiyelerini önerdiği bu masadan erken kalkmayı tercih ediyor(UM). Bizim kabile de maalesef gençlik iksiri babında onu öneriyor. Ugh!
Yazının Devamını Oku

Kaleydoskop içine hapsolmuş kanatsız bir melek

7 Mayıs 2005
Ata Demirer’in sahne gösterilerinin reklam sloganıdır hani: Tek kişilik dev kadro... Bu tabir, Cem Adrian için de pekálá kullanılabilir ve hatta ona daha bir cuk oturabilir.

Cem Adrian, bir mucize gibi geldi huzura. Ve her mucize gibi, kendisi son derece kompleks, sofistike bir varlık olmasına rağmen, ilk etapta insanın zihnine düşürdüğü soru, hayli salakça: ‘Böyle bir şey olabilir mi?’

Cem Adrian karşısında zira, insan, gayri ihtiyari hafiften salaklaşıyor.

Budur yani sorumuz: Cem Adrian nedir, nasıl bir şeydir?

O insansa biz neyiz, biz insansak o ne?

Onunla ilgili ilk geniş haberi kaleme alan Emel’in (Armutçu), bundan birkaç ay önce, Cem Ardian’ın ne mene bir ‘tür’ olduğunu anlatırken yüzünde beliren ifadeyi düşünüyorum da...

Zaten had safhada serin bir ablamızdır; aklına mukayyet olabildiği için tebrik etmek lázımmış meğer. O zamanlar bilmiyorduk.

Ben onun kadar serinkanlı olmadığım için, Cem Adrian’ın bu aralar müzik kanallarında klibi dönen çıkış şarkısı Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım ile aynı adı taşıyan albümünü dinlediğimde, ‘Tut aklını kaçmasın’ hállerine düştüm.

NORMAL İNSAN SESİNİN ÜÇ KATI

O günden beri albümü sayısız defa dinledim. Hálá ağzı hayretten beş karış açık bir hayranlık içindeyim, hálá salak gibiyim.

Cem Adrian’ın ismini hálá duymamış, hakkında çıkmış haberleri okumamış olanlar varsa diye... Tarifi Emel’in yazısını anarak yapalım:

‘Cem Adrian, ‘dünyaya bin yılda bir gelebilir’, bastan koloratür sopranoya kadar uzanan bir oktav yelpazesine sahip sesiyle önümüzdeki günlerden itibaren çok duyulacak bir isim olacak. Daha açık anlatmak gerekirse; aynı parçada, ardı ardına bas, bariton, tenor, alto, soprano, koloratür soprano seslerini çıkarabiliyor. Sesini ayrıca pek çok enstrümana dönüştürebiliyor. Fazıl Say’a göre bile anlatması zor: Cem erkek sesi, Cem kadın sesi, Cem çocuk sesi... Louis Armstrong, Ray Charles, Mariah Carey, Björk, Ruhi Su, Maria Callas, trompet, sürdinli trompet, viyola, ağız mızıkası, Anadolu gırtlağı, Arap gırtlağı, zenci gırtlağı... Ana evreninde pop ama aynı zamanda caz, rock, klásik, etnik, tekno. Hepsi bir kişi: Cem Adrian.’

Cem Adrian, Fazıl Say’ın da iteklemesiyle doktora gidip 6,75 oktavlık ses perdesinin kerametini sormuş. Sonuç: Normal bir insanınkinin üç katı uzunluğunda ses telleri...

GERİSİNİ HERHALDE TARİH YAZACAK

1980, Edirne doğumlu Cem Adrian, müziğe küçük yaşlarda amatör olarak başlamış. Altı yıl boyunca Edirne’de yerel bir radyoda DJ ve program yapımcısı olarak çalışmış. Sonra bir şekilde Fazıl Say ile tanışmış ve gerisini herhálde tarih yazacak.

Zira Fazıl Say’la tanışma hikáyesi bile işin içinde ilahi güçlerin parmağı olduğunu düşündürüyor:

Müzik camiasına bir yerinden bulaşabilmek için Edirne’den kalkıp İstanbul’a geliyor. Bir dönem biri DJ, biri dansçı iki arkadaşıyla Mistika adlı bir grup kurup Ritz Carlton, Q Jazz Bar, Safran gibi mekánlarda sahneye çıkıyor. Bu arada bir yandan yaptığı demoları plak şirketlerine yollayıp mütemadiyen refüze ediliyor, bir yandan da gündüzleri Etiler’deki kafelerde para karşılığında kahve falı bakıyor.

Bir gün devamlı müşterisi olan müzisyen bir kadına dinlemesi için demosunu veriyor. O müzisyen, demoyu Fazıl Say’a ulaştırıyor. Akşamında Cem Adrian’ın telefonu çalıyor. Arayan: ‘Merhaba, ben Fazıl...’

Üç gün sonra Adrian, Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’ne özel öğrenci statüsünde kabul ediliyor.

Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım’da yer alan şarkılar, Edirne’de, radyoda çalışırken, kendine uyarladığı sample’ların üzerine, çoğunlukla kendi bestelerini seslendirdiği ve yine kendi yaptığı vokallerle ve taklit ettiği enstrümanlarla zenginleştirdiği tek kanal kayıtların derlemesinden oluşuyor.

Had safhada ‘amatör’ bir iş yani. Gelin görün ki tam da bu yüzden, insan daha da fena afallıyor.

BEDENİNİ DE ŞEKİLDEN ŞEKLE SOKUYOR

Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım’ın klibini Devrin Usta yönetmiş. Çekimler eski Kanal 6 Stüdyoları’nda gerçekleşmiş, postprodüksiyon ise İmaj Stüdyoları’nda...

Rüya gibi bir klip... Cem Adrian, rengárenk, efsunlu bir atmosferde, bedenini de sesi gibi şekilden şekile sokuyor.

Ne kadar salakça bir cümle kurmak üzereyim bilemiyorum ama salaklaşma meselesine daha önce değinmiş olduğum için gönül rahatlığıyla söyleyebilirim:

Cem Adrian, klipte, kaleydoskop içine hapsolmuş kanatsız bir melek gibi...

Tek kişilik dev koro ya, klibin çekimlerinde de pek çok alanda emek vermiş Cem Adrian: Klibin konseptinin belirlenmesi, renklerin ve desenlerin seçimi...

Kostümünün kumaşını kendisi seçmecesine, tasarımını yapmacasına, dikilirken işin başında dikilmecesine: Tepeden tırnağa Cem Adrian.

Milliyet’ten Elif Korap’a verdiği röportajda, soyadının anlamını şöyle açıklamıştı vaktiyle:

‘Kendi seçimim. Eğer bir soydan söz ediyorsak bu, geldiğim yer olmalı diye düşündüm. Edirneli olduğum için de Adrianapolis’e gönderme yaptım. Adrianapolis’in Adrian’ını aldım. İbrahim Tatlıses’lerin döneminden olsaydım Cem Çokses olurdum herhálde.’

Nüktedan da bir kardeşimiz anlayacağınız ama biz yine de ‘Allah talihini benzetmesin’ diyelim yani; şakası bile hoş değil!

Fazıl Say, birlikte sahneye çıktıkları ilk konserde onu tanıtırken; ‘İleride Cem Adrian’ın ilk konserinde ben de vardım diye anlatırsınız’ demişti ya...

Ben de derim ki ilerki yıllarda muhtemelen çok daha profesyonel işlerle, dünyanın çok farklı yerlerinde karşınıza çıkacak olan Cem Adrian’ın albümünü alın.

İleride, Cem Adrian’ın ilk albümünün ilk basımı bende var diye torunlarınıza gösterirsiniz.

Şahsen, müziğin ve memleketin selámeti açısından, hani ihtiyacı falan da yok ama seve seve kendi ses tellerimi, Cem Adrian’ın ses tellerine ekleştirilsin diye bağışlayabilirim.

Kulaklarım, ömrümün geri kalanını mutlu mesut idame ettirmem için kafi gelir.

Biz susalım, o söylesin, biz dinleyelim.
Yazının Devamını Oku

Bilgeliği kendinden menkul yazı

6 Mayıs 2005
Annemin üç kız kardeşi var. Anadan babadan Giritli, dedikodu kazanını kaynatırken çocukların duymaması gereken şeyleri Rumca dillendiren, dört yarı çatlak hatun... Çocukken en büyük hayallerimden biri (Bizde o zaman hayal çoktu), büyüyüp, zengin olup, iyice kocadıklarında birlikte yaşayabilecekleri, avlusunda oturup İzmir’in meltemine karşı dolma molma sarıp ayva reçeli yapabilecekleri, büyük, ahşap, cumbalı bir köşk satın almaktı onlara.

Onlar mütemadiyen birbirlerini çekiştirecekler, didişecekler; ben bir yandan huşu içinde dolmaları lüpleyip bir yandan kıkırdayarak onları dinleyeceğim...

Benim pişirdiğim kahveler içilecek, sonra fallara bakılacak, bizimkilerin taş gibi imanı muhtemelen o zaman bile tükenmemiş olacağı için, her bakılan falda bana hayırlı bir izdivaç görülecek, ben her seferinde olduğu gibi ‘Hiç pes etmeyeceksiniz değil mi? Rauf Denktaş bile siyaseti bıraktı yahu?’ diye soracağım, vs...

Hálá kurarım aynı hayali. Ne de olsa her göçmüş İzmirli gibi, günün birinde, filler gibi ölmeye, İzmir’e döneceğimi umuyorum zira. Hál-i hazırda maaşı ayın ilk haftası tükenen çulsuzun teki olabilirim ama uzun vadede köşk projesi rafa kalkmış değil yani.

Gelin görün ki işin biraz tadı kaçtı. Zira fark ettim ki ben bir süredir afacan yeğen olmaktan çıkmış, gazeteci olmuşum.

İzmir’de bulunduğum son sefer, teyze tayfası, her zamanki gibi şerefime, bizim evde toplandı.

Büyük teyzemin kızı İnci, merakına mucip olmuş, sülalenin soyağacını çıkartmaya soyunmuş.

Bir kulak kabarttım ki peheeey... Biz neymişiz be abi...

Armatörler, fabrikatörler, generaller, amiraller...

Ne var ki tüm bunlar, kaş-göz hareketleri ve aralara karabiber misali serpiştirilmiş Rumca kelimeler eşliğinde dile geliyor...

Üzerini biraz kaşıyınca anlaşıldı ki bizimkiler, ‘Bu şimdi bunu da yazar’ diye (Cümle içindeki bu, ben oluyorum.) verileri ‘hafiften’ çarpıtmışlar.

Tam hatırlamıyorum ama general, en fazlasından asteğmen meselá; fabrikatörün, atıyorum, trikotaj atölyesi var; armatör, tekneyle adadan adaya çerden çöpten mallar taşıyan mütevazı bir denizci...

Bezdim bu gazeteci olmanın getirdiği desturlu hállerden yemin ederim. Aileye kadar sirayet etmiş artık, daha ötesi var mı?

Şimdiii, ben bu gayet kişisel geyiği niye çevirdim?

Az sabrederseniz, yazının çok mühim bir noktaya parmak basacağını göreceksiniz.

Diyeceğim şu ki: Okuduğunuz her habere inanmayın. (Nasıl tembih? Hadi itiraf edin, bunu ilk kez duyuyorsunuz!)

Yani gazetecileri karşısına alan şahsiyetler, gerçekleri deforme etme eğiliminde olabiliyor.

Bu değerli bilgiyi, siyasetçilerin dürüstlük edebiyatından tutup, popçuların sözümona uluslararası başarılarına, pireyken çift hörgüçlü deveye dönüşen her türlü palavraya uzatarak, kullanabilirsiniz.

Öyle yani, ben bu yazıyı onun için yazdım. Bilin, bilgeliğimden bir nebze feyz alın diye...

Ha, bir de Sevim Teyzem her seferinde; ‘Beni ne zaman yazacaksın?’ diye soruyor. Ve ne derece tembel bir tip olduğumu, muhtemelen hayatım boyunca yazmak üzere bir kitabın başına çökmeyeceğimi bildiği için, ‘Seni romanıma saklıyorum’ mavrasını artık yemiyor.
Yazının Devamını Oku

İsveç’ten bir yar gelir bizlere

5 Mayıs 2005
<B>S</B>enin bu satırları okuduğun dakikalarda millet birbirini ezmecesine hayallerinin kanepesini ya da kitap raflarını ya da nevresim takımını ya da su ısıtıcısını ya da işte neyse nesini kapmakta ey okur! Bugün malûmunuz, 5 Mayıs...

İsveç’ten çıkmış en şahane şey olan Ikea’nın Türkiye’deki ilk mağazasının açılış tarihi.

İsveç’ten bugüne dek kayda değer çıka çıka ne çıkmıştır düşününüz: ABBA, İsveç köftesi, bol bol uzun bacaklı, sarışın porno yıldızı ve akıllara ziyan bir intihar oranı...

Şahsen, hepsini bir yana koyar, oyumu Ikea’ya veririm.

Ben böyle bir şey görmedim. İki aya yakındır bizim katın elemanları, üniversite sınavına hazırlanırcasına Ikea kataloğu hatmediyor.

Standart pazartesi toplantısını, önceden Ikea’ya gidilsin, iyice gezilsin görülsün diye, Ümraniye’ye nispeten yakın bir yerlerde, Anadolu Hisarı’nın oralarda yaptık, düşünün yani.

Zira efendim, geçtiğimiz pazartesi günü mağazayı, basın ve medyaya özel olarak açtılar.

Ben serin bir abla olduğum ve alışverişten düpedüz tiksindiğim için, kapıdan girer girmez kendini alışveriş arabalarının olduğu yere atan arkadaşların aksine, kafeteryaya seyirttim ve ilk iki saati kahve-sigara, yemek muhabbetinde geçirdim.

Muhabbetten yana sıkıntı çekmek mümkün değildi zira yıllardır görmediklerim dahil, bizim sektörden tanıdığım kim varsa oradaydı.

Yine de direnmek mümkün değil tabii. Bir süre sonra, Ikea görgüsü artırma turuna biz de dahil olduk. Gerisini hatırlamıyorum.

Benim yurt dışında herhangi bir Ikea mağazasına girmişliğim yok. İtiraf etmekte de beis yok: Ikea cahiliyim. Daha doğrusu, teoriye hakimim de pratik sallanıyor.

Ne beklediğimi bildiğimi zannediyordum. Fena yanılmışım.

Kırtasiye mağazaları haricinde herhangi bir alışveriş mekánında 20 dakikadan fazla durmaya tahammülü olmayan bendeniz, 10 dakika içinde koltuk okşar kıvama geldim.

22 metrekarelik alana kurulmuş ‘ev’ler var ki, bizim 80-90 metrekarelik olduğu hálde dönecek yer bulunmayan, boğucu evlerimize ferahlıktan yana rahmet okutur.

Şık, kullanışlı ve ucuz. Minimalist, sağlam, istediğin gibi kombinleyeceğin milyonlarca seçenek.

Çıkarken ‘Benim evi toptan çöpe atmak istiyorum’ şeklinde sayıklar háldeymişim. Ben hatırlamıyorum, o sırada şuursuzdum, arkadaşlar söylüyor.

Peki bunca hayranlık neticesinde ne aldım?

Yaklaşık bir yıl önce taşındığım gün evde eksik gedik ne varsa, aynen baki.

Banyo perdem yoktu meselá. Bu konuda hiçbir şey yapmayıp sadece mıy mıy mıy çevremdeki insanların beyinlerini ütülediğim için Banu (Tuna), birkaç ay önce, bizzat İsveç’teki Ikea’dan şahane zevkli bir banyo perdesi getirdi.

Banu’nun getirdiği günden beri o perde, katlı bir şekilde, banyodaki dolapta durup duruyor. Zira takmak için gerekli zamazingoyu almayı tabii ki ihmal ediyorum.

İşte, Ikea’yla müşerref olduğumuz gün, banyo perdesi asmak için boru satın aldım.

Şimdiki hedefim, o duş perdesini asmak.

Bir Ikea nelere kadir görüyorsunuz.

Benden bir ev hayvanı yaratmayı bile becerdi. Tayyip Bey’in tabiriyle, tamam inşallah.
Yazının Devamını Oku

Baba beni okula gönder

1 Mayıs 2005
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Üç Dil adlı şiirini bilir misiniz? Şahanedir: *

En azından üç dil bileceksin

En azından üç dilde

Ana avrat dümdüz gideceksin

En azından üç dil bileceksin

En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin

En azından üç dil

Birisi ana dilin

Elin ayağın kadar senin

Ana sütü gibi tatlı

Ana sütü gibi bedava

Nenniler, masallar, küfürler de caba

Ötekiler yedi kat yabancı

Her kelime arslan ağzında

Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla

Kök sökercesine söküp çıkartacaksın

Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek

Her kelimede bir kat daha artacaksın



En azından üç dil bileceksin

En azından üç dilde

Canımın içi demesini

Kırmızı gülün alı var demesini

Nerden ince ise ordan kopsun demesini

Atın ölümü arpadan olsun demesini

Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini

İnsanın insanı sömürmesi

Rezilliğin dik alası demesini

Ne demesi be

Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin



En azından üç dil bileceksin

En azından üç dilde

Ana avrat dümdüz gideceksin

En azından üç dil

Çünkü sen ne tarih ne coğrafya

Ne şu ne busun

Oğlum Mernus

Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.

*

Hele ki o otobüsü kaçırmış milletin kız çocuğuysan, yandın ki ne yandın küçüğüm.

Hele ki yaşadığın toprakların lisanını bile doğru düzgün konuşup okuyamıyor, yazamıyorsan...

UNICEF’in ‘Dünya Çocuklarının Durumu 2004’ raporuna göre Türkiye, ilk ve orta öğretimde toplumsal cinsiyet eşitliğini gerçekleştiremeyen ve 2015’e kadar gerçekleştirememe riski olan 12 ülke arasında yer alıyor. Etiyopya, Irak ve Moğolistan gibi ülkelerle birlikte.

Tüm Özel Öğretim Kurumları Derneği tarafından gerçekleştirilen araştırmaya göre de, kız çocuklarının orta öğretime gitme oranı yüzde 45.

Okula gidemeyen 570 bin kız çocuğu...

Çok daha ayrıntılı bilgiyi, www.bababeniokulagonder.org adresinden öğrenebilirsiniz.

Baba Beni Okula Gönder kampanyası her türlü desteği bekliyor.

Kadrolu bohem

Arda Uskan, bu hafta Haftalık dergisi için Mehmet Teoman’la konuşmuş. Son Mohikan ile Son Bohem karşı karşıya gelince muhabbetin beli çatır çatır kırılır háliyle...

Mehmet, arkadaşımdır diye demiyorum, hakikaten komik, hakikaten enteresan, hakikaten esprisi olan bir adamdır.

Kadınım, Beni Benimle Bırak gibi efsane şarkıların güftekárı, servet niyetine dost istifleyip durmuş bir adam.

Kafasına esti mi vites değiştirir gibi hayatını değiştiren, dümeni rüzgár nereden esmiyorsa, oraya doğru kıran...

Röportajın sonunda; ‘Senin mesleğinin ismi ne Mehmet Teoman?’ diye soruyor Arda Uskan.

‘Benim mesleğim yok’ diyor Mehmet; ‘İyi ki de yok. Meslek sahibi olmaktan nefret ederim.’

Ben de diyorum ki, öyle bir statünün kadrosu olmaz ya, Mehmet, álemlerin en bi’ kadrolu bohemidir.

Kendileri bu aralar, aşkın hiç de matah olmayan, esasında Allah’ın belásı bir şey olduğunu anlatan yeni şarkılar yazmakla meşgûl. Merakla bekliyoruz.

Kendisi ekábir bir kişilik olduğu için, haberini duyuralım, onun adına ‘pek yakında aşk hayatınızda’ vaadinde bulunalım ki belki yüzü tutmaz, elini çabuk tutar.

Hayır, bayılacağız artık yok tıkla, yok tuşuma bas, salak saçma şarkı sözlerinden.

İnsan, hayatında iki satırlık anlam olsun istiyor. Ve bu camiada pek az kişi Mehmet Teoman gibi söz yazabiliyor.

Yeni olimpik spor bilek güreşi

TBMM Spor Oyunları’nın ikincisi, 11 Mayıs’ta başlıyor. Atıcılıktan satranca, golften bovlinge, 16 ayrı dalda yapılacak müsabakaların arasında, judo, karate, özellikle de güreş ve boksun olmaması ilginç.

Mustafa Sarıgül meselá, kurtlarını kurultay yerine ringde dökse fena mı olurdu?

Cihanın en errrkek Meclis’inin en ‘benim elim senin elini döver’ müsabakası, bilek güreşi (Cık cık cık ve pöh demek ister deli gönül!)

O dal için de hepi topu üç vekil başvuruda bulunmuş. Bileğine güvenen üçlünün biri Yaşar Nuri Öztürk ki ben sırf onun maçlarını izlemek adına izlengeç vazifesiyle Ankara’ya gidebilir miyim diye amirlere bir sormak istiyorum.

Bilek güreşi için CHP’den gönüllü çıkmaması, TBMM’de espri konusu olmuş. CHP Yüksek Disiplin Kurulu Başkanı Orhan Eraslan, bu bıyıkaltı gülüş, bel atlı vuruş taarruzunu; ‘Bizim bilek güreşiyle işimiz olmaz. Biz kafa güreşi yaparız’ şeklinde bir cümleyle püskürtme gayretinde. Gelin görün ki, satranç için başvuruda bulunan 18 milletvekilinin 17’si AKP’li, CHP’den ise bir tek aday var.

Kafa güreştirmekten yana iddiaları da hafif kendilerinden menkul anlayacağınız.

Atıcılıktı, tutuculuktu bir yana, ‘Ben milletvekilinin zeki, çevik ve AHLÁKLISINI severim’ şeklinde bir yazıyı TBMM’nin kapısına büyük puntolarla yazsalar iyi olacak.

Her ağzını açtığında, insanların üzerinde açma-kapama düğmesi olmadığı için içlenmemize neden olan Atilla Koç’a ithafen hoş bir jest olurdu.

Boş bir hayal ya, vergi mükelleflerinden bahsederken kullandığı, ‘Tavuğu yolmanın da bir usulü var’a benzer cümlelerini sarf etmeden önce belki bir yutkunurdu.
Yazının Devamını Oku

Suat, al sana baltalı yazı

30 Nisan 2005
‘Gölcük’te doğan Demet Akalın, ilköğretim ve lise öğrenimini Gölcük’te büyük başarıyla bitirdi. Ve Gölcük Barbaros Hayrettin Lisesi’nden lise diplomasını büyük bir mutlulukla aldı. İlkokul yıllarında gazeteci ya da öğretmen olma hayalleri kurardı, fakat o zamanki üniversite sınavı şartları günümüze göre daha zor olduğu için hayalleri suya düştü. (O tarihlerdeki üniversite sınavı iki aşamalı idi ama ilkini kazandı.)

Ne yapıcam, ne yapıcam diye düşünürken annesinin elinden tutmasıyla soluğu Yaşar Alptekin’in mankenlik kursunda aldı ve arkası geldi.’

E Allah için geldi hakikaten... Gerisi tarih yani...

DEMET AKALIN’I HİÇ TANIMAYABİLİRDİK

Yukarıda okuduğunuz, tırnak içindeki bölüm, Demet Akalın’ın resmi sitesinin biyografi bölümünün girizgáhı...

Bu aralar üniversiteye girmeye hazırlanan genç arkadaşlar sinirlenip galeyana gelirlerse diye: Muhatabınız ben değilim, haberiniz olsun.

Bana sorarsanız, gidin öfkenizi, o dönemki üniversite giriş sınavlarını organize eden kurumdan çıkarın.

Her şey onların suçu zira. Sınav tek aşamalı ve biraz daha kolay olsaydı, kimbilir, belki de hayatımızda Demet Akalın diye biri olmayabilirdi.

Bugün esasında lafa Yalın’dan girmiştim ama salak gibi Tolga’nın ne yazdığına bakmamış olduğum için yine pişti olduk. Bu durumda yazısını daha geç veren bana, silbaştan ihalesi kalmış oldu.

E, araya yaz-boz durumları da girince, zavallı ezber hepten dağıldı. Ortalıkta bir yandan kendime, kafamın ve klozetin bahsinin geçtiği küfürler ederek, aptal aptal dolanıyorum.

Suat; ‘Benim bir önerim var’ diye yaklaştı. Cumartesi ekinin bağlandığı perşembe günleri, gözünü ve kulağını benim bilgisayara sarkıtmak gibi bir huyu var.

‘Demet Akalın’ı yazsana’ dedi; ‘Ne zamandır Kliptoman’da iyi şeyler yazıyorsun. Baltalı yazıları özledik yani.’

Buyrun burdan yakın... Benim zalim olduğumu iddia eden okurlara sesleniyorum: Siz var ya siz, yakında beni mumla arayacaksınız. Evliya gibi kadınım, hakkımı yiyorsunuz.

Şimdiki gençler çok acımasız. Valla... Sabah da kıtır tayfasından Deniz, yine aynı ‘gerekçe’yle, ‘şahane geçirmelik klip’ diye, Size Anne Diyebilir Miyim’in Sinem’ine klip çekilmiş, onu yazmamı istemişti. Görmediğimi söyleyince, önümüzdeki hafta için sipariş verdi.

Böyle yani, köşemiz, perşembe günleri bir tür isteyin çalalım hizmeti veriyor: İsteyin yazalım...

Ve evet efendim, gençler, hunhar yazı istiyor.

Hál böyle olunca, tepem iyiden iyiye attı. Serde keçi inadı olduğu için, önerisini kabul etmeye ve fakat ‘geçirmeye değil geçinmeye gönlü olan’ insan yaklaşımı sergilemeye karar verdim. Gayret etmeye en azından...

Ne bu be? Adımız, Nesligeçirengül’e çıktı. Süt gibi de insanım hálbuki.

Hadi bakalım, hayırlısıyla başlayalım, gerisi gelir.

BOĞAZINA KADAR GİYİNİK KLİPLER

Efendim, bildiğiniz üzre, Demet Akalın dördüncü albümü Banane’den çıkan üç şarkıya klip çekmiş bulunuyor: Bittim, Aşkın Açamadığı Kapı ve Banane...

Albümde, Serdar Ortaç’tan, Sibel Alaş’tan, Yıldız Tilbe’den şarkılar var. Bunun yanında, Demet Akalın, senelerdir gece kulüplerinde şarkı söylemenin sesine kazandırdığı terbiye ve kendisine kazandırdığı kitle sağolsun, uzunca bir süredir, başarılı bir şarkıcı olarak anılıyor.

Ve şahsen beni şaşırtan hadise şu ki boğazına kadar giyinik olduğu klipler çekiyor! ‘Demet Akalın giyindi’ şeklinde, haber değeri taşıyan bir şey bu, n’olacak deyip geçmeyiniz...

Bu üç klipten birini seçmem gerektiğinde, sırf bu yüzden, hiç tereddütsüz, Aşkın Açamadığı Kapı’da karar kıldım.

Klipte Akalın, kanadı kırık bir kuş gibi, ayakları yerden kesilmeyen bir pilotu canlandırıyor. Etrafında taş gibi erkek mankenler olduğu hálde, káh uçağın üzerine oturmuş bir şekilde, káh kontrol kulesinin filan dibinde, şarkısını söylüyor:

‘Aşkın açamadığı kapı, kanatlanıp uçamadığı yer mi var? / Kalbimi seve seve sana veririm, bir kere de senin için ölsün yar.’

Bu arada, sample olarak kullanılmış, hoparlör yakınında çalışan cep telefonlarının yarattığı parazit cayırtısını ve şarkının sonundaki ‘kapsama alanı’ anonsunu anmazsak olmaz.

Kanatlanıp uçma kısmısının, uçak esprisiyle ahengi yeterli diye düşünmüş olacaklar; ‘Abi cep telefonu parazitli şarkıyı uçuş pistinde çekmeyelim’ dememişler.

O kadar uyum kafi... Zaten daha ne kadar şoklanacağız? Size Demet Akalın’ın bırakın dekolteyi, miniyi; boynunu bile göstermediği bir klip çektiğini söylüyorum.

Bir taze sarışın olarak, kimi sahnelerde şapka bile takıyor. O kadar yani... Saçının telini göstermeme kıvamında.

Demet Akalın, şaka değil, hakikaten çok çalışıyor. Yurtiçi ve yurtdışı ekstralarda tercih ediliyor. Albümleri satıyor, şarkıları listelerde tırmanıyor.

GELİN GÖRÜN Kİ HAYAT ACIMASIZ

Gelin görün ki, hayat bir yanıyla acımasız. Ne yaparsa yapsın, ‘Yeni yaşına yeni silikonlarıyla giren Demet Akalın’ın sevgilisi Umre’ye uçtu’ şeklinde haberlerle anılmaktan kurtulamıyor.

Laf aramızda, Demet Akalın da hayata bu konuda elinden geldiğince yardım etmiyor değil gerçi...

İbrahim Kutluay’ın, Panathinaikos formasıyla, Efes Pilsen’in sahasında oynadığı maçta Unuttum şarkısının çalınması, Efes’li taraftarların şarkıyı bir ağızdan söylemesi ve Kutluay’ın sahada bulunduğu süre zarfında tek bir sayı yapamaması üzerine Demet Akalın, Atina’daki maça Efes formasıya gideceğini açıkladı meselá...

Artık Kutluay ile anılmak istemediğini yineleyip duran bir insana; ‘Bu ne lahana turşusu?’ diye sormaz mısınız yani?

Akalın’ın resmi sitesindeki biyografisi şöyle son buluyor:

‘Ehh iyi de tepkiler aldı ve kendini bir kez daha kanıtlamış oldu.

Bu kız da okuyo ya dedirtti...’

Allah okuyo diyenlerine bağışlasın. Bu arada... Bi’ dakka ya... Ben iyi bir şeyler söyleyecektim. Söyledim di mi?
Yazının Devamını Oku

Neye yormalı?

29 Nisan 2005
Bu aralar kafayı az biraz rüyalarla bozmuş durumdayım. Hakikaten çok uzun zamandır, böyle her gece, sektirmeden, acayip ötesi, mıh gibi de aklımda kalan rüyalar görmüşlüğüm yoktu. Hatta ömrü billah hiç olmadı böyle bir dönemim de diyebilirim.

Her sabah, saat mööler möölemez ilk iş kalkıp rüya tabirleri kitabına bakıyorum.

Möölemek derken de... Son doğum günümden beri, sabahları hakikaten inek böğürtüsüyle uyanıyorum.

Endostlarımdan biri, cam göbeği rengi, kadranında öküz sureti bulunan, eski çalar saatlerin modelinden ve alarmı hakikaten mööleyen bir masa saati hediye etti.

Altı sene birlikte yaşadığımız ve birçok kez beni uyandırmak zorunda kaldığı için uykuyla aramdaki aşk-nefret (Ben ona karşı platonik aşk besliyorum, o benden tiksiniyor!) ilişkisini yakinen bilir.

Uyuyamadığımı, bir kez sızdım mı da uyumaktan ziyade baygınlık geçirdiğimi ve kesinlikle uyanamadığımı bilir yani...

Saati görür görmez aklına ben gelmişim; iyi mi...

Hayır yani, zaten Freddy Krueger’ın hayalgücüne rahmet okutacak rüyalar görüyorum, bunlar bir de inek sesiyle bölününce, her yeni güne gözümü ne şekilde açıyorum, varın siz tahmin edin.

Bu sabah yine bir acayip uyandım. Gidip yine rüya tabirleri kitabına baktım ve yine, her zamanki gibi daha da beter aklım karıştı.

Bende tuğla kalınlığında bir kitap var ki aşırı malûmatfuruş.

Her sembolü, binbir ayrı kanattan yorumluyor. Şeyh bilmem kime göre nedir, Freudyen görüşe göre nedir, şaman inanışına göre nedir...

E, hál böyle olunca da, sıkıyorsa bir anlam çıkar...

Birinin ak dediğine diğeri kara diyor. Birinin hayra yorduğu şeyde diğeri feláket tellallığı yapıyor.

Rüyamı anlatacak, bilinçaltımı teşhir edecek değilim; çıplak poz veririm daha iyi yani...

Ama şu kadarını söyleyeyim, gündüz mesaisinde kendisini sanki yeterince görmüyormuşuz gibi, insanın uykusunda da Recep Tayyip Erdoğan’la uğraşması hiç hoş değil.

Kendisiyle rüya analizi gibi mevzulara girmiyoruz; çok şükür, bunun çok ötesinde bir insan ama burada olsaydı gidip psikiyatristime anlatabilirdim gördüklerimi. Fakat maalesef benim psikiyatristim İzmir’de...

Son gittiğimde bana ihtiyaç duyduğum anlar için buradan bir doktor önermeyi teklif etti ama hasta-psikiyatrist ilişkisi, aşk ilişkisinden daha entimdir biliyorsunuz. Kendilerine kendimi teslim edene kadar, yedi tane kanımın ısınmadığı doktor dolaştım ve kendisine de söylemiş olduğum üzre, üzerine doktor, gül filan koklamaya hiç mi hiç niyetim yok.

Yine de şu bilinçaltı meselesiyle ilgili birilerine danışma gereği duyuyorum çok fena.

Sonunda nihayet doğru adresi buldum. Sema’dan (Denker) telefonunu alıp, Aysun Kayacı’yı aramayı düşünüyorum.

Zira anladığım kadarıyla, Kayacı, bilinçaltı konusuna had safhada hakim.

Hatta şöyle söylenebilir, bu konuyla kafayı benden beter kırmış durumda.

Geçenlerde televizyonda manken olmaya nasıl karar verdiğini anlatıyordu. Daha doğrusu, esasında nasıl da vermediğini...

Şöyle ki, aslında Aysun Kayacı’nın aklında manken olmak yokmuş. ‘Ama’ diyordu, ‘biliyorsunuz, bilinçaltı sadık bir uşak gibidir. Siz istemeseniz de çalışmaya devam eder.’ Böyle bir şeyler...

Yedi yıldır Emre Aşık ile birlikte olan Aysun Kayacı, şimdilerde Fatih Aksoy ile yaşamaya başladığı ilişkisiyle ilgili de Sema Denker’e konuştu:

14 Şubat Sevgililer Günü’nde Emre ve seninle yaptığımız röportajda aşkınızın ne kadar büyük olduğundan bahsetmiştiniz. Bu iki ay içinde ne oldu?

- Aşk zaten bitmiş oluyor. Ve sen ne yazık ki onun bitmiş olduğunu anlamıyorsun. Geçmişte yaşadığın o büyük aşka ve ilişkiye olan saygından dolayı aşk bitmiş gibi davranamıyorsun ve aşkının bittiğini de zaten iki yıl bilinçaltı senden gizliyor.

Yani Emre ile aşkınız iki yıl önce bitmişti.

- Evet. Ama bilinçaltın sana güzel bir oyun oynuyor ve bitmiş bir şeyi saklıyor.

Vallahi şaka değil; gidip Aysun Kayacı’ya soracağım: İki yıl içinde, Allah muhafaza, türban takma ihtimalim olabilir mi, yoksa iki vakte kadar Tayyip Erdoğan solcu molcu mu olacak?..
Yazının Devamını Oku