6 Mayıs 2007
Benim bildiğim, hırsız olmamak, bir erdem değildir. Olması gerekendir. Ama nedir? Bizde hükümranlığı sürecinde Karun’la aşık atmayan lider, marjinal sayılıyor. Ayıptır söylemesi demeyeceğim; senle aramızda ayıbın yolları kayıp; birkaç gün önce, revirde, makattan kolum kadar bir iğne yedim. Bir gece evvelinde yatakta, istifrağ ederek uyandım. Sabaha kadar da safrada ne varsa şehrin kanalizasyon sistemine kattım. Kalkıp işe geldiğimde de 30 saniyede filan bir yoklayan, şok dalgası gibi delip geçen mide spazmlarıyla eğilip büküldüm.
Ağzıma hiçbir şey süremedim, ilaç almak için gırtlağıma iki lokma tıkmaya kalksam direkt ilaçla birlikte çıkarıyordum zira. Her iki bacağımın da kaval kemikleri, sanki iki ayrı yönden çekiliyordu. Yürümekte güçlük çektim.
Anlamak mümkün değil. Tahliller yaptırıyorum, bilmem ne... Hepsinde de camız gibi çıkıyorum. Fakat tüm hayatımda bu kadar sık hasta düştüğüm bir yılı da hatırlamıyorum.
"Virütik háller" dedi doktor. Memleket ahvaline yorma taraftarıyım naçizane...
Okkkadar isterdim ki, şöyle Bridget Jones’unki kıvamında bir günlük olabilseydin de "Ah tatlım, bugün Mark Darcy’e böyle göz süzdüm, yarın da Daniel Cleaver’la şöyle flört edicem" falan tadında bir şeyler karalayabilseydik.
Neylersin ki bizim gündemimiz çipil gözlü Baykal’cılardan, fındık bıyıklı AKP’lilerden, ne dediğini anlamak için konuşurken altyazı geçilmesi isabetli olacak, hoş, ruh sağlığı açısından ne dediğini anlamamamız daha da isabetli sayılabilecek Vali Muammer Güler’den, posss bıyık-kara Ray Ban’li ’karizma amca’ Celalettin Cerrah’lardan ibaret...
SEVİLMEDİĞİNİ BİLİRDİM AMA...
Sabahtan beri outlook-express Baykal ile ilgili e-postalardan yıkılıyor. Bununla birlikte sayısız telefon da geldi.
Baykal’ın sevilmediğini bilirdim de bu kadarını tahmin etmezmişim. Gelen mesajların yüzde 99’u lafı; "N’olur seçime kadar her gün sırf bunu yazın" şeklinde bağlıyor. Kalan yüzde 1’i de, "Tamam biz de Baykal’a kılız ama rejim tehlikede; zaman birleşme zamanı; insanları boş oy kullanmaya teşvik etmeyin" diyor... Ha, bir de o yüzde 1’in yüzde 0.5’ilk bölümü var ki, Deniz Baykal’ın en azından bir yolsuzluğu, hırsızlığı olmadığını hatırlatıyor.
Henüz delirmediysem şayet, illá ki yakınlarda delireceğim... Şu hayatta hep ehven-i şere mahkûm olmak zorunda mıyız biz?
Benim bildiğim, hırsız olmamak, bir erdem değildir. Olması gerekendir. Ama nedir? Bizde hükümranlığı sürecinde Karun’la aşık atmayan lider, marjinal sayılıyor.
Ah be günlükçüm; bir kere de akım diyeyim de bir kısım okur kakam dedim gibilerinden algılamasın; o günleri görmek nasip olacak mıdır dersin?
Bir okur; "Kendiniz için kullandığınız ’Deniz Baykal sosyal demokratsa ben de albino bir zenciyim’ lafınız çok ilginç geldi; melez misiniz?" diye sormuş; hesap et yani...
Kimseyi boş oy kullanmaya teşvik ettiğimiz falan yok maazallah. Bilakis, solun, Deniz Baykal’sız bir şekilde, birçoklarının üzerinde hemfikir olabileceği bir ismin, meselá son derece düzgün bir şahsiyet olan Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in liderliğinde birleşebileceğine dair, bir mucizeyi şiddetle umarcasına ümitlerim var.
Ben boş oy kullanın demedim ki günlükçüm; meselá 13 Mayıs’ta İzmir’de vuku bulacak Cumhuriyet Mitingi’nde, meydanları dolduracak insanların, AKP’yi protesto ederken aynı zamanda Baykal’ı da CHP’nin, cumhuriyetin, memleketin selámeti adına istifaya davet etmesini önerdim.
Ha, diyeceksin ki Baykal da sizi bekliyordu, evine dönmek için; o da ayrı... Muhtemelen ve maalesef mıhhh gibi kurulduğu yerden bir milim kıpırdamayacak, müzmin muhalefetin sefasını sürmeye devam edecektir.
Zira cümleten malumumuz olduğu üzre, kendilerinin iktidar olmak gibi bir derdi de yok. İktidar olup n’apacak ki; o zaman laf yerine iş de üretmesi lázım... Eh, ona da ne heves ne de niyeti olduğunu hiiiç sanmıyorum.
ÖYLE BİR 1 MAYIS Kİ
Memleket, benzetmek gibi olmasın ama hani 1977’den beri yaşanmış en korkunç 1 Mayıs’ı yaşadı. Böylesi eşi menendi bulunmaz bir kepazelikle ilgili güya solun neferi Deniz Baykal ağzını açıp iki kelime laf etti mi? Etmedi.
Öyle bir 1 Mayıs yaşadık ki iki gözüm günlükçüm; kafelerde oturup uslu uslu yemeğini yiyen insanlar tokatlandı polis tarafından; yerlerde sürüklenen gençler, copla mopla bile değil, makineli tüfek kabzasıyla dövüldü; yaşlısı genci, eylemle ilgisi olanı olmayanı, biber gazına maruz kaldı.
O sırada kahvenin birinin önünde oturmak gibi bir ’suç’u olan 75 yaşındaki İbrahim Sevindik, gazdan etkilenerek fenalaştı. Oğlu tarafından Taksim İlkyardım’a, yolların kapalı olması nedeniyle maalesef geç ulaştırılabildi. Sevindik’in kalbi durdu, müdahaleyle hayata döndürüldü. Ancak yorgun ve yaşlı bünyesi, bu hırpalanmayı en fazla 36 saat kaldırabildi ve Sevindik, hastanede hayatını kaybetti. Oğlu şimdi, dava açmaya hazırlanıyor.
Bununla birlikte, 1 Mayıs günü haber yapmaları yasaklanan ve polis tarafından tartaklanan gazeteciler de geçtiğimiz gün bir yürüyüş düzenleyip sorumluları istifaya çağırdılar.
Ah be güzelim günlükçüm, hayat bayram olurdu, öyle çağırınca gelseydi bunlar...
VERDİMSE BEN VERDİM
Neymiş; güvenlik önlemi alınıyor. Oturup karı-koca salatasını yiyen vatandaşların suratına Osmanlı tokadı, cop mop indirmek suretiyle...
Güler gazetecilerin ziyareti sırasında; "1 Mayıs sonrası çeşitli sorunları biz de tespit ettik. Bununla ilgili en kısa sürede çalışma yaparak sorumluları cezalandıracağız" şeklinde bir cümle, lütfedip kurmuş nihayet...
Pardon da?.. 1 Mayıs günü, NTV’de Oğuz Haksever’in karşısına geçip bir yandan Haksever’e nasıl sorular sorması gerektiği konusunda diskur çekerken bir yandan da gef gef gerinerek "Emri ben verdim" demiyor muydu kendileri? Verdimse ben verdim tavrına ne oldu bir anda abi?
Nitekim, Cumhuriyet muhabiri Alper Turgut da Güler’e; "Sizin hakkınızda da suç duyurusunda bulundum. Umarım İçişleri Bakanı yargılanmanız için gerekli izni verir" demiş.
Otur ağla yani. Abdülkadir Aksu, ’güvenilir’ merci...
Görüşmenin sonunda gazeteciler topluca İstanbul Valisi Muammer Güler, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ve Beyoğlu Emniyet Müdürü Tuğrul Tek hakkında suç duyurusunda bulunmak üzere İstanbul Adliyesi’ne gitmişler.
Göreceğiz bakalım, ne mene bir sonuç çıkacak...
Aaah be günlükçüm; senin bu Polyanna’nın kalbi kadar beyaz sayfalarında (!) derdimizin aşk meşk olacağı günleri görmek ne zaman nasip olacak???
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2007
İki haftadır kafamın içinde bir eşek arısı kovanıyla dolaşıyorum. Hani bu ülkenin gündemi hiçbir zaman İsviçre’ninki gibi bir şey olmamıştır, ama bu kadarına da artık ne denir bilemiyorum. Arkadaşlarla kavgaya tutuşup birbirimizle hakaretamiz konuşmamız gerektiğinde, lafa "Değerli arkadaşım" diye girmek gibi bir huy edindik son zamanlarda. TBMM model küfürleşiyoruz anlayacağınız.
Öyle yapıyor ya onlar kürsüde söz alınca: "Değerli arkadaşlarım, yatacak yeriniz yok, köylü sizi fena öpecek."
"Sayın vekil arkadaşlar, biz sizin ne şerrrrefsiz olduğunuzu gayet iyi biliyoruz" vs...
Biz de o şekil takılıyoruz: "Değerli arkadaşım, şu yazıyı bir an önce yolla, oraya gelirsem ebenle halvet olmayı düşünüyorum."
"Sayın editör, hareket çekme, hareketin tillahını görürsün" filan...
Dün yine işe gelmişiz, mayıstan beklenmeyecek derecede puslu, pis bir hava... "Bez çocu’m, bu gündeme bu havalar yakışır" diyor, tabiat bile...
MİSLER GİBİ ALBÜM
Tek derdim, günü kapatmak, kepengi indirmek, eve gitmek ve battaniyenin altına kıvrılmak. Hayatta işim olmaz, yeşil çay filan istiyor canım, kıvam o kıvam...
Sonra üst üste iki güzellik oldu. Önden kocaman bir çiçek buketi geldi. Hangi beyaz atlı prensten diye bakmaya kalmadı; meğersem Ayça’nın içinden gelmiş, o göndermiş.
Hemen akabinde Sony BMG’nin paketinden, epeydir hazırlandığını bildiğimiz ve merak ve hevesle beklediğimiz Göksel’in Ay’da Yürüdüm albümü çıktı.
Eh, böyle bir gün ancak böyle kurtulur... Canlar canı bir kankadan ’içimden geldi çiçeği’ ve her daim hastası olduğumuz, hiç yanıltmayan Göksel’den yine misler gibi bir albüm.
Dışarıdaki, yukarılardan biri ortamın üzerine tükürüyormuşçasına yağan yağmura baktım baktım, o bile gözüme sevimli göründü; "Yağmur yağıyor şakır şakır / Yarabbi şükür şükür, Yarabbi şükür şükür" şeklinde terennüm etmeye başladım.
O sırada o hálimi müşahade eden biri; "Eh, değerli arkadaşım, sonunda hepten sıyırdın sanırım balatayı?" cümlesi eşliğinde odaya daldı.
"Hayat güzel be aslında" dedim. İşaret parmağını şakağına götürüp, daireler çizmeye başladı; "Tırlatman hayırlı uğurlu olsun" mánásında... Umrumda bile değil valla...
Göksel’in Ay’da Yürüdüm adlı albümünün çıkış şarkısı olarak Yarabbi Şükür belirlendi ve ilk klip de ona çekildi bildiğiniz üzre.
Bundan bir önceki albümün çıkış şarkısı Karar Verdim’i andıran ve yine onun yönetmeni Murad Küçük tarafından çekilmiş bir iş. Yalnız bu daha rengárenk... Parlak, cıvıl cıvıl fonlar önünde, stilde kopmuş, eni konu zayıflamış, yeni saç modeliyle iyiden iyiye bir içim su olmuş, lolipop tadında Göksel, şarkısını söylüyor.
Yağmurlu mağmurlu bir klip çekmekten özellikle imtina edilmiş. Ki bana sorarsanız, çok da iyi edilmiş...
"Çocukken kurduğum hayallerin peşine düştüm. Aklıma koymuştum bir kez; en iyi ihtimali gerçeğe çevirebilirdim. Dağları aştım, tehlikeli suları aştım. İçimdeki yabani otları kopardım, şarkı yaptım. Belki de beni acıtan neyse, işte onu unutmak için şarkı söyledim. Öyle mutlu oldum ki! Ayaklarım kesildi yerden, sanki Ay’da yürür gibi..." Böyle diyor albümün tanıtım afişinde Göksel...
Kendileri, Depresyondayım şarkısı yüzünden üzerine yapışan depresif kadın imajından illallah getirmiş, kendi hayatında Allah gani gani artırsın; samimi temennimdir- gayet mutu, mesut bir insan bilindiği ama nedense, çoğunluk tarafından bir türlü kabul edilemediği üzre...
Bu albümde, vallahi mutluyum söylemini, Ay’da yürümeye kadar vardırmış durumda nitekim. Ki yakışır derim. Gün gelir, saadetten Satürn’ün halkalarında paten yaptığını bile görürüz inşallah. (Hoş, bendenizin depresyona girmek için aportta bekleyen bünyesi, albümün neredeyse en depresif şarkısı Çok Kötü Şeyler’i favori bellemiş bulunuyor; ayrı...)
İÇİM AÇILDI
Ki Göksel bende zaten uzaylı gibi bir intiba bırakıyor. Dış kapının dış mandalı birisinin varlığı insanın bu denli içini açar mı yahu? Kadına, yüzümde salak bir tebessüm konmadan bakmayı beceremiyorum resmen.
Şu piyasanın en nev-i şahsına münhasır, en kendine ait sesi ve sözü olan, en sular gibi duru, en magazin paçozluklarından muaf, en lokum şahsiyetlerinden biri, her zamanki gibi muhteşem bir şekilde dönmüş bulunuyor.
Bu da bugünün "Şimdi de iyi haberler" sunumu olsun. Hayırlı uğurlu olsun. Şükürler olsun...
Oh be...
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2007
Rejimin elden gittiğini düşünenler için en büyük sorunu AKP midir? Çok şüpheli... Hatta hiç zannetmem.
Ömrü billah AKP’yle işi olmayacak, kendini solcu addeden bir İzmirli olarak, AKP’den evvel Deniz Baykal’sız bir hayat yaşamayı dilediğimi söyleyebilirim.
Ve çok iyi biliyorum ki bu konuda yalnız değilim.
Recep Tayyip Erdoğan’ın en büyük lüksü, Deniz Baykal’ın varlığıdır.
Zira Baykal başında olduğu sürece CHP’ye oy vermeye tövbeli, benim gibi çok insan var.
E, CHP’nin başında, olası en ’sağcı muhafazakár’, hatta faşizan ve zırva ötesi ahkámları buyura buyura, hiziplerden hizip beğene beğene, bir tıpaç olarak mıhhh gibi duruyor hazret... Beton tadında bir inatla; ona kalsa ki kalıyor korkarım- ezelden ebede...
İlk kez geçen gün ciddi ciddi tartışılsa mı diye ’bir kısım medya’ arasında konusu bile geçti. Geçtiğimiz hafta birçok farklı yerde dillendirildiğini duydum. O kadar sık duydum ki: "Bir miting de Deniz Baykal CHP’nin başından çekip gitsin diye düzenlenmeli..."
Rüştünü ispat ettiği günden beri CHP’ye oy vermiş, sülaleden CHP’li nice arkadaşım, ağlaya zırlaya boş oy attı geçen seçimlerde. Sırf Deniz Baykal yüzünden...
Ki bu insanlar, olan bitenlere rağmen, düşmüş CHP ehven-i şerse, Deniz Baykal’lı CHP, ’şer kare’dir hesabına, sek şere prim vermeye bile niyetli... Düşünün artık...
Ha, diyeceksiniz ki sosyal demokratlık bir misyondur. Sırf Deniz Baykal yüzünden CHP’den geçmek, kabileye ihanete girer.
Hiç de bile girmez efen’im.
Kaldı ki Deniz Baykal sosyal demokratsa, ben de albino bir zenciyim. Ve Deniz Baykal’ın icazeti olmadan öksürmeye bile cüret edilemeyen bir partinin misyonunu yerine getirdiğini iddia etmek, safdilliğin ötesine geçer...
Adam, hayatta yapmaz ya, ah keşke, bir çekip gitse, CHP, geçen seçim aldığı oyun en az dört katını almazsa, ben de bir şey bilmiyorum.
Yok gitmezse, geçtiğimiz seçimde ehven-i şerdir diye yanılıp da oy verenler haricinde kimden oy alır, barajı geçebilir mi, maalesef onu da bilemiyorum...
"Pek ’sayın’ Baykal; nüvenizde bir dirhem insaniyet, insaf kırıntısı, haysiyet varsa, bırakınız, gidiniz. Vaktiyle vaat etmiş ve fakat fırrr dönmüş olduğunuz kararı, Allah ve cumhuriyet aşkına uygulamaya koyunuz; mutfağınıza dönünüz, Olcay Hanım’la birlikte palamut yahnisi pişiriniz, Antalya’daki bahçenizi sulayınız, falezin dibinden denize giriniz, torunlarınızı filan seviniz...
Yeter ki sizi görmeyelim, duymayalım, bilmeyelim.
Bu rejimin bekçiliği size kaldıysa, ben almayayım; alana da mani olmayayım.
Yettiniz. Yetmeleri tükettiniz." Der idim, ama bunu beklemek de ayrı gerzekliktir, gayet iyi biliyorum.
Onun yerine, benim gibi düşünen çoook insanın da ricasıyla, CHP’lilere yalvarıyorum: Baykal’dan tez vakitte kurtulun. Kurtulmanın illa ki bir yolunu bulun. Nokta.
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2007
1 Mayıs Salı günü Muammer Güler sağolsun, ergenliğimden beri ilk kez otostop çektim. Gümüşsuyu’nda oturuyorum. Taksim’in tabiri caizse, ayak ucunda yani...
Sabah toplantıya yetişme derdinde, olağandan da erken bir saatte evden çıktım. Havzaya otomobil sokmuyorlar. Taksi maksi aramayacaksın yanisi.
E, iyi, anladık.
İyi de...
Otobüs filan da hakgetire...
Dolmuşlar çalışmıyor.
Metro, iptal...
Soğolsun, bir beyefendi, Mecidiyeköy’e kadar attı beni. Ordan, bir başka beyefendiyle taksi paylaştık, vs...
Karşıdan gelenlerin işi daha zor: Köprü tek şerite indilirmiş. Polis o tek şeritten geçen otomobilleri de aramadan taramadan geçiriyor. Vapurlar kaputt...
Sabah saatlerinden öğleden sonraya kadar, tabanvay taburları şeklinde yollardaydı İstanbul sakinleri. İşlerine gidebilsinler de valiye rağmen gayrı safi milli hasılaya mütevazı katkılarında bulunabilsinler diye...
Şu hayatta görülebilecek en acayip işçi bayramı eylemini, Muammer Güler’in sayesinde müşahade ettik. Çalışmaya çalışan herkes sokaklarda yürüyüp, Muammer Güler aleyhine sloganlar atıyordu.
Sırf Salı günü aldığı ahlar, torununun torununa filan yeter, öyle söyleyeyim. Ki müstehaktır derim...
İşin komik yanı şu ki, ’kriz nasıl yönetilemez’ başlığı altında sanat sergileyen Muammer Güler, halkı alınacak önlemler konusunda uyardığını iddia etmekle kalmıyor, meselá yarım gün filan tatil ilan edilmemesini de, "Halkı galeyana ve ortamı kaosa çevirmemek yolunda" sergilenen sağduyulu bir tavır olarak değerlendiriyor.
Elimizde ne var peki? Galeyanın ve kaosun feriştahı...
İstanbul, açık bir tımarhaneye benziyor. Başhekim takımının da bir şekilde üzerine geçirecek beyaz gömlek bulmuş koğuş sakinleri olduğu söylenebilir en hafif tabirle...
Vali Muammer Güler, Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah...
Bir kábusa rüya takımını kurmaya niyetlenseniz, daha iyi bir sac ayağı tahayyül edemezsiniz.
O günün akşamı, Hürriyet’in 59. kuruluş yıldönümü kutlandı. Şermin (Terzi), yılın en iyi röportajı ödülünü alacaktı. Ve fakat, törene katılamadı.
Niye?
Sabah çocuğunu okula bırakmıştı ve yolu Taksim’den geçiyordu. Çocuğunu okula bıraktığı için, yolu Taksim’den geçtiği için, polis kendisini biber gazı manyağı yaptı.
Bir avuç eylemci, 17 bin polis, 900’ün üzerinde gözaltı.
Vali Muammer Güler kriz yönetti. Bravo.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2007
Çikolata fiyatlarının indirilmesine dair bir soruya; "Bence indirilmesin, öyle olursa ben daha çok yerim" diye yanıt veren dombili bir çocuktan bahsediyoruz, anlayınız artık... Ki bendeniz artık o noktada ellerimi kaldırıp "Teslim!" dedim... Bu yıl 23 Nisan, Allah için ’müsamere’den yana pek bereketli geçti. O gün hükümetin adayının Abdullah Gül olduğu henüz açıklanmamış; bir müsameredir, gitti...
Geçen yıl TBMM kürsüsüne çıkıp ideolojik söylemin kulağına su kaçıran, askerlik çağına gelmiş kazık kadar imam hatiplinin yarattığı infial de sağolsun, bu sene baştan-bakanlarımızın koltuklarına nispeten ’çocuk’ yaşta elemanlar oturtuldu.
Oturtuldu oturtulmasına da...
Hani bir zamanlar, mahsusçuktan 10 dakkalığına o makama gelen çocuklar, klişe de olsa, ne bileyim, kardeşlikti, barıştı, hayat bayram olsundu filan, en azından çocuk saflığında, düzlüğünde bir şeyler söylerlerdi.
Bu yıl, Başbakan, kabine ve cumhurun muhtemel reisiyle istikbaldeki ilişkisinin provasını yapmak için fırsat bilmiş olacak, koltuğuna bir vantrilog kuklası oturtmayı tercih etti.
Erdoğan’ın, "Şimdi ben başbakanlıktan vazgeçiyorum ve yerimi sizlerin seçmiş olduğu yeni, güçlü, dirayetli başbakana bırakıyorum." cümlesiyle takdim ettiği mıgırdan ’yeni, güçlü, dirayetli’ başbakan Kamil Karaca’nın ’performans’ı dehşetengizdi...
DUDAKTAN SUFLELER
Hadi kardeşimizin 11 yaşında bir sabi olduğu hálde, yaşıtlarından "değerli çocuklarımız" diye bahsetmesini; elindeki káğıttan okuduğu "BİZLER aldığımız emaneti SİZLERE teslim ederken, geleceğin güçlü Türkiye’sini hazırlamalıyız" benzeri cümlelerle role ’haddinden fazla’ girmiş olmasını falan bir kenara koyalım...
Fakat bir sinirsek tonda, Başbakan’dan aldığı, dudaktan kulağa suflelerle Erdoğan’cılık oynadığı bölüm var ya, resmen ekranın camından içeri ellerimi uzatıp çocuğun her iki kulağına birden asılmak istedim.
Meselá, Küçük Adam’ın yine Erdoğan’ın ’sahiplenici’ üslubunu taklit ederek "Sayın basın mensuplarımmm" diye hitap ettiği gazeteciler, "Efendim, cumhurbaşkanı kim olacak?" diye soruyor: "Bu kadar sabrettiniz, iki gün daha sabredin. Her zaman verdiğim cevabı yine veriyorum, zamanı geldiğinde göreceğiz."
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik; "Bana talimatınız var mı?" diye çanak tutuyor: "Eğitimle ilgili her şeyi yolunda görüyorum. Siz her şeyin en iyisini bilirsiniz."
Abdullah Gül; "Bu Irak’ta n’apıcaz?" şeklinde bir şirinlik şey ediyor: "Sayın Dışişleri Bakanım, lütfen 23 Nisan’la ilgili soru sorunuz. Bu sorunun muhatabı ben değilim; bu soruyu Genelkurmay Başkanı’na yöneltebilirsiniz." (Gül zaten aldığı yanıttan memnun; "Esas soru bu zaten" diyor.)
ÇİKOLATA FİYATI
Bunun üzerine Başbakan, elemana ne demesi gerektiğini hatırlatıyor: "Hem 23 Nisan’da barışı konuşalım, savaşı değil." Bizimki tabii ki yine papağan gibi Erdoğan’ın sözlerini tekrarlıyor.
Çikolata fiyatlarının indirilmesine dair bir soruya; "Bence indirilmesin, öyle olursa ben daha çok yerim" diye yanıt veren dombili bir çocuktan bahsediyoruz, anlayınız artık... Ki bendeniz artık o noktada ellerimi kaldırıp "Teslim!" dedim...
"Milli Eğitim Bakanımız’a büyük bir alkış rica ediyorum" demeler... Bilmem neler...
Maşallah, temkinine kurban AKP, bacak kadar çocuktan gelmesi muhtemel muhalefete karşı bile önlemini o biçim alıyor. Bravo demeli...
AKP’li vekil olacak çocuğun gelişi, 23 Nisan’dan belli... Kardeşimizdir diye takdim edilip Çankaya’ya çıktığı günleri de görürüz; tamam inşallah...
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2007
Pop camiamızın, yakınma konu başlıklarının önde gelenlerinden biri, memlekette klip çekmenin getirdiği ağır mali yüktür malumunuz. Ekip toplanır, atıyorum, Hollanda’lara gidilir; orda bilmem kaç ’Avrupa şampiyonu’ (!) ya da Madonna’yla sahne almış dansçı bir araya getirilir; stüdyoya girilip, birbirinin karbon kopyası klipler çekilir.
Niye? Çünküm, yurtdışında klip çekmek, burada çekilen kliplerden daha ucuza gelmektedir.
İddia budur yani.
Şu tezi farklı klipler nezdinde, ameliyat masasına yatırmak ister deli gönül. (Kliptoman’ı bilimsel bir platforma taşıyoruz, sormayın! Fonda Grey’s Anatomy’nin jenerik müziği çalıyormuş farz ediniz; thanks...)
Biraz geç oldu ama güç olmasın, sizleri başta Anima’nın Yağmurla Gelen adlı şarkısına, yani Alternatif Prodakşın’ın ’patron’larından, gazeteci-yazar-dj ve de belirttiğimiz üzre yönetmen Serkan Seymen’in çektiği gayetten başarılı klibe davet etmek isterim.
Olay, İstanbul’da, ağırlıklı olarak da Maçka’daki Küçükçiftlik Lunaparkı’nda geçiyor.
Ekin Cengizkan (davul), Murat Çopur (bas), Ceylan Ertem (vokal) ve Tunçay Korkmaz’dan (klavye, mızıka, gitar, muhtelif...) oluşan grubun habersiz çekilmiş konser performansını saymazsak, klip, lunapark munapark da var olmasına var ama gayet hüzünlü bir yağmur perdesinin ardından görüntülenen İstanbul karelerinden oluşuyor.
Serkan’la konuşurken, klibin maliyetini faş etti: "Dönmedolap, kalyon bileti, balerin malerin bileti, lunapark girişi falan" dedi, iyi mi...
"E bi’ de otomobilden çekilmiş görüntüler var" dedim.
Onu da taksinin içinden çekmiş: "İşe geliyorduk zaten, sayılmaz yani ama hadi onu da say; ne bileyim, toplasan 100 YTL filan tutmuştur herhálde..."
YEMEK FİYATINA KLİP
İyice bir restoranda kafa başı yemek fiyatına buyrunuz, Serdar Ortaç’ın, Gulshen’in mülşenin devvv prodüksiyon kliplerine beş basar bir iş...
Bununla birlikte, elimizde Cem Adrian’ın Yağmur ve Sonbahar şarkılarına çekilen klipler var.
Birincisi, Plato Film’den Serdar Gözelekli tarafından çekilmiş, siyah-beyaz bir klip... Cem Adrian ve şarkıda kendisine eşlik eden Denizhan’ı, tabiri caizse "duvara karşı" izliyoruz.
Güzelim şarkıyı iki ayrı odada kahır çekerek terennüm ediyorlar. Bir oda, iki icracı durumu... Basit, duru...
İkincisi, Cem Adrian’ın sanat yönetmenliğini de üstlendiği rengáhenk bir klip... Cem Adrian’ın fotoğraflarının etrafında, suluboyayla yine tabiri caizse dört mevsim, cennetsel bir habitat yaratılmış.
Fotoğrafları Cem Adrian’ın bir arkadaşı çekmiş. Desenler deseniz, yine Adrian’ın bir arkadaşının elinden çıkma.
Hep birlikte bilgisayarın başına çöküp montajı da kendileri gerçekleştirmişler.
Gelin görün ki, müzik kanallarında dönen bir dolu çöpten çok daha şahane bir seyirlik...
Şu klip meselesinde kırık bir aşk hikáyesi falan anlatmaya girişen yönetmenlere akıl sır erdirmekte zorlanıyorum zaten.
Bültenlerde sık sık rastlarsınız; "Klibin senaryosu da sanatçı tarafından yazıldı", bilmem ne...
SANKİ KISA FİLM
Ne yazıyorlar senaryo babında harbiden anlamıyorum. Nedir yani bu? Fight Club mıdır, Brazil midir, Chinatown mudur kardeşim?
Ha, meselá Emre Aydın’ın Afili Yalnızlık’ı gibi, az zamanda küçük bir hikáye anlatmayı beceren klipler yok mu, var. Var, ayrıca böyle kliplerin başımızın üzerinde yeri de var.
Ama bir yandan da fena hálde kasan klipler var ki, insanı; "Abicim, şöyle güzel birkaç kare resim göstersen de gözümüz gönlümüz şenlense; neticede Kısa Film Festivali’nde yarışmak üzere sanat eseri çekmediğin muhakkak" şeklinde isyanlara gark ediyor.
Hayır yani, sanatçısından yapımcısına, albüm şirketi çalışanından pr’cısına bu camiadan kimle konuşsak, piyasanın hálinden yakınıyor. Müzik sektörünün içinde bulunduğu mali durum karşısında insanın onlarla birlikte oturup hicranlı gözyaşları dökesi geliyor.
Tasarrufa gidin kardeşim.
Albümdü, stüdyoydu, zaten masrafınız bol. Bari klip çekiminde yaratıcılığınızı kullanın, Madonna’nın dansçılarından yana (!) tasarruf ediverin...
Bakınız, çeken üç kuruş paraya, misler gibi klip çekiyor, çekebiliyor...
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2007
"Bir yazardan (kişiden) çaldınız mı ona intihal denir. İki yazardan (kişiden) çalarsanız, onun adı araştırma olur." Wilson Minzer; vakt-i zamanında böyle buyurmuştur... Sanırım, iki ayrı klip yönetmeninden apartıp, onu da başka türden bir forma adapte ettiniz mi, bunun adına da yaratıcılık deniyor.
Rahşan Gülşan, salı günü; Nil Karaibrahimgil’in son klibinden sitayişle bahsetmiş: "Nil Karaibrahimgil’in Bu Mudur şarkısına çektiği videoklip mükemmel. Çok yaratıcı. Çok çarpıcı ve çok eğlenceli. Şarkı da süper!"
Katıldığım noktalar olduğu gibi, maalesef itiraz edesim de var. Evet, şarkı da klip de gayet eğlenceli. Ayrıca Nil Karaibrahimgil’in yaratıcılığına da genel itibarıyla en ufak bir itirazım olmaz. Gelin görün ki, Bu Mudur’un klibinden yaratıcı şeklinde bahsetmek söz konusu olduğunda, orda şöyle bir durmak gerekir kanaatindeyim, naçizane...
Bu Mudur’un klibinde, Nil Karaibrahimgil, şarkısını eski Yeşilçam yıldızlarıyla birlikte söylüyor. Nil’in göründüğü karelerin arasına serpiştirilmiş, Türk sineması kareleri izliyoruz. Sinema tarihinin benim diyen yıldızlarının ağızları, animasyon marifetiyle şarkı sözlerine adapte edilmeye çalışılmış.
Emre Özbay tarafından, -yine bültene bakacak olursak- "ilk kez" uygulanan bir teknikle hazırlanan klibin tamamlanması yaklaşık bir ayı bulmuş. Bununla birlikte, ağız-şarkı sözü koordinasyonu, en hafif tabirle, Ajda Pekkan’ın dans figürlerinin müzikle örtüştüğü kadar örtüşmecesine başarılı...
Apartma ve adaptasyon bölümüne gelince...
Bilen bilir; U2’nun Window in the Sky’ının klibinde, Batı müzik tarihinin bilumum elemanı, şarkıyı U2’nun "yerine" söyler. Klipte U2’ya rastlamayız bile. Fakat şarkının tüm bölümleri, muhtelif yıldızların eski görüntülerinden kesilmiş bölümlerle örtüştürülür. Ben diyeyim Billy Holliday, siz deyin Beatles, ben diyeyim Rolling Stone, siz deyin Elvis... Tüm bu yıldızların dudağından, U2’nun şarkısını ’okursunuz.’ Şahane ötesi bir kliptir. Alanis Morisette’in bu konuda daha da aşmış, tabiri caizse, kendini aşmış klibini de eksik olmasın Dream TV’nin yakışıklı olduğu kadar zeki büyük şefi Şafak Ongan hatırlattı: Morisette’in Eight Easy Steps adlı şarkısının klibinde de Alanis, montaj marifetiyle, Eight Easy Steps’i, eski meşhur kliplerine suratı ekleştirilmiş bir şekilde söyler: Ironic’den tutun da You Aughta Know’a, Hand in my Pocket’dan, Thank You’ya... Yanisi, Alanis Morisette, kendinden bir Yeşilçam arşivi çıkarıp, kendini ona adapte eder.
Tahminim odur ki, yönetmen Emre Özbay, bu kliplerden haberdardır. E kendilerinin bu iki klibin fikrinden, şarkıcı değil de Yeşilçam yıldızlarına "uyarlamak" suretiyle ’esinlendiğini’ iddia etmek herhálde kötücüllük olarak addedilemez, değil mi?
Işın Karaca’nın Kalp Tanrı’ya Emanet şarkısının karavanlı, uçuşan insanlı klibinin yönetmeni Kubilay Kasap, Radiohead’in Street Spirit’inden öyyyle bir ’esinlenmişti’ ki, iki klibin arasında karbon káğıdı arıyordu seyredenin gözü...
Özcan Deniz, bildiğiniz üzre, kliplerinin birebir (ç)alıntı olduğunun ortaya çıkması üzerine, artık pes edip kliplerini kendi yönetmeye kadar ilerletmişti işi...
Bu konuda el artırmanın şahikasına ulaşmış insan Ömer Faruk Sorak’tır fakat. Sorak’ın yönettiği ve Emre Altuğ’un seslendirdiği Aşk-ı Kıyamet’in klibinde, hadise kopmuştu hatırlarsanız.
Klip; resmen bir kısa filmin, daha doğrusu, küçük parçalardan oluşan uzun metrajlı bir filmin bir bölümünün birebir taklidiydi.
’11’09"01-September 11’ adlı, 2002 yılı yapımı filmde, Sean Penn’in yönettiği, Ernest Borgnine’ın, eşi öldükten sonra her akşam onun geceliğiyle uyumaya, onunla birlikte yaşamaya devam ettiği, yürek dağlayan hikáyeden tıpıtıpına apartmaydı.
Geçtiğimiz salı Cengiz Semercioğlu’nun yazısına da konu olan, Şebnem Ferah’ın Hoşçakal’ı ile Ferhat Göçer’in Cennet’ine birebir aynı klibi çeken, kendinden çalan yönetmen hadisesine değinmiyorum bile.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2007
Shakespeare’in gelmiş geçmiş en bildik vecizelerinden biri olan "Tüm dünya bir sahnedir" cümlesinin bu ülkede ne kadar yanlış anlaşıldığına takıldım gidiyorum bu aralar, çok kesif bir esefle...
Ülkenin gidişatının tabiri caizse "ileri gelen" aktörlerinin esasında hakikatli aktörlükten nasibini alamamış artizler olduğuna bakmaktan bitap düşmüş bir hálde...
Bu yüzden olsa gerek: Bizim coğrafyada, her racon kesen basiretsize "Artizlik yapma lan!" diye çıkışılıyor olması...
Ve o birbirine racon kesenlerin, hiç dönüp kendine bakmamış, geçtim hakikatli kahramanlıktan, hakikatli ’karakter’ canlandırmaktan, hiç gerçek anlamıyla oyunculuktan nasibini alamamış ’artiz’ler olması...
Ve maalesef, bunların büyük bir çoğunluğunun, bir yandan ağzında sinkaflı tükürüklerle ve beceriksiz yumruklarla birbirine saldırırken, diline en çok "Tiyatro yapma lannnn!" cümlesini pelesenk etmiş elemanlar olarak TBMM sıralarında oturmaları...
Tamam, tüm dünya bir sahnedir... Ama bizim coğrafyanın bu sezonunda, ’salon’, gerçek hayattan yana, maalesef beceriksiz Polat Alemdar’larla beceriksiz ’köyün sofu ve yobaz hocası’ları arasında bölüşülmüş durumda. Bitmek de bilmiyor nalet sıkıcı oyun, inmek bilmiyor o kusturucu perde...
Hayatın yine de ironik, satirik bir yanı var Allah’tan...
Şu son haftalarda; döndük dolaştık avuntuyu ve sığıntıyı, yine tiyatroda bulduk.
Geçtiğimiz Pazar, Kadıköy, Bahariye’deki Müjdat Gezen Tiyatrosu, Savaş Dinçel Sahnesi’nde, Uçurtmanın Kuyruğu isimli oyunu izledik. Bir ömürlük hayranı olduğumuz ve ömrüne bereket dilediğimiz Savaş Dinçel’in yazıp yönettiği ve birey olamama hálinin sorgulandığı oyunda, memleket ahvaline daldık gittik.
Ben ki ’içimdeki çocuk’ muhabbetine fena hálde gıcığımdır; konunun içinden içimdeki çocuk geçmiyor, konunun ta kendisi içimdeki çocuk, ona rağmen, oturup herkesin içindeki çocuk için birkaç gözyaşı dökeyim istedim, öyle söyleyeyim.
Babasının yularını kendi istediği kulvara hunharca koşması neticesinde kişiliğini bulamamış eleman rolünde Aykut Taşkın ve onun alt ve de bastırılmış, zıpır benliği; o Pinokyo’ysa, onun bu kez doğru yolu gösteren tilki arkadaşı, ’alter ego’su rolünde İlker Ayrık, karşılıklı döktürüyorlar; kaçırmayınız derim. (Bu arada, salonda, aynı zamanlarda iki ayrı oyun sergileniyor. Gişede bir basiretsizlik söz konusu. Hangi oyuna bilet istediğinizi özellikle belirtiniz derim. Ha, ertesi hafta da bir sonraki oyuna bilet alın; ayrı... Tiyatro adam öldürmüyor, biliyorsunuz di mi? Gidince ne özlediğinizi anlayacaksınız; eğer ihmallerdeyseniz. Kötüsü hakikaten insanlığın icat ettiği en büyük işkencedir ama iyisi; hele ki o anki hálet-i ruhiyenize hitap ediyorsa, sanat dallarının pek çoğuna basabilir...) Hararetle tavsiye edilir.
Bunun yanında, yine İstanbul’da ikamet ya da şehri ziyaret edenlere, bu sezon son buldu ama önümüzdeki yıl, Garajistanbul’da, Taldans grubunun Dolap isimli tek perdelik gösterisini de kaçırmamaları, yine hararetle tavsiye edilir.
Tabir ürkütmesin ama: Deneysel bir çalışma... Mustafa Kaplan tarafından, Filiz Sızanlı ve Ömer Uysal’ın katkılarıyla hazırlanmış olan, Filiz Sızanlı ve Mustafa Kaplan’ın sahnede performans segilediği sırada; "’Nası’ yani?’ dedirtirken düşündüren" gösteri, ekip tarafından "Buzdolabını bir yerden alıp başka bir yere taşıyor olma háli" olarak anlatılıyor. Ama... Bu konuda "ama" bile demeyeceğim, öyle söyleyeyim... Kadın-erkek-muktedir-mazlum-yetişkin-çocuk-sen-ben-öteki: Nereye çekerseniz oraya götüren, insanın kafasının içinde gaipten cümleler kurdurtan, bir acayip, bir ilginç seyirlik...
Meydanlarda toplanılıyor, karşı grup da e biz daha kalabalık bir şekilde hangi meydanda toplansak diye düşünüyor ya şimdilerde...
Biraz da kültür-sanat ortamlarında toplanın be kardeşim? Her gün aynı boktan diziyi izlemektense, (O ona şunu dedi, bu buna şunu dedi, o zaten ötekine de geçen gün şöyle Sayın’lı bi hitapla şu şekil bi’ hakaret etmişti...) biraz da hayatın tortusuna bir göz atın, kulak kabartın...
Tüm dünyanın bir sahne olması durumu nasıl ki taş gibi bir gerçeklikse, insanın insana kakofoniden azade bakabildiğ yegáne yerin tiyatro sahnesi olması da aynı şekilde bir muhakkak. Hayır, artizlikten bahsetmiyorum. Sözde değil özde insanlık hállerinden söz ediyorum. Allah aşkına, insaniyet namına, anlayın...
Yazının Devamını Oku