Meşhur stadın meşhur kadın tuvaletinde olanlar

Ballı bir insan olduğumu itiraf ederek gireyim lafa. Ayıptır söylemesi, Şampiyonlar Ligi Finali’nin oynandığı o tarihi maç vuku bulurken, Atatürk Olimpiyat Stadyumu’ndaydım.

O gün işe gelir gelmez fazla bilet sahibi olma ihtimali bulunan kim varsa yavşamaya giriştim:

‘Abi beni de maça götürsene? Allah rızası için bir bilet? Bak, giderken beni de alırsanız önümüzdeki ay fazladan 10 tane haber yapacağım, iki gözüm önüme aksın...’

Yok, yok, yok...

O sırada telefon çaldı. Liverpool’un sponsoru olan Carlsberg’den arıyorlar: ‘Ebru Hanım, akşam maça gitmeyi düşünür müsünüz?’

‘E olabilir, programımı bir gözden geçireyim!?.’

Kabul ederim ki oportünist olduğum kadar haysiyetsiz de bir insanım. Üzerimde Carlsberg forması, kafamda o acayip tüylü şapkamsılardan, Liverpool taraftarlarının ortasına çökmüş; Milan’a tezahürat yapıyorum.

Zira sahada Maldini ve en önemlisi de Shevchenko var ve ben takımdan çok adam tutuyorum. (Yoksa Berlusconi’nin sevinmesine sevinecek değiliz yani.)

İngiliz taraftarlarının centilmenliğine bizzat kefilim yani. Yedikleri üç golde kopardığım patırtıya rağmen ağzımı burnuma katmadılar, hatta dönüp utandırırcasına yüzüme tebessümle baktılar ya, helál olsun.

Kaldı ki fanatik taraftar sıfatını taşımadan maç izlemek de ayrı zevkmiş. Yani Liverpool kazandı diye üzüldük mü? Ne münasebet...

Maç bittiğinde; ‘Ulan ne maçtı be, ne maçtı be!’ diye diye, tarihe tanıklık etmiş olmanın verdiği ekstaza yakın hissiyat ile İngilizler’le birlikte ‘You’ll never walk alone’u söylüyordum.

12.30’da dönüş yoluna koyulduk, stattan çıkmak 02.30’da nasip oldu; 03.00’te evdeydik.

Gidiş-dönüş ıstırabından bahsetmeye gerek yok. Allah için 5-1’lik kupa maçından beri epey yol katedilmiş. Buna da şükür diyelim.

Diyelim demesine de...

Cuma günü bizim gazetede sürmanşet olan, Mehmet Arslan imzalı ve ‘Kadın tuvaletiniz bile yok demişlerdi’ başlıklı Şenes Erzik röportajını okuyunca?..

O kadınlar tuvaletinin ne demeye orda olduğunu da sormak lázım. Varlığı kadar işlevi de önemli hesabına...

Maçın devre arasında, steward’ın birine yanaşıp en yakın tuvaletin nerede olduğunu sormaya yeltendim.

‘May I help you, Miss?’ diye sordu arkadaş.

‘Türkçe konuşalım beyefendi. En yakın tuvalet nerede acaba?’

‘Ha Türk müsünüz? E, bulursunuz zaten o zaman’ diye arkasını dönüp gitti, iyi mi!

Türk olduğum için olsa gerek, biraz dolandıktan sonra buldum hakikaten. Dört-beş tane tuvalet var ve bunların sadece biri kadınlara ayrılmış.

E, iyi, peki, güzel, káfi... De...

Suları akıyor muydu akmıyor muydu bilemeyeceğim, zira o kadar karanlık ki, lavabolar nerde, klozetler nerde seçilmiyor. Ortalık hakikaten zifiri zindan ve içerideki İngiliz ablalar, karanlıkta birbirlerine tosladıkça, Türkler’in ahmaklığına verip veriştiriyor.

Kanımıza dokundu háliyle. Dışarı çıkıp sorumlu birini arandım. Sivil bir adamı gösterdiler. Ona gidip, durumu anlattım.

İşte, kadınlar tuvaletinin ışıkları yanmıyor da, bakın ne güzel organizasyon yapmışsınız, bu kadınların sırf bu yüzden diline düşmeye ne gerek de, yazık-günah değil mi de... Öööyle iyiniyetli iyiniyetli, bilinçli vatandaş triplerinde saçmalıyorum.

Abi ne dese beğenirsiniz? ‘Boşver, ne derse desin kaltaklar. Zaten İngiliz karılar tuvalette erkeklerle aşna fişne yapıyor.’

‘Hö?’ ve ‘Oha!’ gibi bir takım laflar çıkmış olsa gerek ağzımdan. Gerisi bir klişe:

- Sizin amiriniz kim?

- Sana ne benim amirimden.

- Pardon, isminizi alabilir miyim bari?

- N’apıcan ismimi, ismim yok benim.

- Şu ışıkları yaktıracak mısınız peki?

- Sana ne be kadın, bak maç başlıyor. Kadın kadın buralara geldiğine göre meraklısındır. Sen işine baksana.

Böyle şirin bir dallama...

Kan sıçradı beynime; kulaklarım uğuldamaya başladı. Ve hakikaten ‘kadın başıma’ oralara kadar gitmiş bir fırlama kaltak olduğum ve böylesi bir günde ağzımın tadını, böyle bir içi geçmiş hıyarla kaçırmak istemediğim için, yerime döndüm.

Demem odur ki, kadınlar tuvaleti var hakikaten. Fakat böyle lazımlık kafalı adamlar da var...

Ve şöyle bir diyalog da geçebilirdi aramızda:

- Pardon, isminizi alabilir miyiz?

- Merhaba Türk ‘karı’; tanışalım; ben o kafa... O meşhur kafa...

Çok fena

Maalesef o sırada gazetede olduğumuzdan, Ayşenur Yazıcı’nın atv’deki programı Yalnız Değilsin kaldırıldığı için ağzını bantlamak suretiyle Taksim Gezi Parkı’nda koyduğu protesto eylemine yaptığı nazik davete icabet edemedik.

Fakat arkadaşlarla karar aldık, bir kontra jest olarak, kendilerini az biraz vakara davet etmek istiyoruz.

Yazıcı, yaptığı işleri senelerdir takdirle izlediğimiz bir medya emekçisi. Gelin görün ki bu kadın programı meselesinde mal bulmuş sonra da kaybedince hezeyan nöbeti geçirmiş mağribi gibi bir şeye dönüştü. Anlamakta zorluk çekiyoruz.

Taksim’deki eylemde verdiği demeçte şöyle diyor: ‘Kimsenin metresi değilim, ciplerim, villalarım yok. Belki program sayesinde olabilirdi ama artık imkansız.’

Haftalık dergisine verdiği röportajda ise, tabiri caizse ‘konuk röportör’ler de birer soru yöneltiyor Ayşenur Yazıcı’ya.

Haşmet (Babaoğlu) tam da tipik Haşmet’lik, çöllü möllü bir soru sormuş:

İsyanınız programınızı savunmaktan öte bir nedene dayanıyor sanki. Medyanın bir çalışanı olmaya isyan eder gibisiniz. Medya işinde iki yüz vardır. Ön yüzü Hollywood dekorları gibi göz alıcı, arkası ise çöl. Sizin sanki dekorunuz yıkıldı. Medyada geleceğinizin kalmadığını mı düşünüyorsunuz?

- Böyle bir şey yok. Benim medyada her zaman geleceğim olacaktır. Hele şu mankenlerden bozma haber spikerleri yavaş yavaş yerlerini Birand’lara bıraksınlar da ondan sonra bakalım insanlar Ayşenur Yazıcı gibi birikimi olan habercileri tercih etmeyecek mi?

Eee? Peki o zaman bunca hezeyana ne gerek? Bi’ durunuz, biraz vakur durunuz... Bu ‘Benim de cipim olacaktı ama artık imkánsız’ geyiği ne?
Yazarın Tüm Yazıları